Mustafa Kemal Ersöz
Bu geç bir metin ama maalesef güncel bir metin. Elbette bu metin 6 Şubat sonrası hayatı radikal biçimde sarsılmamış olan okuyucuların yaka silkeceği bir metin olabilecektir. Şüphesiz dışarıdan -Antakya’ya ve havalisinden olmayan- okuyucu “hala mı aynı yerdesiniz?” diye iç geçirebilir. Dışarıdan bir okuyucunun içini bunaltan “Ama artık…’’ diye başlayan bıkkın bir serzenişle daha en başından okumaktan vazgeçip sonuna kadar sabredemeyeceği bir metin olabilir.
Ne de olsa modern ötesi iletişim çağındayız her şey göz açıp kapayıncaya dek bir süratle olup-bitiyor. Evet her şey oluyor ve bitiyor. Ne izleyici ne de olup-bitenin doğrudan muhatabı henüz ne olup-bittiğini idrak edemeden, neden ve sonuçlarıhakkında hakkınca düşünemeden, hakkınca duygulanamadan,bırakın ağıtı, yası, hakkınca küfredemeden bile yeni bir şeyler başlıyor. Olan şey orada bitiyor. Yeni olanlar, olaylar, gündemler başlıyor. Kelebeğin ömründen kısa yeni süreçler başlıyor. Henüz az önce hayretle izlediğimiz kan-revan içinde yaşadığımız olan kaldırılıp unutulan şeyler müzesindeki yerini alıyor. Artık onun hakkında düşünmek, konuşmak hatta onun içinde yaşamak bile demode, sıkıcı görünüyor.
Süreğen bir yeniye yetişme telaşından her şeye geç kalınıyor. Hiçbir şeye yetişilemiyor. Zaman dediğimiz nedir ki? Artık hiçbir şeye vakit yok. Dağılmış pazar yerlerine benzeyen bir keşmekeş içerisinden ne olup-bitene efkarlanmak ne hüzünlenmek ne de başka bir insani duygu bile geliyor kimsenin içinden gelse de öyle sürekli değil. Bir caz müziği gibi gelip geçiyor her şey o kadar çabuk, o kadar kısa, işte o kadar.
Kasavetli konulardan bahseden, zamanın ruhu ve neşesini yakalayamamış sıkıcı biri olarak görünmek pahasına söylemek isterim ki maalesef felaket bir sabaha karşı olup-biten bir şey değil. Felaket bir süreç. Hele ki 6 Şubat gibi ardında bıraktığı yıkım yıllar hatta on yıllar sürebilecek büyük bir felaketinetkileri hayatın tüm veçhelerinde süregidiyor. İnsanlar Antakya ve havalisinde bir felaketin, felaket bir sürecin içerisinde yaşamaya çalışmaya devam ediyorlar.
Enkazlar, molozlar, hafriyatlar, konteynerler, çadırlar, akmayan sular, gidip-gelmeyen elektrikler, kavuran sıcaklar ve haşarat baskınları, alelade bir bahar yağmurunun bile felakete dönüştüğü, gündelik yaşamın kendisini felakete dönüştüren olağan gerçekliğin hudutlarını zorlayan gerçekliğin içinde her şey 6 Şubat sabahında durduğu yerde öylece duruyor.
Zelzelenin ardında bıraktığı iktisadi yıkımın üzerine binen çığırından çıkmış bir enflasyon ve ekonomik buhran koşullarının çok katmanlı yükü altında, neredeyse olanaksız olanın içinde olağanlaşmış bir olağanüstü halde maddi koşulların da ötesinde zelzelenin neden olduğu onulmaz kayıpların yarattığı travmaların ve bu travmaların doğurduğu sanrıların, sayıklamaların, kabusların, kimi sessiz kimi nevrotik bir atak halinde gelen çığlıkların içerisinde, yankısı duyulmayan derin bir sessizlik kuyusuna, unutulmuşluk kuyusuna itilip, terkedilmiş, mahvolmuş hisseden belki hakikaten mahvolmuş hayatların içerisinde kendi kaderleriyleve kendi felaketleriyle baş başa ne halleri varsa kendi başlarına görecekleri, rezerv alan dahi türlü devletlu planlarla borçlandırma, mülksüzleştirme tuzaklarının tehditiyle hülasa boyunlarına asılmış bir yaşamak ağrısıyla yaşamaya gayret gösteriyorlar.
Felaket yerinde, felaketin içinde, hayatın daimi bir felaket sahnesine dönüştüğü hatta bizatihi felaketin kendisi olduğu, tanığı ve kurbanı olunan olağan dışı, her açıdan neredeyse gerçek dışı felaket deneyimlerinin olağan ve aklaindirgenebilen dile tahvilinin felaketin kendisine denk olabilmesinin imkânın olmadığı bir ahval içerisinde tanık ve aynı zamanda kurban olanların bağlamsız, dağınık, kopuk haykırışlar, yakarış ve çığlıklarla ya da derin bir sessizlikle ancak kendini ifade edebildiği kolektif bir haleti ruhiye içerisinde, insanlar yaşam gailesinden sıyrılabildikleri her an artık var olmayan bir eve hafızayı beşerin maluliyetlerinin yanı sıra içinde bulunan özel travmatik durumu da nazara aldığımızda belki de hiç var olmamış bir eve özlem duyuyorlar. Bir memleket artık eve dönmek istiyor.
Tam da mefhumun Yunanca kökeninin muhtevasına denk düşen ve mefhumun zaman içerisinde kazandığı manalara da tekabül eden biçimde felaket coğrafyasında yaşamı melankolik bir nostalji duygusu kaplıyor. İnsanlar ruhen, bedenen duydukları ızdırap ve elemle evlerine dönmek istiyorlar. Yurtlarındalar ne var ki yurt bildikleri yeri özlüyorlar. Ait olduklarını düşündükleri yuvalarına, zamanlarına, memleketlerine özlem duyuyorlar.
Şimdi ev diye başlarını sokabildikleri konteynerlerin kapısına çıktılarında, ekmek kapısı bildikleri barakaların önüne çıktıklarında, köstebek yuvasına dönmüş yollardan ilerlemeye çalışan araçlarının camlarından baktıklarında hep karşılarına aynı felaket manzarası çıkıyor. Uçsuz bucaksız bir yıkım manzarasına bakıyor insanlar. Birkaç tepedeki göstermelik TOKİ konutu inşası dışında hiçbir değişimin yaşanmadığı insanda hiçbir ilerleme hissi uyandırmayan nerdeyse donup kalmış bir zamanın içinde, kayıp zamanın izinde bir geleceksizlik fikri hatta kabulü insanların bilincini kaplıyor, toplumsal bilince hatta toplumsal psikolojiye yerleşiyor.
Hal-hatır sohbetleri, eski tanıdık karşılaşmaları, dertleşmeler, hasbihaller, içki masalarının son dem muhabbetleri mütemadiyen bir şekilde eskiye özleme, eskinin yadına bağlanıyor. Yeninin tahayyülü silikleşiyor. Eskinin Kaf Dağı’nın ardında görünen donuk fotoğrafı hafızanın hileli aynalarında bir avuntu bahçesine, bir sığınağa dönüşüyor.
Gelecek umudunun, hevesinin kaybolması ve gayet maddi nedenlerden ötürü erişilemez görünmesi insanları geçmişin düş bahçelerinde geçmişin belki de hiç öyle yaşanmamış hayaletleriyle kifayetsiz gezintilere mecbur kılıyor.
Geçmişe, geçmişin hayaline dönmenin tesellisi zaten mecali kalmamış, tek başına kendini aşan bir yazgının kör talihiyle dövüşmesi istenenlere güncel dahi gündelik olanın gün geçtikçe daha da keskinleşen, yakıcılaşan, çelişkilerinden, açmazlarından, bitap düşüren yorgunluğundan bir nebze de olsa kurtulabilmenin imkanını veriyor.
Ne var ki her hakikatten kaçış yöntemi gibi, her yalancı bahar çağrısı gibi, her farmakon gibi, her nevi uyuşturucu illeti gibibu nafile çaba da yanılgıları, yanılsamaları, marazlarıberaberinde getiriyor. Bir memleket umutsuzluğun, yarından ümitsizliğin batağında yeninin velut yaratıcılığından, gelecek azminden, bugünden, yarından, zamandan kopuyor. Ne içindehissediyorlar zamanın ne de büsbütün dışında; artık ileriye doğru akmayan çoktan yitip gitmiş donmuş retro ve retorik yitik cennet masalının içinde bugünün yalın gerçeğindenhakikatten kaçıyor olmanın verdiği iç sıkıntısının boğuntusuyla, çıkışsızlıkla daha da beteri yalanla, avuntuyla karışmış bir geçmiş özleminin beyhude sıkıntısıyla boğuluyor.
Hiçbir mahkûmiyet umutsuzluktan daha ağır değildir. Yarına duyulan ümit zayıflayıp, belli belirsizleşerek yok olup gittikçe kadere rıza, süre-gidene rıza, kafa karışıklığı, iradesizleşme, ruhu kemiren endişe, korku, serseri bir mayın gibi yerli yersiz patlayan öfke hüküm sürüyor. Ne yazık ki böylece memleket ve nesiller eskinin içinden zuhur eden kendi yeni özgün hikâyelerini yazabilme yetisinden mahrum düşüyorlar.
Felaketin ardından, onun korkunç anılarından, kaygının ve endişenin toprağından karılan yeni bir sosyal yapı, yeni bir toplumsal bellek doğuyor. Zira uzun erimde sular durulup çekilmeye başladıktan sonra felakettin hafızası, felakettengeriye kalanlardır. Ve eğer siz büyük bir felaketten arda kalan kişiyseniz, meğer siz büyük bir felaketten arda kalanlara bakan kişiyseniz neredeyse hiçbir şey hissedemiyorsunuz. Bir felaketi hatırlamak aynı zamanda onu unutma süreciyle birlikte işler. Mamafih felaketin büyük yıkımının karşından ferd planında kendini yapayalnız, çaresiz hisseden zihin, neyi unutup neyi hatırlaması gerektiğine dair acze düşüyor. Felaketten geriye belki de hatırlanmaya değer olmayan kimi unsurlar galebe çalıyor. Korkuya kapılmış, karamsarlığa düşmüş zihin geçmişin, bugünün ve geleceğin işe yararunsurlarını bilince çıkarmakta zorlanıyor. Böylece bir memleket yeis içerisinde bedbin kendi kendine mırıldanıyor: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’’
Oysa bu ifade evvel vakit, bu günden bakınca çok bir vakit önce başka bir bağlamda başka bir ahval ve şerait içerisindeama tam da bu günlerdeki gibi bizi rezil bir geleceğin kölesi sandıkları bir zamanda, ardımızda bırakarak güz çağrısınıumudun şafağına uyandığımız ve şarkılarla geçip caddelerden meydanlara indiğimiz o ilk yaz günlerinde, hepimizin yeni bir hikayesi olduğu, kolektif belleğimizin yarına dair düşle, umutla karılmış bir masalsılıkla harmanlandığı izzet-i nefsin ayaklandığı, mukadder görünene başkaldırdığımız, dayanışma ile direniş ile imkansızın içinde bir imkan devşirdiğimiz, tek başımıza kurtuluşun olmadığını bilince çıkardığımız ya hep beraber ya hiç birimiz diye haykırdığımız o şölen günlerinde,haziran isyanı günlerinde söylenmişti.
Peki ama o günlerden bugüne bir rabıta bizler için bir misal, bir yol yok mudur? Yoksa dayanağı muğlak naif bir nostaljiden mi ibarettir bu nazariye?
Nostaljinin bir veçhesinde melankoli, sinizm, varsa bir diğer veçhesinde yaşanan hayatın, bize neler kaybettirdiğini anlamaya başlayan insanın gitgide yoksullaşan hayatı, yeniden daha zengin, velut, renkli bir hale getirme arzusuna, isteğineyaslanan şimdiyi sorgulayıcı, sarsıcı, şimdi ve burada diyen yeniden kurucu, şimdinin karabasanlarına direnmenin, şimdiyle yüzleşmenin yollarını açan ferdi anımsama ile kolektif anımsama arasındaki karşılıklı ilişkiye toplumsal hafızayı yeniden inşa edici hususiyetleri de var.
Bir yüzümüz felakete dönükse bir yüzümüzü hayata dönebilmeliyiz. Felaketten öğrendiklerimizi yarının inşasına tahvil edebilmeliyiz. İster yitip giden eski cennetin özlemiyle yahut kendi küllerimizden kendi ellerimizle yeniden inşa edeceğimiz yeni cennet özlemimizle, geri dönülemez, fert ferthepimizi iradesinin aşan bir felaketin ardından işte şimdi buradayız. Ne yaparsak yapalım kaçıp, kurtulmayacağımız bir yazgı bu. Her şeyi şimdi ve burada hep birlikte yaşayacağız. Buradan çıkacaksak hep beraber ancak birlikte çıkacağız.
Öyleyse filhakika şu anahtar soruyu sorabiliriz: Ne yapmalı?
Bir yanda 5’li çeteler, Şantiye, Rantiye, Faiz akbabaları devletlu zevatla kol kola girmiş evimize barkımıza hatta mülkten-topraktan öte, memlekete, tabiata, feleğe, devranaçökmeye azmetmişken, makamlarda, müsteşarlıklarda, salonlarda, çalıştaylarda kalan ömrümüz birilerinin gelecek cirolarına, taşınmaz varlıklarına rezerve edilirken öfkemizi ne kadar borçlandığını bilemediği borç taahhütlerine imza atmaktan imtina eden bizimle aynı kaderi paylaşan komşumuzdan, önümüze sürülen göstermelik günah keçilerinden ziyade esas müsebbiplere, esas muhataplarına yöneltmeliyiz.
Biz kendimize yardım etmezsek kimsenin bize yardım etmeyeceğini bilmeliyiz. Biz birbirimize el vermedikçe kimsenin bize elini uzatmayacağını bilmeliyiz. Biz bize saygı duymazsak kimsenin bize saygı duymayacağını bilmeliyiz. Birbirimize sahip çıkmaksak kimsenin bize destek çıkmayacağını bilmeliyiz. Her koyun kendi bacağından asıldıkça sürünün hiçbir şansı olamayacağını bilmeliyiz. Birlikte ve beraber konuşmazsak kimsenin sesimizi işitmeyeceğini bilmeliyiz.
Ev-ev, bina-bina- mahalle-mahalle yan yana gelmeliyiz. Birlikte düşünmeli, konuşmalı eylemeliyiz, hülasa birlik olmalıyız. Ne olacaksa hepimize olacağını bilmeliyiz. Nihayet, elbette her şeye rağmen yüzümüz yaşama dönük olmalı, nikbin olmalıyız zira umut; sabır, azim ve tahammülle mündemiçtir.
Ezcümle, “ne geçmiş tükendi ne de yarınlar’’ ama elbette bir şerhle “bugünlerden geriye, bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler’’ ve artık hepimiz her günkü gündelik tecrübemizden biliyoruz ki: Yaşamak direnmektir! DİREN HA! Müthiş kazandığımızı göreceksin!
Mayıs 24 / Antakya