İlker Maga
Her nasıl ki bir medeniyet denemesi ardında bıraktığı kültür kadar zenginse bir insan da anıları kadar zengin ya da değildir. İnsanın hafızasına düşen anı ilk hâliyle kesinlikle kalmaz, ilerleyen yıllarda sürekli işler, kimi anılar değerlerini kaybeder, kimileri de zamanla daha değer kazanır ve önemsenir; her bir önemsemenin içinde kuşkusuz ki abartı saklıdır. İşte benim 1984 yılında hafızama düşürdüğüm Antakya anılarım da bunlardan biri… Abartılar varsa bunu edebiyat yaratısının özgürlük sahası sayılmasından çok, Antakya’ya olan sevgimin bir sonucu kabul edilmesini diliyorum.
Henüz 18 yaşıma girmeden Adana Fotograf Amatörleri Derneği’nin çalışmalarında yer almaya ve derneğin bütün yazışmalarını yapmaya başlamıştım; bana ileride seçileceğim görevimle hitap ediyor, “genel sekreter” diyorlardı. Fotograf derneğinin düzenli olarak organize ettiği “Fotograf Gezileri”nin benim açımdan ilkine katılacaktım: Bu kez Antakya ve çevresine iki günlük bir gezi düzenlenmişti; cumartesi sabah yola çıkılacak, pazar akşamı dönülecekti. Bu gezi benim için büyük bir fırsattı, çok sevdiğim ve üç yaşımdan itibaren onlarca hatıramın olduğu Antakya’ya gidecektim. Ancak parasız genç bir insan olduğum için bu geziye katılmam mümkün değildi. Babamdan ya da annemden harçlık istemek gururuma yediremeyeceğim bir şeydi; sağ olsunlar anne ve babam da benim gibi genç bir insanın da paraya ihtiyacı olacağını akıllarına getirmezlerdi. Hep parasız dolaşırdım. Üstelik babam benim fotograf çekmeme karşıydı, nasıl olur da sırf fotograf çekmek için Antakya’ya gideceğimi ona söyleyebilirdim…
Babam benim yetenekli olduğumu biriki yıl içinde gösterdiğim fotograf çekmeme karşı değildi sadece, okul dışında okuduğum bütün kitaplara, para getirmeyeceğinden emin olduğu kültür faaliyetlerime, gittiğim edebiyat toplantılarına, satın aldığım, abone olduğum bütün dergilere, hele hele solculuğuma çok karşıydı. Bir süre üzerinde düşündükten sonra bir çözüm bulmuştum: Geziye pazar günü katılacak, böylelikle geceleme, yemek vb masraflardan kurtulmuş olacaktım. Cebimdeki para Antakya’ya otobüsle yolculuk yapmaya ve küçük birşeyler yemeye ancak yeterdi. Ama ya yanımdaki bir arkadaşa çay ısmarlamak zorunda kalırsam? İşte bu gibi durumlar benim korkulu rüyalarımdı. Fotograf makinemde ise yeni taktığım 36 karelik bir siyah beyaz film vardı. Yedek bir filmim yoktu, bütün bir gezimi en fazla 36 kareye sığdırmak zorundaydım, bu nedenle gezi gününe kadar makinemi kullanmamak için dolabıma kilitledim.
Antakya’ya pazar sabahın ilk saatlerinde ulaştım. “Eski Antakya” olarak bilinen sokaklarında dolaşmak istiyordum. Pazardı. Sokaklar boştu. Kilise Sokağı’nda bir kaç kez tur attım. Bir kaç fotograf çektim. Deklanşöre her bir basışımda iyice düşünmem gerekiyordu, çünkü önümde uzun bir gün vardı ve film kareleri diğer saatlere saklamalıydım. Bu arada karnım acıkmaya başlamıştı. “Köprübaşı”nda içine girdiğim lokantanın bir Ermeni aile işletmesi olduğunu çok kısa bir sohbetten sonra öğrenmiştim. Öğle yemeklerini henüz hazırlıyorlardı. Lokantanın sahibi o sırada mutfaktan getirilen tepsiye işaret ederek yumurtalı ıspanak yememi önerdi. Ispanak, üstelik yumurtalı olanı benim evde hiç yiyemediğim ender yemeklerden biri olsa da lokantanın sahibini kırmadım. Yemeğin yanında “ev yapımı” bir de salatalık turşusu getirmişti; ekmek ve su zaten masada önceden hazırdı. Benim açımdan inanılması zor bir şey oldu: Yemek harikaydı. İşte o andan sonra ben tutkulu bir yumurtalı ıspanak yiyicisi oldum. Aradan yıllar da geçse ben her “o usül” ıspanak yaptığımda bu Ermeni lokantasını anar, oradaki kokuyu hisseder ve onların yaptığı yumurtalı ıspanak tadını ararım. Bendeki yumurtalı ıspanak ölçüsünü bu lokanta belirlemişti. Bu yemeği bu gün iyi yapıyor olmamın ve dostlarımın övgüsünü almamın sırrı işte bu kadar basitti.
Fotograf derneğinin kaldığı otele gittiğimde onlar yola koyulmak için otobüse binmek üzereydiler. Önce Harbiye çevresine gidilip birkaç saat orada kalınacak ve sonra Antakya’da fotograf çekip dönülecekti. Harbiye’ye çekim için gidilen yer insanların olmadığı dağlık bir alandı. Birkaç kare çekip makinemdeki geriye kalan filmleri Antakya sokaklarına ve insan manzaralarına sakladım.
Antakya’ya döndüğümüzde gruptan ayrılarak tek başıma fotograf çekmek üzere sokaklara daldım; yine “Eski Antakya”daydım. Fotografçı görünmez insan olmalı ve anları böyle kaydetmeliydi; grupla çekim yapıldığında ise çevredeki insanların davranışları birden değişiyor, dikkatler bu grup üzerinde yoğunlaşıyor ve böylelikle hayatın doğal akışı bozulmuş oluyordu. Ayrıca ben taş, duvar, bina peşinde değildim, yazıda olduğu gibi fotografta da insan hikâyeleri anlatmak istiyordum. Hayattan koparılmış görüntülerin peşindeydim. Fotografı diğer disiplinlerden ayrı kılan ve ona asıl gücünü veren onun gerçeğin parçalarından oluşuyor olmasıydı. Beni etkileyen fotografın bana tanıdığı bu fırsatlardı. Sokaklar ise hâlâ sessizdi, bir grubun kiliseden çıktığını gördüm, bir motorsikletli hızla geçip gitti, bir çocuk tek başına top oynuyordu, bir kadın sokak kapısından dışarı bakıp tekrar içeriye girdi. Görünmez adam olarak bu görüntüleri çekmeye çalışıyordum. Bu arada, “Kilise Sokağı”nın hemen bitiminde bir hareketle oldu, bir satıcı, bir kaç kişiden olan bir grup, bir kaç çocuk… Sokak birden doluvermişti. Ben bu heyecanla bu görüntülerin fotografını çekiyordum, deklanşöre her basışımdan büyük bir haz almama rağmen insanları etkileyecek güçlü bir kareyi henüz çekmediğimi derinden hissediyordum. Bu hisle fotograf çekmeye devam eder ve film çevirme kolunu ardı ardına kullanırken kol bir anda durdu: Filmim bitmişti. O anda şaşkınlık yaşadım, bir taş heykel gibi donup kaldım, film karelerimin az olduğunu ve yedek filmim olmadığını hatırladım; omuzlarım çökmüş, neredeyse yıkılmıştım, çaresizlikten ağlayacak hâle geldim. Oysa bu görüntüleri makineme kaydetmeye devam etmek istiyordum. Makinemi üzüntüyle çantaya koydum. Fotograf derneğinin benden yaşça çok büyük olan üyelerinden yedek film istemeyi ise gururuma yediremedim. İşte bu yazıya eşlik eden ve daha sonraki yıllarda kartpostal olarak basılan bu fotografı bu sırada çektim. Bu ve o gün çektiğim az sayıdaki fotografların anı hazinemde, psikolojik şekillenmemde ve meslek hayatımda yeri çok büyük. 6 Şubat Depremi’nden sonra bu fotografa günlerce uzun uzun baktım. Yazının başında söyledim: Bir insan anıları kadar zengin ya da değildir ve hiçbir anı hafızaya düştüğü şekliyle kalmaz, sürekli yeni anlamlar kazanır.