Antakyalı Yazarlar ve Alevi Mahallesine İltica

Adil Okay 

Çağdaş sanatta yazar / sanatçı, okuyucuyu pasif bir alıcı olarak görmez. Onu metnin bir parçası, bir yol arkadaşı ve hatta bir sırdaşı olarak konumlandırır. Bu yaklaşım, uzun betimlemeler yerine kısa cümleleri, imgeleri ve metaforları kullanarak okurun zihninde yeni çağrışımlar yaratmayı hedefler. Yazar, okuyucuyu satır aralarını ve bilinçli olarak bırakılan boşlukları doldurmaya davet eder. Bu etkileşim, okuyucu için keyifli olduğu kadar, zaman zaman zihinsel bir çaba da gerektirir.

Bu, Antakyalı yazarlar Recep Yıldırım ve Tunay Devrim’in eserlerinde de gözlemlediğim bir durum. Yazarlar, okuyucunun doldurmasını bekleyen bilinçli boşluklar bırakıyorlar. Bu boşluklar, okuyucunun kendi bilgisi ve duygusal birikimiyle metne katkıda bulunmasını sağlıyor. Boşluklardan birini, “mozaik” retoriğinin aslını bilmeyenler için açıklamak, unutanlara da hatırlatmak istiyorum: Bir zamanlar Antakya’da, uzun bir dönem ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Aleviler ile egemen kimlik mensubu olan Sünnilerin mahalleleri -Türkiye’nin birçok kentinde olduğu gibi- ayrıydı. İstisnalar olmakla birlikte Gayrimüslimler de ağırlıklı olarak kendilerini daha güvende hissettikleri Alevi mahallelerinde yaşarlardı. Ezilenlerin dayanışması diyebiliriz buna.  Onların da büyük çoğunluğu önce Antakya’yı sonra da Türkiye’yi terk ettiler. Mozaik falan kalmadı. 

Recep Yıldırım’ın Öykülerinde Geçmişe Yolculuk

Recep Yıldırım’ın “Geyik Böceği”[i] adlı öykü kitabında yer alan “Kendine ait bir oda” adlı öykü, Antakya’nın yok edilen değerlerine, kırılan mozaiğe ayna tutarken, çok kültürlü geçmişine duyulan derin bir özlemi de fısıldıyor. Türkçe, Arapça ve Ermeniceye yapılan göndermelerle, şehrin kadim çok dilliliği ve inanç zenginliği yeniden canlanıyor. 

Öyküyü okurken Cumhuriyet tarihi boyunca devlet ve mahalle baskısı sonucu (örneğin yirmi kura askerlik uygulaması, 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi, halkın iradesi yok sayılarak değiştirilen bölge-belde adları vd. psikolojik ve fiziki baskılar nedeniyle) göçe zorlanan azınlıkların arkalarında bıraktığı derin hüznü ve boşluğu iliklerimize kadar hissediyoruz; yazarın andığı Terzi Anjelik’i, Madam Pauli’yi ve Konstantin’i, yani uzun yıllar önce tarihe karışan “mozaiği” özlüyoruz. İsevi ve Musevi azınlıklar yanı sıra (yazar gibi) ana dili Arapça olan Alevi çocukların okulda maruz kaldıkları psikolojik baskıyı, Hrant Dink’in ifadesiyle- yaşadıkları “güvercin tedirginliği”ni anımsıyoruz.

Tunay Devrim’in Ceylanı

Boşluklar ve okuyucu katkısı hakkında bir başka örnek vereyim. Tunay Devrim, “Ravi”[ii] adlı kitabında yer alan “Gelineli” adlı öyküsünde “Yakup” demiş, “Yusuf” demiş, bırakmış. Bu noktada okuyucudan Yakup ve Yusuf’un dinler tarihindeki yerini ve söylenceleri anımsaması beklenir.  “Gelineli” adlı öyküden aşağıda alıntıladığım bir paragraf meramımı özetler: 

“Karanlıkta ağaçlı bir yoldan gitsen ne değişir? İnsan ormanı göremedikten sonra çöl de ormandır kalbinde. Çölden geçiyorum şimdi ağzımda kum değil zehir zerreciği. Çölün içinden geçiyorum ve hiçbir ceylan bir kuyuya götürmüyor beni. Hiçbir Yusuf’a rastlamıyorum çünkü kuyular sürgünlerle dolu. Her sürgün uzaktaki ağlayanına hasret. Oysa hiçbir Yakup tartmadı gözyaşını bir gömlekle…” (s. 38)

Burada durup, Devrim’in öykülerinde dolaylı değinilen Yakup ve Yusuf söylencesinden yola çıkarak an itibariyle devam eden bir trajediye değinmek istiyorum. Biliyorsunuz dünyanın gözü önünde bir soykırım yaşanıyor. İsrail 20 ay içinde 20 bini çocuk 65 bin sivili katletti. Etmeye devam ediyor. Hiçbir ülke -cılız kınamalar dışında- İsrail’i durdurmaya yanaşmıyor. BM kararları uygulanmıyor. 

Bilindiği gibi Hz. Yakup, İsrailliler tarafından “İsrailoğullarının üç kurucu atasından (Patriarchs) biri” olarak kabul edilir. Diğerleri İbrahim ve İshak’tır. (İslam dini de Yakup’u peygamber olarak kabul eder.) Yakup’un oğlu Yusuf’un ise kaderi kötü yazılmıştır. Yusuf kendi kardeşleri tarafından -kıskançlık nedeniyle- öldürülüp bir kuyuya atılmış, baba Yakup da bunu öğrenince kahrolmuş, gözyaşlarını oğlu Yusuf’un kanlı gömleğiyle silmiştir. O kan da aslında Yusuf’a değil bir ceylana aittir. Katil kardeşler bir ceylanın kanını Yusuf’un gömleğine sürmüşler ve onun bir kurt saldırısında öldüğü yalanını söylemişleridir. 

Yazarın “ceylan ve kuyu” metaforunun kaynağı da budur.

İşte diyorum, Hz. Yakup bugün yaşasaydı daha çok kahrolur, 7 Ekim 2023’ten bugüne 20 bin Filistinli çocuğu katleden, 4 bin çocuğu da elsiz ayaksız bırakan İsrail devletini çocuk katili ve “düşkün” ilan eder, lanetlerdi. Keza sayıları çok az da olsa bazı Yahudi cemaatler Siyonist İsrail devletini “düşkün” ilan edip soykırımı kınamaktadır. 

Babam Süleyman Okay’ın Alevi Mahallesine İlticası

Bir başka örnek vereyim: Sosyalist şair kimliği ile tanınan (Antakya’da en zor dönemde, 12 Eylül sonrasında Halk Evi başkanlığı yapan, İHD’nin kurucuları arasında yer alan) babam Süleyman Okay da 70’li yıllarda Sünni mahallelerinde örgütlü olan devlet destekli “ülkücü” çetelerin tehditleri sonucu- birçok Sünni kökenli sol kimlikli insan gibi – kendini daha güvende hissedebileceği Alevi mahallesine, Affan’a taşınmıştı. 

Tarihin cilvesine bakın: Ben de 12 Eylül faşist darbesinden sonra Lübnan Filistin kamplarına geçmeden önce Suriye’ye, Alevilerin coğrafyasına sığınmıştım. Ve ne acıdır ki birçok bağımsız gözlemcinin araştırma sonuçlarına göre, 2011’den bu yana, iç savaşta 160.000’i Alevi olan 300.000 insan hayatını kaybetti. Alevi, Sünni, Hristiyan, Arap, Kürt, Türkmen, Dürzi -büyük çoğunluğu savaşta taraf olmayan- milyonlarca Suriyelinin evi yıkıldı, iç dış göç yaşandı. Bugün de HTŞ çetesinin, özellikle Alevi sivilleri hedef alan, katliamları devam ediyor. 

Sonsöz de Recep Yıldırım’dan Olsun

Recep Yıldırım’ın depremden önce yazdığı ve “Geyik Böceği”nin sonuna eklediği bir metinde sözünü ettiğim Alevilere yönelik asimilasyon politikasının ve kültürel soykırımın sonuçları şöyle ifade ediliyor: 

“Göç öykümüz yok. Arkeolojik katmanlar var insanlarımızda. Dedelerimiz birkaç dille konuşuyor. Ninelerimiz Arapça konuşuyor. Dedelerimiz, sütunlu mabetlerimiz, meslek tanrılarımız. Babalarımız, meslek yalvaçları. Annelerimizin belleği ördükleri hasırlarda kaldı. Biz çocuklar son çömleğin içindeki şaraptan tattık. Çömleği parçalayıp attık. Göç öykümüz yok. Buradayız. Ruhumuz azapta, ruhumuz göçte. Renksizliğe, belirsizliğe, kimliksizliğe yol alıyor.” (s. 89)


[i] Recep Yıldırım, Geyik Böceği, Belge Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2023.

[ii] Tunay Devrim, Ravi, SRC Kitap, İstanbul, 2025.