Hakan Mertcan
İslam içindeki “muhalif damar” olarak da nitelendirilebilecek olan “Heterodoksi”, genel olarak, uzun bir tarihsel dönemde önemli bir etkinliğe ve düşünsel zenginliğe sahip çeşitli Bâtıni grupları ifade etmektedir. Bâtınilik, genel olarak, görünen anlam dünyasının derinlerinde/ötesinde yer alan deruni, ezoterik bilgiye ilişkin bir hakikat arayışıdır. Bâtıniler, kutsal metinlerin dışsal (zahiri) bilgisinin ötesine geçerek, “muktedirlerin İslamı”na karşı kendi varoluşsal koşulları gereği farklı yorumlar üretebilme imkânına sahip olabilmişlerdir.
Burada ayrıntıya girmeden, “Heterodoksi”nin, “doğru/sahih yol”dan ayrılmış, “sapmış” gibi anlamların yanı sıra, “merkezde” yer alan, “devletlû”, “egemen olan”, siyasal iktidar ile ontolojik ilişki kuran kurumsal dinin dışında bulunan dinsel anlayışlar ve topluluklar için de kullanıldığını belirtmek gerekiyor.[1] “Heterodoks” olarak da nitelendirildiğine şahit olduğumuz inanç toplulukları, tarihsel gelişim evrelerinde Bâtıni öğretileriyle olduğu kadar sınıfsal-siyasal karakterleri itibariyle de dikkatleri çekmiştir. Genel olarak “ötekileştirilmiş”, zulüm ile kuşatılmış, nefret ve şiddete maruz bırakılmış kesimlerin dinsel, sosyal ve siyasal yapılanmasını temsil eden bu gruplardan bugüne gelebilen az sayıda topluluk bulunmaktadır. Bu insanların tarihsel mekânlarında yükselen toplumsal dalgalar, kanlı olaylar ve şiddet, bir zamanlar bu toplulukların en etkililerinden olan İsmaililiğin Nizari kolunun kurucu öznelerinden birinin vedasını hatırlatıyor.
11. yüzyılın ortalarında, İran Şiiliğinin önemli merkezlerinden biri olarak kabul edilen Kum kentinde, On İki İmamcı bir ailede dünyaya gelen, daha sonra tükenmek bilmeyen arayış tutkusunun neticesinde, gizli faaliyet yürüten İsmaili dailerle karşılaşan ve onların öğretisine intisab eden Hasan Sabbah “dillere destan” bir yaşamın ardından, 1124 yılının ortalarında hayata gözlerini kapamıştır. 1090 yılında kansız bir devrimle ele geçirdiği ve muktedirlere karşı eşitlikçi-halkçı karakterli bir başkaldırının şiddetle örülen bayrağını dalgalandırdığı Alamut Kalesi’nde zamanını disiplinli bir çalışmayla geçiren Hasan Sabbah ömrünü davasına adamış bir eylem adamı olduğu kadar, “bilginin her çeşidine karşı tutkusu olan”, çok sayıda alanda yetkinleştiği ifade edilen, “hakkı yenilmiş” bir düşünürdü. Moğol istilasının neticesinde, uzun yıllar tefekkür ederek yazdıklarından geriye pek bir şey kalmayan bu dikkate değer şahsiyet, ardında yine de insanlığın yüzlerce yıl unutamayacağı bir isim, rivayetler ve tartışmalar bırakarak bu dünyadan ayrıldı. Yaşadığı dönemde egemen güçlere karşı kullandığı yöntemlerle güçlü bir etkiye sahip olan, öldükten sonra da bıraktığı öğreti ve örgütlü topluluk sayesinde bu etkisini uzun süre devam ettiren Sabbah hakkında bugün de birçok edebi ve akademik eser bulunmaktadır; haklılığı meçhul suçlayıcı anlatılar, tarihsel ve olgusal hakikatlere aykırı hikâyeler-fantaziler zaman zaman popülerleşerek varlığını sürdürmektedir.
Hasan’a ilişkin en yaygın rivayetlerden biri, onun, Ömer Hayyam ve Nizam-ül Mülk ile olan okul arkadaşlığı ve bu üç arkadaşın, bir gün önemli bir yere geldikleri takdirde birbirlerine yardım edeceklerine dair verdikleri sözle ilgili olanıdır. Bu, Hasan’ın Selçuklu Sarayı’nda darbe girişimini, bunun başarısızlığı karşısında hınç ve öfke dolu olarak saraydan kaçmasını ve intikam arayışını konu edinen malum hikâyedir. Hikâyenin heyecan uyandıran tarafları olsa da hakikatle örtüşmediği, konunun yetkin araştırmacılarınca bilimsel temelleriyle izah edilmiştir.[2] Her şeyden evvel şahısların yaşamış oldukları mekânlar, doğum tarihlerindeki ciddi farklılıklar böyle bir birlikteliğe müsaade etmemektedir.
Bir diğer rivayet de Venedikli seyyah Marco Polo tarafından zenginleştirilerek Batı’da yaygınlaşması sağlanan cennet bahçeleri hikâyesidir. Bu hikâyeye göre, Alamut’ta bir cennet bahçesi oluşturulmuş ve burada dünyanın en güzel ve yetenekli kızları Hasan’ın siyasi cinayetler gerçekleştirebilmek için seçtiği fedailere “türlü hizmetler” vermektedir; çeşmelerden şarap, süt, bal akmakta, keyifle kullanılan uyuşturucular eşliğinde akıl alıcı cinsel oyunlar oynanmaktadır… Bu renkli hikâyenin cezbedici kurgu ve teferruatları, (kimilerince “ortodoks” olarak da nitelendirilen) egemen İslam’ın tarih yazıcılığının sorunlarının yanı sıra, Avrupa’nın muhayyel Doğu’suyla, başka bir ifadeyle oryantalist bakış açısıyla ilişkilidir. Burada bir parantez açmak gerekiyor:
Batı, uzun bir sürece yayılmış çabalar sonucunda, gerçekte olmayan bir “Doğu” inşa etmiştir: “Hayali Doğu”. Ve bu sayede/ bunun üzerinden kendini tanımlamıştır. Bir anlamda, Doğu, Batı’nın kendine baktığı bir ayna olmuştur; Doğu’nun haline baktıkça, kendi güzelliği-yüceliği ile büyülenmiştir. Bu kurgusal Doğu, “harem”, “hamam”, “erotizm”, “egzotizm”, “despotizm”, “miskinlik”, “çirkinlik”, “pislik”, “sapkınlık” vb. imgelerle besleniyordu. Doğu dekorunda, her türlü mistik öğe, birbirinden “renkli” cinsel fanteziler, garip yaratıklar, tuhaf insan toplulukları yerlerini almıştı. Kısacası, Doğu bir merak konusu, bir eğlence nesnesi, seyirlik bir malzeme, tuhaflıklar ve utanmazlıkların diyarıdır; acınası bir çocuk, keşfedilmeyi bekleyen genç bir kız ve ıslah edilmesi gereken azgın bir yaratıktır… Çok eski zamanlardan itibaren Doğu’ya yönelik bir ilgi bulunmaktaydı; oryantalizm (şarkiyatçılık), bu ilginin uzmanlaşmış bir ifadesidir, denilebilir. Sözlük anlamı, “Doğu bilimi”, “Doğu dilleri, edebiyatı, tarihi uzmanlığı” olarak belirtilen bu Doğu araştırmaları sahasının faaliyetlerinin masum bir bilgi üretimi olup olmadığı uzun süredir tartışılmaktadır. Oryantalizme ilişkin yapılan tartışmalarda yer alan en önemli düşünürün Edward Said olduğu söylenebilir. Oryantalizme ilişkin bakış açısı/değerlendirmeler, Said’in, 1978 yılında yayınlanan “Oryantalizm” isimli eseri ile “radikal” bir sarsıntıya uğramıştır. Kuşkusuz oryantalizm eleştirileri bu kitapla başlamamıştır; Said’den çok önceleri de oryantalizmin, masum, akademik-bilimsel bir ilgi alanı olduğu yönündeki egemen görüş sorgulanıyordu. Fakat Said’in farkı, edebiyattan antropolojiye, siyasal söylevlerden seyahatnamelere varana dek oldukça kapsamlı bir inceleme yaparak, bütün veçheleriyle Avrupa’nın geneline sinmiş, Avrupa’nın üstünlüğü fikrine dayanan bir düşünce sisteminin oluşum sürecini, bu düşüncenin çeşitli biçimlerdeki yansımalarını ortaya koymuş olmasıdır. Said, bir anlamda bilginin arkeolojik kazısını yapmış, görünenin gerisindeki gerçekleri (birbirinden kopuk, tesadüfî ilişkiler olarak değil) belli bir bağlam içerisinde ele alarak, Doğu hakkında üretilen bilgi ile Batı sömürgeciliğinin derin-karmaşık ilişkisini ortaya çıkarmıştır. Bu, oryantalizm hakkındaki egemen düşüncenin, olumlu bakışın ciddi bir eleştirisiydi; bir anlamda “paradigmanın iflası”ydı. Bu süreçten sonra tartışma zenginleşerek derinleşmiştir. [3]
Parantezimizi kapatıp geri Alamut konusuna dönecek olursak, gerçekte, hikâyenin yaygınlık kazanmasının müsebbiplerinden olan Polo’nun, Alamut’un olduğu bölgeye gidip gitmediği dahi tartışmalıdır. Polo’nun bu bölgeden geçtiği kabul edilse bile, 1270’li yılların başlarına denk gelen bu seyahatinde, 1256’da Moğollar tarafından yerle bir edilmiş olan Alamut Kalesi’nin kendisiyle değil, kalıntılarıyla karşılaştığı ifade edilir.[4]
Sanat ve edebiyatın güçlü olanaklarıyla zenginleştirilen bu türden rivayetler neticesinde büyük bir topluluk tarihe “Haşişiler/Haşhaşiler” olarak geçmiştir. Bir yandan yaşadıkları coğrafyada, egemen İslam güçlerince her adımları şaibeli kabul edilmiş, mürtet entrikacılar olarak görülmüş, sapkınlık-sapıklıkla itham edilerek büyük katliamlara maruz bırakılmışlar; öte yandan Batı’da kiralık katiller/suikastçılar, afyon/esrar müptelası teröristler olarak ilan edilmiş ve hatta Batı’daki birtakım cinayetlerde, komplolarda parmakları olduğu iddia edilmiştir. Öyle ki haşhaşi kelimesi batı dillerine assassin (katil-suikastçı) olarak geçmiş ve bugün, Avrupa dillerinin birçoğunda ortak bir kelime olarak yerleşmiştir. Hasan Sabbah ve onun takipçilerine ilişkin bu tutum, yöneltilen ithamlar istisna değildi; pek çok Bâtıni gruba ve bu grupların önderlerine ilişkin benzer bir yaklaşım içinde olunduğu, Ebu’l Hattab el Esedi, Muhammed bin Nusayr, Hamdan bin Hasibi gibi tarihsel şahsiyetlere dair anlatılar incelendiğinde görülmektedir.
Dinler tarihi, muktedirlerin dini yorum ve yaklaşımlarına karşı ezilen toplulukların da kendi yorumlarını geliştirdikleri, bu “dil” içerisinde eşit, adil ve daha yaşanılabilir bir dünya arzularını ifade ederek mücadele ettiklerini göstermektedir. İslam tarihinde bu çizgiye tekabül eden Bâtıni topluluklar da muhalif yapılar olarak, dinsel inançları, düşünsel duruşları ve yaşam biçimleriyle muktedirlerden farklı olagelmişlerdir. Bizatihi bu durum ve de ontolojik olarak Bâtıniliğin deruni, içe dönük, ehline dile gelen yapısı da pusuda bekleyen müfteriler/saldırganlar tarafından, karalama, suçlama, iftira ve asılsız rivayetler için “münbit” bir zemin olarak kullanılmıştır. Hasan Sabbah ve takipçileri açısından olduğu gibi bugün varlığını sürdüren az sayıdaki Bâtıni grup açısından da bu tehlikeli yaklaşımın devam ettiğini, güncel analizler yapılırken bu tehlikenin kendini çeşitli formlarda yeniden inşa ettiği gerçeğini, Ortadoğu’nun sonu bir türlü gelmeyen şu “sancılı” zamanlarında hatırlatmak isteriz. Bugün Bâtıni gruplardan gelen bazı insanların, bulundukları topraklarda egemen olan iktidar aygıtı (bürokrasi, yargı, ordu vb.) içerisinde yer almaları, ne ait oldukları Bâtıni kimlikleri bir iktidar yapısıyla özdeşleştirmeyi ne de bu insanların –kimliklerinden ötürü- tarihsel olarak ihtilaflı oldukları topluluklara karşı “kirli hesaplar” içerisinde oldukları yönündeki yaklaşımları/söylemleri haklı çıkarmaya yeterlidir.
(Bu yazı, Hakan Mertcan’ın Akıntıya Karşı: Aleviler, Suriye ve Laiklik kitabından alınmıştır.)
[1] Ayrıca, kavramın negatif, pejoratif anlamlarla da kullanımlarının olduğunu ifade etmeliyiz. Neticede, “heterodoksi”, üzerinde birçok tartışmanın yürütüldüğü bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı görüş ve tartışmalar için bkz: Markus Dressler, Türk Aleviliğinin İnşası: Oryantalizm, Tarihçilik, Milliyetçilik ve Din Yazımı, 1. B., İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2016, s. 220-25; Ayfer Karakaya-Stump,Vefailik, Bektaşilik, Kızılbaşlık: Alevi Kaynaklarını, Tarihini ve Tarihyazımını Yeniden Düşünmek, 1. B., İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2015, s. 6-9; A. Kerim Gültekin, “Heterodoksi-Ortodoksi Kavramları ve Alevilik”, Bilim ve Gelecek, 2019, S. 187, s. 80-82; Ayhan Yalçınkaya, “Alevilik ve Sol”, https://derdimartardaima.blogspot.com/2014/09/alevilik-ve-sol.html, (E.T. 01.12.2020).
[2] Bu konuda temel bir kaynak için bakınız Daftary, İsmaililer Tarihleri ve Öğretileri.
[3] Hakan Mertcan, “Oryantalizm”, Kavram Sözlüğü II Söylem ve Gerçek, ed. F. Başkaya, Ankara, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2006, s. 435-38.
[4] Doğu’ya gitmeden Doğu’yu anlatmak istisnai bir şey değildi. Birçok oryantalist ressam, Avrupa’daki atölyelerinde, hiç görmedikleri Doğu’ya ilişkin resimler çizmişlerdir. Doğu’yu görmeden Doğu’nun öyküsünü, şiirini yazanların, resmini çizenlerin dışında, hiç görmediği yerleri anlatan seyyahlar da mevcuttu. Çin’e gitmeden Çin seyahatnamesi yazabilen Marko Polo belki de bunlar arasında en yeteneklilerden biriydi; Mertcan, a.g.m., s. 441.