Barış Can
Depremin üzerinden biri genel ve biri yerel seçim olmak üzere iki seçim geçti. Genel seçim sürecinde siyasal erk, depremin ilk üç günü yokmuş gibi davranması ile ilgili az buçuk bir mahcubiyet dili geliştirmeye çalışmıştı. Deprem bölgelerinde helallik isteyen Tayyip Erdoğan, geçici barınma alanlarının hızlıca oluşturulması, bir yıl içerisinde kalıcı konutların büyük bir kısmının teslim edileceğinin, istihdamın ve şehir ekonomisinin yeniden canlandırılması için teşvikler ve önlemler alınacağının vaatlerini peş peşe sıralamıştı. Yerel seçimlerde ise siyasal iktidarın kullandığı dil, yerini genel seçimlerdeki az buçuk bir mahcubiyet dili yerine daha üstenci bir tehdit diline bırakmıştır. Özellikle Tayyip Erdoğan’ın Hatay konuşmasındaki “Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Şu anda Hatay garip kaldı, mahzun kaldı” sözleri tehdit diline evirilişin önemli bir göstergesidir.
Erdoğan’ın depremzedelere yönelik, aba altından sopa gösteren, bize oy vermezseniz, yerellerde bizi iktidara taşımazsanız kaderinizle baş başa kalacaksınız mesajı, esasen bütün depremzedeleri kapsayan bir mesaj değildi. Bu konuşma, Hatay dışındaki bazı kamuoyunda tepkiyle karşılansa da yerelde yaşayan, ötekileştirilmiş, makbul olmayan, kendisine mesaj gönderilen halk için pek de şaşırtıcı olmamıştır. Bu ne yeni bir söylem ne de yeni bir pratik politik tutumdur. Zira bu, tarihsel olarak ötekileştirilmiş bu insanlar için tarihsel süreç içerisinde yıllarca deneyimlemiş oldukları bir olgudur. Kaldı ki yerel siyasette bile, büyük şehrin hangi partiden olması fark etmeksizin, makbul olan vatandaşa makbul olmayan vatandaşa göre sınırsız hizmet götürüldüğü, makbul olmayan vatandaşların halen 1980’li yılların yollarına ve altyapısına mahkûm edildiği apaçık ortadadır.
Siyasi erkin bu üstenci, dışlayıcı ve tehdit edici dilin yansımasını Hatay’da Hassa ilçesinde AKP’den Belediye Başkanı seçilen Selahattin Çolak’ın, seçim akşamı, seçimi kazanma kutlamasında yaptığı konuşmada görmekteyiz. AKP adayı Selahattin Çolak; “Samandağ, Arsuz, Defne blok olarak oraya geçti. Bizim içimizde de var Samandağlılar, onlara da yazıklar olsun. Biz milliyetçi, muhafazakâr insanlar olarak Samandağ’ın Alevi’si af edersin, blok gidiyor, neredeyse yüzde 100… Onlarla da yarın bir gün hesaplaşacağız” dedi. Çolak’ın, “Affedersiniz Alevi” ifadesini kullanması ve sıklıkla ‘Samandağlılar’ diyerek çoğunlukla Arap Alevilerin yaşadığı Samandağ halkını hedef gösterdiği bu konuşma alelade, düşünmeden yapılmış değildir. Bu söylem tam da devlet zihniyetinin, özelde AKP zihniyetinin makbul olmayan, ötekileştirilmiş Arap Alevilere yaklaşımının tezahüründen ibarettir. Bu yaklaşımı gene seçim döneminde Samandağ’da öğretmen olarak görev yapan, sanatsal çalışmaları ile tanınan Nihat Çay için sergilenen tutumda da görmekteyiz. Çay, anadil günü için öğrencilere Arapça yerel lehçede bir tekerlemeyi şarkılı oyuna dönüştürüp öğretmiş, farkındalık yaratmak adına sosyal mecralardan video olarak paylaşmış, öğretmene öncelikle tehdit içerikli mesajlar gönderilmiş, CİMER’e şikâyet edilmiş ve Milli Eğitim soruşturma başlatmıştır. Bu olayda da görüldüğü gibi maalesef yaşadığımız coğrafyada hâlen resmi dil dışındaki anadiller büyük bir problem olarak görülmektedir. Burada ironik olan tek tek kişilerin şikâyetinden çok, devletin, Milli Eğitimin çeşitli vesilelerle kitaplarında yer verdiği bir dille ilgili soruşturma açmasıdır. Buradaki hedef o yöreye ait lehçeyi kullanan, yani makbul olmayanlarla ilgili bir problemdir. Buradaki soruşturma, esasen Arapçaya değil, makbul görülmeyen Arap Aleviliği kimliğinin kendisinedir. Gerek bu soruşturma gerekse de belediye başkanının konuşmaları Recep Erdoğan’ın konuşmalarındaki genel politikanın bir yansımasıdır.
Bilinen bütün bu tarihsel gerçeklere, seçim sürecinde bile tüm bu yaşananlara rağmen seçimden sonra devletin, depremde enkaz altındaki canlarını kendi elleriyle molozların altından çıkartmaya çalışanların yanında olmayan, yokmuş gibi davranan devletin, depremden sonra birdenbire var olacağını düşünmek hayalden ötedir. AKP’nin Hatay’da hizmet söylemi, şehrin yeniden inşaası söylemi her ne kadar depremzedeler üzerinden kurulsa da bu söylem, yaşanan, yaşanacak yeni sermaye aktarımını meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. Siyasal iktidar, Hatay’ı tartışmalı bir biçimde, tüm bu itirazlara rağmen, bunun nedenleri şu anki yazımızın konusu olmamakla birlikte, bazılarına göre Suriyelilere oy kullandırılması, kimine göre oyların çalınması, ölülere oy kullandırılması ve kimilerine göre de o süreçte büyükşehri yönetenlere karşı kullanılan tepki oyları nedeniyle, Büyükşehri kazanmıştır. Tam da Erdoğan’ın istediği merkezin ve yerelin aynı partiden olma istemi gerçekleşmiştir. Büyükşehir mazbatası alınır alınmaz Hatay’a gelen Bakan Özhaseki, Hatay’a geldiğinde deprem için Dünya Bankasından elde edilen 14.2 milyar TL’lik kredinin tamamını Hatay’a kullanacağını ifade etti[1]. Daha önceleri sözü bile edilmeyen bu paranın yanı sıra daha önce de Avrupa Yatırım Bankasından Türkiye’ye deprem kredisi olarak 400 milyon Euroluk bir kredi verildiği düşünüldüğünde[2], depremle ilgili oluşan bütçenin büyüklüğü göz önüne alındığında, siyasal iktidar için merkezle yerelin aynı partiden olmasının önemi açığa çıkmaktadır. Hatay’ın uzun yıllar bir inşaat sahası olacağı hesaplandığında da bu paranın deprem felaketi üzerinden yeni bir sermaye aktarımı olması, yeni rantlarla yeni zenginler oluşturma ihtimalini güçlendirmektedir. AKP’nin bu konudaki sicili akla geldiğinde, deprem üzerinden bir sermaye aktarımının, yeni rantlar, zenginler oluşturma ihtimalinin güçlendiğini görmekteyiz. Bugüne kadar AKP’nin yarattığı rant sermayesi ve sermaye aktarılma biçimleri göz önüne alındığında bu yorumu yapmak yanlış olmaz. Böyle dev bir bütçenin tıpkı kendilerinin istediği gibi yerelle genelin aynı parti aidiyetine mensuplarca yönetilmesi, gelişecek bu süreçlerin hesapsız sorgusuz yapılma olasılığını arttırmaktadır. Kaldı ki deprem sonrası imar politikasını makbul olmayan vatandaşları mülksüzleştirme üzerine kuran iktidarın elini de daha fazla güçlendirecektir.
Siyasi erkin Merkez ile Büyükşehrin tek partiden olma arzusunun gerçekleşmesi ve oluşan devasa bütçeler düşünüldüğünde, belediyelerin, daha doğrusu ilçe belediyelerinin önemi, onların alacakları politik tavrın önemi katbekat artmaktadır. Yerel seçimler sonlanmıştır. Yerel seçimlerde söylenen vaatlerin, sözlerin yerine artık pratik politikanın zamanıdır. İlçe belediyeler için, özellikle Samandağ’da, Defne’de, Arsuz’da deprem sonrasında yeni bir inşa edebilme, yeni bir politika yapabilme biçimi, olanakları mevcuttur ve zaruridir. Burada seçilen partinin isminden çok, politik tercihlerinin yansıması olarak alınan kararların, neye, kime hizmet ettiğine ilişkin bir tercih olacaktır. Yeni yerel yönetimler, eski alışkanlıklarla siyaset yapıp yapmayacaklarının kararını verecekleri bir aşamadayız. Alınan kararlar halkın yarına mı olacak yoksa belli bir grubu, yeni dar grupların yeni rant alanları oluşturulması adına mı olacak? Eski ile yeni arasındaki bu tercih, bir toplumun geleceğinin yeniden kurulması için bir turnusol kâğıdı görevi görecektir.
Buralarda yaşayan insanların sağlıkları, yaşam alanları ve gelecekleri tehdit altındayken acilen politik tavrı netleştirmek gerekir. Konteynerlerin, insanlar içindeyken yandığı; salgın hastalıkların alıp başını gittiği; kuduz riskinden dolayı mahallerin karantinaya alındığı; yaşam alanlarına çok yakın yerlerde beton santrallerinin kurulduğu bir süreçteyiz. Tıpkı Dikmece’de olduğu gibi Defne’ye bağlı Samandağ yolu üzerindeki Hancağız mahallesinde yapılan TOKİ’ler, hazine arazileri dururken insanların zeytinlik alanlarında yapılmakta, mülk sahiplerine haber verilme gereksinimi duyulmadan inşaata başlanmaktadır. Buralarda yeni yapılan yerlerin uzandığı sınırlar düşüldüğünde, kimlerin toprağının alınıp kimlerin bu yaratılan yeni imar sonucu toprak değerinin arttığı düşünüldüğünde karşımıza amacı bilinen bir sonuç çıkmaktadır. Makbul olmayanların, ötekileştirenlerin mülksüzleştirildiği, makbul olanın, öteki olmayanının, zenginleştirildiği bir durumla karşı karşıyayız. Tam da bu noktada direngen yerel yönetimlere, direngen belediyelere ihtiyaç duyulmaktadır. Devletin bu yok edici, jakoben tavrına karşı, halkın yanında olan, toprak gaspları, rezerv alanlar gibi insanları mülksüzleştirmeyi hedefleyen politikalarla ilgili bütün DKÖ ve STK’larla tepki geliştirip, bu tepkileri ören, aldıkları kararların hepsinde halkı sürece dahil edip siyasi erke karşı direngen yönetim anlayışı gerçekleştirilmesi elzemdir.
Aksi bir durumda bu toplumun artık kaybedecek ne beş senesi ne de bir yılı bulunmaktadır. Çünkü zaman dediğimiz şey, yok sayılan, ötekileştirilmiş, makbul görülmeyen bu vatandaşların aleyhine işlemektedir. Aleyhte alınan her karar, mülksüzleştirme çabaları, bu toplumun uzun vadede yok oluşu için bilinçli atılan birer adım olarak karşımıza çıkacaktır. Ve bu kararlara karşı oluşan sessizlik ve tepkisizlik bu yok oluşa hizmet edecektir.
[1] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/bakan-ozhaseki-dunya-bankasindan-elde-ettigimiz-krediyi-hatay-icin-kullanacagiz-42443593
[2] https://www.ekonomim.com/finans/haberler/avrupa-yatirim-bankasindan-turkiyeye-deprem-kredisi-haberi-716048
(Bu yazı, Ehlen Dergisi’nin Mayıs 2024, Yıl 2, 4. sayısında yayımlanmıştır.)