Hakan Mertcan
Türkiye tarihinde, kimi özel zamanlar hariç, isimleri anılmayan, varlıkları silinmeye çalışılan, üzerlerine kara bir örtü çekilmiş etno-dinsel bir topluluktur Arap Aleviler. Mart 2011’de başlayan Suriye olaylarıyla birlikte yine hatırlandı Arap Aleviler, tabi çoğunlukla olumsuz bir biçimde. Birçok iftiranın, saldırının ve nefret yüklü söylemin konusu olan Arap Aleviler gerçekte kimdir, nasıl bir tarihten gelmektedirler, sosyal-kültürel-inançsal yapıları nedir? Kısa bir yazıda bunlara cevap vermek çok zor. Burada Arap Alevilerin tarihine genel bir bakışla yetineceğiz.
Kimi zaman Nusayriler olarak da adlandırılan topluluğun mensupları, genellikle kendilerini Arap Alevi olarak ifade etmektedir. Peygamberin M. 632 yılında Veda Haccı’ndan dönerken Ġadir Humm denilen vadide kendinden sonra veli ve vasi olarak Hz. Ali’yi işaret ettiği biata sonsuza kadar bağlı kalacaklarını bildiren, Ehlibeyt’in ve başta Hz. Ali olmak üzere On İki İmamların açtığı yolda “aşkla” yürüyen Arap Aleviler tarih boyunca, diğer Bâtıni topluluklar gibi aşırılık, sapkınlık, mülhitlik, zındıklık, kâfirlik gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmış, büyük zulüm ve katliamlara maruz bırakılmışlardır. Nusayri nitelemesinin de 11. İmam Hasan el-ʽAskerî’nin en yakın müridi (bâbı) olarak nitelenen ve Askeri’nin ölümünün ardından ondan edindiği inanç ve öğretileri çevresine aktaran Muhammed bin Nusayr’a nispetle, onu ve takip edenlerini tahkir etmek, aşağılamak ve “gulât” (aşırıcı) olarak suçlamak üzere erken dönem Şii yazarlarca kullanılmaya başladığı görülmektedir.
Muhammed bin Nusayr’ın ardıllarından biri olan el-Huseyn b. Hamdân el-Hasîbî Arap Alevi topluluğunun tarihinde kurtarıcı bir önder olarak büyük bir yer tutar. Büyük eserler ortaya koyan ve önemli bir inananlar topluluğunu bir araya getiren el-Hasîbî, Hamdâniler Devleti’nin tanınmış lideri Seyfuddevle’nin (916?-967) de hocası olmuş, bu sayede, Arap Alevilerin tarihinde istisna teşkil edecek, huzurlu bir evrenin açılmasını sağlamıştır. Hamdânilerin yıkılışının ardından Arap Aleviler için tekrar korkulu günler başlamış ve Lazkiye bölgesine, Alevi/Nusayri Dağları olarak adlandırılan dağlık alana çekilmeye başlamışlardır. Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Mercidabık’ta kazandığı zaferin ardından da büyük ölçüde bu dağlara mahkûm olmuşlardır. Arap Alevi tarih anlatısına göre, Alevilerin karşılaştığı en büyük katliam Yavuz Sultan Selim’in bu seferinde yaşanmıştır ve Yavuz, halk arasında hala Yezid gibi, Muaviye gibi büyük bir Alevi düşmanı olarak anılmaktadır.
Yaklaşık dört yüzyıl Osmanlı egemenliği altında yaşayan Arap Aleviler, İslam dairesi içinde ama heretik (sapkın) bir topluluk muamelesi görmüşler, ayrımcı vergi ve uygulamalara maruz bırakılmışlardır. Büyük çapta yoksulluğun, tecridin ve devlet şiddetinin hüküm sürdüğü uzun yılların ardından II. Abdülhamid Dönemi’nde ihtida (Sünnileştirme) politikaları çerçevesinde Arap Aleviler ile merkezi yönetim arasında göreli bir “uzlaşı” yakalanmıştır. Devlet Alevileri Sünnileştirmek üzere, köylerine mescit ve okullar yaptırmış, Aleviler de bir nebze “nefes” alabilmek için Sünniliği benimsediklerini ilan etmişlerdir. Ama hakikatte ne bu insanlar Alevi öğretisinden vazgeçip Sünnileşmiştir ne de devlet sapkın olarak gördüğü bu Alevilerin “yola geldiğine” inanmıştır. Keza Türkiye Cumhuriyeti yönetimi de asimilasyonist politikaları gereği onları Etili Türk kardeşler olarak “bağrına basmış” ama kayıtlarında her zaman Arap ve Alevi olarak tutmuştur.
I. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan işgale karşı Suriye’nin Lazkiye bölgesinde Fransızlara karşı direnişe geçen -ve kısmen Mustafa Kemal’den de destek gören- Alevi Şeyhi Salih el-Ali, bağımsız Suriye devletinin kurulmasından sonraki süreçte, Suriye’de ulusal birliğin sağlanmasında önemli figürlerden biri olarak belirmiştir. İskenderun Sancağı’nın tanınmış bir Alevi ailesinden gelen ve Arap ulusalcı düşüncenin önemli temsilcilerinden olan Zeki Arsuzi de Alevilerin Suriye ulusuna entegrasyonunda etkili olmuştur. İskenderun Sancağı’nda, bağımsızlık mücadelesi yürüttüğü 1930’lu yıllarda Uruba gazetesinde, “Türk tezleri”ne karşı Alevilerin Arap ulusunun bir parçası olduğuna dair yazılar yazan ve Alevileri Arap davasına kazanmaya çalışan Arsuzi, burada amaçlarını gerçekleştirememesi ve gördüğü baskılar nedeniyle Sancağı terk etmek zorunda kalmış ve Arap ulusçuluğu fikirlerini Suriye’de yaymaya çalışmıştır. Arsuzi’nin düşüncelerinin de biçim verdiği Baas Hareketi diğer azınlık topluluklar gibi Aleviler için de çekici olmuş ve bu topluluklar, din ve devletin birlikteliğini amaçlayan İslamcı yaklaşımlara karşı “sosyalist” ve seküler bir zemin üzerinde yükselen ulusal bir çatı altında yaşama idealine yönelmişlerdir.
Fransız manda yönetiminden itibaren, diğer azınlık gruplarla birlikte orduda görev alan Aleviler zaman içinde ileri kademelere gelmişlerdir. 1963 yılında Salah Cedid gibi bazı Alevi subayların orduda etkili pozisyonlar edinmeleri de Alevilerin ordu içinde güç kazanmasına yardımcı olmuştur. Yine, Lazkiye Alevilerinden olan Hafız Esad’ın 1970’te iktidarı ele alması Alevilerin bir kısmı için hem Baas Partisi içinde hem de bürokraside üst düzey görevlere gelebilmenin önünü açtı. Fakat bu, Esad karşıtı İslamcı güçlerin sıkça iddia ettiği gibi, Suriye’nin bir Alevi devletine dönüştüğü anlamına gelmemektedir. Gerek Hafız Esad gerek Beşar Esad döneminde Aleviliğin, bırakın kamu politikalarına yön vermeyi kamusal olarak esamesinin okunmasından bile kaçınıldığı görülmektedir. Hıristiyan, İsmaili, Dürzi ve Alevi desteğinin yanı sıra geniş bir Sünni ittifakla varlığını sürdürmeye çalışan Suriye rejimine illaki dinsel bir nitelik biçilecekse bu ancak -her yerde baskın bir görünürlüğü olan- Sünni İslam olabilir.
Türkiye coğrafyasına bakıldığında, Fransız işgali döneminde, Çukurova bölgesinde, Arap kimliği çerçevesinde bir mücadeleyi hedefleyen Milli Uyanış Cemiyeti (İntibâh-ı Milli) etrafında örgütlenen Arap Alevilerin Kemalist güçlerin bölgedeki etkinliği ve Fransız işgalinin yarattığı kaotik ortamın etkisiyle birlikte eksen değiştirerek Milli Mücadele’ye katıldıkları ve Çukurova bölgesinin kurtuluşunda büyük bir rol oynadıkları görülmektedir. Yine, 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasında da Türk tarafıile birlikte hareket eden Arap Aleviler, belirleyici bir konumda olmuşlardır. Fakat Cumhuriyet tarihi boyunca bu insanlar, hep “var” ile “yok” arasında salınmışlar, varlıklarını ancak büyük bir sükût içerisinde devam ettirebilmişlerdir. Resmi tarih anlatısı onların tarihsel pozisyonunu tamamen yok sayamasa da bu insanları ancak Türklükle irtibatlandırarak anımsamıştır; “Eti Türklüğü” yalanı da böyle bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişimindeki tüm katkılarına rağmen, devletin sahip olduğu homojen bir ulus yaratma anlayışı dolayısıyla (başat ulus kimliği dışındaki diğer topluluklar gibi) Arap Aleviler, kendi kimlikleriyle Cumhuriyet’in birer yurttaşı olarak var olabilme şansına sahip olamamışlardır. Topluluk üzerinde erken dönemden itibaren izlenen asimilasyon politikası 1930’lu ve 1940’lı yıllarda sistemli ve katı bir biçimde uygulanmıştır. Özellikle Halkevleri ve Hars Komitaları aracılığıyla yürütülen faaliyetlerde, bu insanlara, Araplıkla bir ilişkilerinin olmadığı, bir Türk topluluğu olan (!) Etilerin (Hititlerin) çocukları oldukları yönünde hakikate aykırı propaganda yapılmış, bir an evvel Türklük bilincini idrak etmeleri gerektiği kimi zaman ikna kimi zaman zor yöntemleriyle belletilmeye çalışılmıştır.
Bugün bakıldığında, Arap Alevilerin yoğunluklu olarak Adana, Mersin ve Hatay coğrafyasında yaşadıkları görülmektedir. Kesin bir rakam verme imkânı olmasa da Türkiye’de bir milyonun üzerinde Arap Alevinin yaşadığı söylenebilir. Özellikle Mersin ve Adana çevresinde genç kuşaklarda anadilin önemli ölçüde yitirildiği bilinmektedir. Fakat Alevi şeyhleri tarafından yürütülen geleneksel din eğitimi çerçevesinde Alevilik bilinci etnik aidiyete nazaran daha fazla korunmuştur. Dinsel olarak içe dönük bir yapıyı temsil eden Arap Aleviler, inanç ve öğretilerini bütünüyle alenileştirmekten kaçınırlar. Bâtıni inanç ve öğretilerini açığa vurmaya istekli olmadıkları gibi, siyasal egemenliği elde ettikleri kimi tarihsel dönemlerde de bunları egemen oldukları sınırlar içerisindeki topluluklara dayatma yoluna gitmemişlerdir. Onlar, deruni bilginin, ancak ehline gönül açacağına inanırlar. Bütün kutsal kitaplara hürmet eden, bütün peygamberleri kabul eden, Hz. İsa’nın doğumundan Hz. Musa’nın Hızır’la buluşmasına kadar çok sayıda günü bayram olarak kutlayan Arap Aleviler, aksi yöndeki iddialara karşın, İslam’ın hakikatine/esas mesajlarına bağlı Müslüman bir topluluk oldukları konusunda nettirler. Anadolu Alevileri, Dersim Alevileri gibi diğer Alevi topluluklardan öğreti ve ritüeller bakımından önemli farklılıklar gösterdikleri gibi, çeşitli bakımlardan onlarla ortak paydalara da sahiptirler. Bu, toplulukların kendilerini “Alevi” olarak nitelemeleri ve sahip oldukları “Ali aşkı” bile başlı başına, bir arada durabilmelerini, cemleşmelerini sağlayabilen bir zemindir. Ayrıca son zamanlarda, Alevilere yönelik tehditlere ve nefret söylemine karşı kurumsal olarak bütün Alevilerin ortak tepki göstermeye ve “yol bir sürek bin bir” temel düsturunu işaret ederek farklılıklarından ziyade ortaklıklarını öne çıkarmaya özen gösterdikleri gözlemlenebilmektedir.
(Bu yazı, Hakan Mertcan’ın Akıntıya Karşı: Aleviler, Suriye ve Laiklik kitabından alınmıştır.)