Hasan Özgün
Dünyanın her yerinde ve tarihin her aşamasında biliyoruz ki kapitalizm derin krizlere girdiğinde büyük yıkımlara ihtiyaç duyar. Çünkü bu yıkımlar muazzam birikim olanakları sağlar. Deprem oldu, şehrimiz yıkıldı; dostlarımızı, yakınlarımızı, akrabalarımızı kaybettik, evlerimizi, sokaklarımızı kaybettik.Ancak bu yıkım yeterli olmamış ki devlet -yani sermayesınıfının şu anda icracısı olan devlet- bu yıkımı daha da derinleştirmek, daha geniş bir zemine yaymak üzere depremin ilk saatlerinden itibaren özel bir pozisyon aldı. “Devlet nerede?” sözünü, feryadını herkes duydu. Bu, sadece devletin basiretsizliği ile ilgili değil, kendisi bir güvenlik aygıtına dönüşmüş olan neoliberal devletin –tabii ki sosyal bütün yönleri tasfiye edildiği için kapasitesizliği ile- çok bilinçli tercihi ile ilgiliydi.
İlk andan itibaren sokaklarda, yağmurun ve soğuk havanınaltında kalan insanlara, enkaz altındaki on binlerce insanın yardımına devlet bilinçli bir şekilde gelmedi, dokunmadı. Enkazlara iş makinaları gelmedi, askerler gelmedi. Halk,deprem ve soğuk havanın etkisinde, enkazların altındayken yine halkın inisiyatifiyle oluşan destekle, halktan halkakurulan dayanışma sayesinde ayakta kaldı.
Depremin ilk anından itibaren devletin yaptığı bir tek çağrıvardı: “Şehri terk etmek isteyenler için ücretsiz otobüs var, yeter ki çıkın.” Deprem anında ve sonrasında gelmeyen devlet, her ne hikmetse bir anda binlerce otobüs bulup tahliye seferberliği başlattı. Bu seferberlik en çok da depremin en yıkıcı olduğu bölgeler olan Alevi mahallelerinde başlatılmıştı. Bu mahallelerde yaşayan Alevilere ve Hristiyanlara “Bu şehri terk edin. Ücretsiz uçaklar var, ücretsiz beş yıldızlı oteller var, ücretsiz pansiyonlar var, yurtlar da var, yeter ki şehri terk edin” diyen devletin çadırları birinci gün, ikinci gün, beşinci gün, beşinci haftada gelmedi.
İlk zamanlarda hatırlanacağı gibi Sadece AFAD’ındenetiminde, tarikatların denetiminde çadır kentler kurulmuş,fakat Arap Alevi halkımız bu çadır kentlere gitmemişti. Şimdi ise geride kalanların, şehri terk etmeyenlerin, geri dönenlerin nispeten daha ayakta kaldığı için sığındığı köylere yönelik bir saldırı var. Çoklu bir yıkımla karşı karşıyayız. Bu yıkım tabir-i caizse kentsel yıkımdır. Kentin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda, kent rantının yeniden üretildiği ve yeniden pay edileceği bir yeni organizasyon için kentin yıkılması…
Topyekûn Saldırılar ve Dİkmece
Şehrimiz topyekûn bir saldırı altında. Asbestli molozlar özellikle Alevilerin yoğunluklu yaşadığı yerleşim alanlarının girişine dağlar şeklinde yığıldı ve özel olarak su havzalarının üzerine döküldü. Hastaneler bilinçli bir şekilde onarılmadı.Hasarlı okulları onarıp eğitimi hızlıca başlatmak yerine, insanlar çocuklarının eğitim ihtiyacından dolayı şehri terk etsin diye, sağlam okullar devlet kurumları tarafından işgal edildi ve bu işgal hâlâ devam ediyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi şimdi Dikmece’de topraklarımıza ve geri kalan köylerimize el koyuyorlar.
Peki, burada, Dikmece’de ne oluyor? Önce acele kamulaştırma kararı ile istimlakler Gülderen Köyü’nde başlıyor. Gülderen Köyü dağın yamacında zeytinliklerin ortasında cennet gibi bir köy. Yarısı Sünni yurttaşlardan, yarısı Alevi yurttaşlardan oluşan bir köy. Burada istimlak nasıl mı uygulandı? Evet, sadece Alevi yurttaşların olduğu topraklar istimlak edildi. Orada AKP’nin ileri gelenlerinin hepsinin villaları var, istimlak haritası zikzaklar çizilerek belirlendi ve söz konusu villaların hiçbirine dokunulmadı. Hemen üzerinde iki kilometre mesafede yüzlerce dönümlük bomboş hazine arazileri var, hiçbirine dokunulmadı. Sadece Alevi yurttaşların toprakları istimlak edildi. Maalesef köyün iç dinamiğinden ve bir sürü gerekçeden ötürü orada bir direniş gelişmedi, hukuk mücadelesi ise sürüyor.
Bu gelişmeler üzerine sıranın Gülderen’in ardından Dikmece’ye geleceğini öngördük ve Dikmece’de hızlatoplantılar yapmaya çalıştık. Başlarda toplantıları yalnızca yedi kişi ile yapıyorduk, çünkü insanlar söylediklerimize akıl sır erdiremiyorlardı. Yüzlerce yıldır tapulu arazileri olan üstelik zeytin ekili tarlaların –zeytine kimse dokunamaz- istimlak edilebileceğini kimse mümkün görmüyordu. Yılmadan, ev ev, kapı kapı dolaşarak toplantılar yaptık. Hukukçu dostlarımızla geniş bir halk toplantısı yaptık ve bu süreci nasıl deşifre edebileceğimizi halkla birlikte tartışmaya başladık. Tabii bunlar olurken hiçbir bilgilendirme yapılmadı, elimizde resmi bir belge yoktu. Yalnızca başka köylerde istimlakların olduğunu biliyorduk. Devlet yetkilileri bazı konuşmalarında bölgeden bahsederken burayı rezerv konut alanları olarak tanımlıyordu fakat istimlakın nerede nasıl olacağına dair bilinçli olarak hiçbir bilgi verilmedi.
Dikmece Nöbeti Başlıyor
Bu gelişmeler üzerine köylülerle birlikte bölgede nöbet tutmaya başladık, ne zaman bir drone görsek bütün köylü koşturup dronu düşürmeye çalıştık. Yabancı plakalı araçlarla zeytinlerin arasında ölçüm yapmaya gelenleri kovaladık. İlk nöbetlerimiz, ilk eylemlerimiz bu şekilde gerçekleşti. 5 Mayıs’ta Dikmece’de bir yürüyüş gerçekleştirdik. Yüzlerce köylünün katıldığı bu yürüyüş bu işin basına, diğer köylere ve tüm halka yayılmasını sağladı. O günden itibaren susan, hiçbir açıklama yapmayan devlet ve şirket yetkilileri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkilileri birden devreye girdiler. Çünkü artık her şey açık edilmişti. Bu sefer köylüleri manipüle etmeye, nüfuzlu insanlar üzerinden köylüleri satın almaya yönelik birçok hamleler yaptılar. Buna karşı biz Dikmece’dehalkın katılımıyla meclis tarzı bir örgütlenmeye giderek bir direniş örgütlemeye çalıştık. Bunu yaparken halkın ihtiyaçları doğrultusunda ve kendisinin özneleştiği bir süreci inşa etmeye gayret ettik. Herhangi bir konu için toplandığımızda, bu konuyu yaşlısından gencine tüm köylülerle birlikte tartışıyoruz. Başlarda bizim önerilerimize göre hareket edenler, önerilerimizi oylayanlar giderek kendi düşüncelerini hararetli bir şekilde savunmaya, tartışmaya, oylatmaya başladılar. Yine başlarda “Ne olacak bizim halimiz?” diyeyakınan köylüler şimdi oraya gelen rütbesi, mevkisi fark etmeksizin herkese meydan okur düzeyde bir özgüvenle duruyor. Bizim en büyük kazancımız budur.
Biz tüm bu çalışmaları yürütürken 24 Temmuz günü –Akbelenile aynı gün- saldırıya uğradık. Askerler Dikmece Köyü’ne geldiler. Deprem zamanı enkazlarımıza uğramayan tüm kepçeler, iş makinaları, askerler o gün Dikmece’ye yığıldı. Hızla toplanan köylüler onların ölçüm yapmalarını, arazilere girmelerini engelledi.
Tekrar geleceklerini biliyorduk. Buna karşı köy halkı olarak toplantılar yaptık. Aldığımız karar doğrultusunda büyük bir yürüyüş düzenledik. Yürüyüşle birlikte Dikmece’de direniş nöbeti başlattığımızı duyurduk. Ertesi gün yaklaşık 500-600 asker, 5-6 TOMA ile, iş makinalarıyla köye geldi. Biz tarlalara inmeye çalıştık, gidebileceğimiz tüm yolları kapattılar. Derelerden, hendeklerden atlayarak tarlalara gittik. Talebimiz şuydu: Bize burada bulunmanızı gerektiren, yasal dayanağınızı tebliğ edin. Köye yaptıkları çıkarmanın hukuki dayanağını soruyorduk. Bu sorularımıza verilen cevap ise çok ağır coplu saldırı, biber gazı ve TOMA’lardan sıkılan tazyikli su oldu. O gün için bizim kırılma noktamız, başlarda “En büyük asker bizim asker”, “Polis ayrıdır ama asker bizim askerimizdir, bizim evladımızdır” diyen köylülerin bilincininbarikatı görünce dönüşmesiydi. Barikatı bazen siz kurarsınız, bazen düşman kurar ama barikat sınıfsaldır, çok keskindir. Barikatın bir bu tarafı vardır bir de öbür tarafı vardır. O gün bu keskinlik köylülerin bilincinde bir kırılma yarattı, çok ağır ve sert bir saldırı oldu. Buna rağmen bir tek köylü bile geri adım atmadı. Bunu köylülerin cesareti veya direngenliğini anlatmak için değil, burada olan komün geleneğine dikkat çekmek için belirtme ihtiyacı duyuyorum.
Zeytinler, Ekolojik Yıkım ve Komün
Dikmece’de yaklaşık 350-400 bin arası zeytin ağacı katledilmek isteniyor. Bunların çok büyük bir kısmı asırlık zeytin ağaçları, tüm zeytin türlerinin atası olan delice zeytinleri. Etap etap inşaat ihaleleri yapılmış, plana görekesime ve inşaatlara Dikmece’nin üst bölgesinden başlanacak. Üst bölge en fazla asırlık zeytin ağaçlarını barındıran bölge. Başta o bölgeye şantiye kurulmuştu fakat direnişin neticesinde oradaki şantiyeler kaldırıldı. Meclisteki oturumlarda da bizimle dayanışan özellikle YSP milletvekillerinin açıklamasıyla TOKİ “Orada direniş var bu yüzden şimdilik geri adım attık” açıklaması yaptı ve böylece zeytinliklerin olmadığı yalnızca tarım arazilerinin olduğu aşağıdaki etaba geçildi. Bu bizim birinci somut kazanımımızdı.
Gelinen noktada köylülerin tüm tapuları şu an iptal edilmiş durumda. Meclis tatile girmeden hemen önce çıkarılan Torba Yasa’daki 25. Madde’de köylüler işgalci olarak tanımlanıyor. Dikmece Köyü’nün yüzde 90’ı istimlak edilmiş durumda, geri kalanı da adım adım istimlak ediliyor. İstimlak edilecek olan yalnızca Dikmece Köyü değil. Sırada Karaali, Anayazı, Alazi, Üçgedik, Serinyol ve Bakras var. Bunların hepsi Alevi köyleri, aradaki Sünni köyleri atlanıyor. Bizler “İnşaatlar orada neden yapılmıyor, oralar niçin istimlak edilmiyor” demiyoruz, istimlaklerin hiçbir yerde yapılmaması gerektiğini savunuyoruz.
Burada kentsel yıkımın yanında bir ekolojik yıkım var. Buna ek olarak söz konusu el koyma sürecinin bölgedeki demografik yapıyı değiştirmeye dönük, Arap Alevi komününe dönük özel bir etnik ve demografik yıkım projesi olduğu da bir gerçek. Burada Hikmet Kıvılcımlı’nınkavramsallaştırmasıyla kullanıyorum komün kavramını. Arap Alevi komünü, bugünkü sınıflı toplumda asimile olan bazı özelliklerinin yanı sıra, muhafaza ettiği ya da muhafaza etmek için direndiği kimi ortaklaşmacı, paylaşımcı, dayanışmacı değerlerin direnciyle hareket ediyor. Bu komünal değerlerin, halkın coğrafyasıyla kurduğu bağın koparılmasıyla yok olacağı bilindiği için varlık-yokluk mücadelesi veriliyor.
İnsanlara bir miktar para verilip kendilerinden Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir birey olarak yaşaması isteniyor. Oysa komünal gelenekleriyle yaşayan Arap Alevi halkı tarihten bugüne biriken değerleriyle, tarihsel varoluşlarıyla yaşar. Şu anda buna dönük bir saldırı var ve biz de bu direnişi hem ekolojik bilinç boyutuyla hem sermayeye karşı halkçı bir bakış açısıyla hem de bu demografik yapının bozulmasına, buna dönük yapılan saldırıya karşı komün geleneğinin direnişçi ruhuyla örüyoruz. Komünün direngenliğini direnişimizin mayası yaparak mücadele ediyoruz.
“Ma rıhna nehna hon” sloganını gerek deprem sonrasındaki halk hareketliliğini gerekse de Dikmece direnişini takip edenler çokça duymuştur. Bu slogan komünün feryadıdır, isyanıdır. “Gitmedik buradayız” anlamına gelen bu çıkış,direnişimizin sloganıdır. İki ayı aşkın bir zamandırdireniyoruz.
Dikmece’deki acele el koyma sürecinde birçok usulsüzlük var. Mesela inşaat ihaleleri 15 Mayıs’ta yapılıyor ama yasal dayanağı yukarıda bahsettiğimiz torba yasa aracılığıyla 14 Temmuz’da çıkarılıyor. Bir diğer garabet ise, bölgeye yapılmak istenen konutların zemin etüdü henüz yapılmamış. Zemin etüdü ihaleler verildikten sonra, topraklar istimlak edildikten sonra yapılmaya çalışılıyor. Burada sermayenin yeniden bir ilkel birikim sürecini tetiklemek için özel bir kararlılık var. Ama bunun karşısında da Dikmece halkının, topraklarını, zeytinini, yaşam alanlarını vermeme noktasında bir kararlılığı var.
Bitirirken: Mücadele Bütündür
Takip edenler bilir, 26 Ağustos’ta Dikmece’de büyük bir miting düzenledik. Orada Akbelen direnişçisi dostlarımız bizimleydiler. Dikmecelilerin, en çok attıkları slogan “Diren Akbelen, Dikmece seninle” sloganı bizlere çok şey anlatıyor.O güne kadar hayatında direniş, mücadele olmayan insanlar başka bir direnişle buluşup, o direnişten beslenmenin ne demek olduğunu kendi direnişleriyle, mücadeleleriyle deneyimlediler ve deneyimlemeye devam ediyorlar. Köy ortamında tarıma dayalı bir yaşamın olduğu feodal ortamdaki kadıların çok büyük bir kısmı Eylül ayında Mor Dayanışma’nın düzenlediği feminist kamptaydılar. Oradan döndükten sonra büyük bir coşkuyla köyün erkeklerini toplayıp “Daha fazla direnişte olacağız, siz de çocuklar, ev işleri ve diğer şeylerle önümüze barikat kurmayın.” dediler. Bu gelişmeler bile bizlere halkın bilincinde yaşanan kırılmayı gösteriyor.
Dikmeceli Seval ablamızın bir sözüyle toparlamak gerekirse,“Benim bu dünyaya bir zeytin ağacı kadar faydam yok ki! Nasıl bu zeytin ağacının kesilip kesilmeyeceğine karar verebilirim?” Bu ifadeler, komünün coğrafyasıyla, doğayla kurduğu bağı özetlemek için çok önemli. Dikmece’deki bütün tarlaların isimleri var. Sahipleri değişebilir ama tarlaların adı bakidir. Tarlasıyla, toprağıyla, coğrafyasıyla, doğasıyla, zeytiniyle organik ilişki kurmuş bir halkın bu sahici bağları koparılmak isteniyor. Şimdi halk bu bağların kopmasıyla kurumuş bir yaprak gibi bir hiçliğin içine savrulmakla karşı karşıya.
Evet, ekoloji mücadelesiyle beraber komünün kendini koruma refleksi de isyan olarak şimdi devrededir. Sermaye içinde bulunduğu derin krizden çıkmak için çok yönlü yıkım hamleleri, yıkım politikalarıyla karşımızda. Bu politikaları hayata geçirebilmek için faşizmi kurumsallaştırmaya çalışıyor fakat başaramıyor. Resmî muhalefetin bütün sefaletine rağmen başaramıyor, çünkü halkın kendi ihtiyaçları temelinde karşı duruşları söz konusu. İşte buna halkın barajı diyoruz. Halkın barajı Dikmece’dir, Akbelen’dir, Antep’teki, İzmir’deki, İstanbul’daki işçi sınıfının grevleri, direnişleri, eylemleridir, motokurye işçileridir, yılın 365 günü sokaklarda olan kadın hareketidir.
Şimdi kapitalizm büyük bir saldırıyla üzerimize geliyor ama saldırdığı her yerden kendi talepleri doğrultusunda bir antikapitalist alanı kendiliğinden ören halkın barajı söz konusu. Biz buradan Dikmece’den sadece o zeytinliklerimize dokundurtmayacağımızı söylemiyoruz; biliyoruz koruduğumuz her bir zeytin ağacı aynı zamanda emeği için mücadele eden Antep organize sanayideki işçilere ses olacak, Akbelen’de ormanın yeniden yeşermesine can suyu olacak, koruduğumuz her bir zeytin ağacı kadınların yaşamları, bedenleri, hayatları için verdikleri mücadeleye ses olacak.