MUSAB’IN SON GÜNÜ

MUSTAFA KEMAL ERSÖZ

‘’alâ hâdhihi l-ard mâ yastahiqqu l-hayât ’’     
(Mahmut Derviş)*           

Her şeyin ve herkesin bir ismi olması gerektiğine olan meraktan ötürü onun bile bir adı vardı. Onu “Musab” diye çağırıyorlar.

Musab, köşedeki kişi, kenardaki kişi evet o, orada duran işte otobüs durağının kenarında bir omzunu cama dayamış olan; dayanaksız Musab, otobüs geciktikçe bir sigara daha yakıyor. Omuzları düşük, kavruk benzi sarıya çalıyor, tıraşı gecikmiş. Bu biraz da huydur onda yani, gecikmek. Hüzünlü görünüyor ama onun hakkında daha en baştan bilmeniz gereken bazı şeyler var.  Onlardan biri de Musab hiçbir duyguyu hakikatle, hakkıyla yaşayamaz.  O, ancak hüzünlü görünebilir. Musab en çok onu görünce kederleneceğiniz ama daha da ziyade onun adına hüzünleneceğiniz biridir. 

Hüzünlü görünen Musab, yirminci yüzyılın doksan üçüncü senesinin ikinci ayının beşinci gününü altıncı güne bağlayan gecenin geç saatlerinde Suriye’nin kuzeyi, Türkiye’nin güneyi Ortadoğu’nun göbeği cehennemin ta dibine beş çocuklu bir ailenin son evladı olarak doğdu. Öyle gözle görünür bir yoksulluğu, yoksunluğu yoktu. Varsa da kendindendir. Bir yanıyla bu, biraz da onun şahsi meselesidir. Doğmuş bulunduğu yer hakkında neler söylenebilirdi? Tenha bir yerdi. Bu oraya ilişkin kayda değer nadir şeylerden biri olabilir.  Kırmızı toprak üzerinde uzanan alabildiğine geniş boşluklar vardı. Boşluğun uzamında sesler çok uzaktan çoğu kez belli belirsiz bazan parlayarak bazan uzayıp sönümlenerek, uğultular olarak ancak işitilebilirdi.  Mitik Musab, biraz da yaşadığı yere benzerdi.  Memleketi de tıpkı Musab’ın aklındaki hiçbir yere, hiçbir zaman kamilen yerleşmeyi beceremeyen, kök salıp, yeşeremeyen uçuşup duran fikirleri gibiydi. Pastoral Musab’ın, doğduğu yer gitgide daha fazla içine, kendine doğru kapanan, nihayet bir sabaha karşı yıkılıp göçüp giden bir yerdi.  Musab da içine kapanık biriydi. Hep biraz tedirgin, konuşurken aceleci, ürkek, dinleyeni konuşanın haline acımaktan mütevellit, hüzünlendirecek kadar mahcup, hani nasıl diyorlar; eril enerjisi düşük Musab, hep biraz tenha kaldı. İçine kapanık gizemi çarçabuk çözülene dek ancak katlanılabilen Musab, dünden mahcup, bugünden tedirgin, yarından ürkek, dün neydi ki bugün ne olsun? Yarın olacak mı?

Otobüs menzilde görüldü. Zaten düşük olan omuzlarını kamburu çıkarcasına devirerek yaklaşan otobüse bakındı. Alnını ve yüzünü buruşturacak kadar gözlerini kısarak otobüsün istikamet tabelasını okumaya çalıştı.  En ufak gündelik anda bile kendinden emin olamayan Musab, otobüs yaklaştıkça tedirgin olmaya başladı. –Buna mı binmeliyim? – Hemen mi bineyim? – Acaba binebilecek miyim?  -İnsanlar bunu doldursun diğerine daha rahat binerim?  Gündelik küçük sorulara bile cevabı olmayan büyük davaların insanı Musab, – öyle biri işte en sarsılmaz ilkelerin, yüksek şiarların Don Kişot’u, annesinin küçük oğlu, mukavemetsiz Musab, telkine, muhtaç taşradan Musab, iradesini teslime dünden razı, mucizelere kani Musab, baktı ki kimse kendisini kurtaramayacak iş başa düştü. Durağa yanaşan otobüsün kapısına doğru seğirtti.  Kapının önüne akın eden insan kafilesinin ön saflarında olmasına rağmen ön safların neferi Musab, her önüne geçmeye yeltenene itirazsız müsaade etti. Kapıya düzensiz yığılan başıbozuk otobüs kuyruğunda gittikçe gerilere doğru düşüp otobüse iyi bir yerden binebilme, hatta binebilme umudundan uzaklaştıkça arkadan yeni bir otobüs gelecek mi, diye kolaçan etmeye başladı. Ah hep bir kurtarıcıdan medet uman, feragatten keramet uman, kendine güvensiz, hiçbir kimseye, hiçbir konuda güven telkin edemeyen Musab… Nihayet tüm mümkünlerden ve mucizelerden umudu kesip omuz omuza itişip kakışıp otobüse sığışmayı başardı. Sığıntı Musab!

Her an eli kulağında gürleyip boşalacakmış gibi duran yağmura gebe gri gökyüzü otobüsün içini loş bir kasvetle dolduruyordu.  Dışardaki ürpertiyle terkip ilham verici serinlik içeride yerini camları buğulayan boğucu bir ısıya bırakmıştı. Her kendine uygun yer edinmek isteyen yolcuya mahcup bir tavırla yer açmaktan kendine henüz yer edinemeyen aman efendim, tabii efendim, estağfurullah efendim Musab’ı afakanlar basmaya başlamıştı bile… Avuçları terliyor, kulakları yanıyor, daralan nefesini düzenleyebilmek için ara ara derin nefesler alıp vermeye çalışıyordu. Anasının kuzusu Musab, nihayet herkes kendine uygun yer edindikten sonra artakalan köşe kuytuda bir direğe tutunup böylece yer edinebildi. Yerini edinir edinmez kimseye rahatsızlık verip vermediğinden emin olabilmek için bakındı ve sırtını buğulanmış cama dayadı. Umut fakirimizin ekmeği, şöyle hızla kimseciklere sezdirmemeye çalışarak otobüsün içini gözleriyle taradı. İlk durakta boşalması durumunda avını bekleyen bir sırtlan gibi atılıverip de kapabileceği en münasip yerleri kendince belirledi. Puslu havaların kurdu Musab, anasının gözü Musab, az buzda çapkın değildir hani her otobüste mutlaka bir hanımefendiyi gözüne kestirir. Toplu taşıma hatlarının Don Juan’ı, iki durak arası Casanova’sı, Zorba on the bus, ilk teşebbüsünde gözüne kimseyi kestirememiş olmanın sukutuhayaliyle boynunu büktü. 

Çoğu zaman talihli biri sayılmazdı ya bu defa her an imdadına yetişmesini umduğu küçük mucizelerden biri gerçekleşti ve şansı yaver gitti. İlk durakta ayakta hiçbir yolcu kalmayacak kadar kişi otobüsten indi. Her mücadelenin mülzemi Musab çok şükür ki yine hiçbir rekabete hacet kalmadan kolay bir zafer edinebilecekti. Halk otobüslerinin Napolyon’u yine de utangaç centilmenliğini elden bırakmadan herkesin bir yerlere oturduğundan emin olmadan önce istifini hiç bozmadı. Herkes yerini aldıktan sonra hiç kimsenin tercih etmediği Austerlitz’ine doğru gözü tok mümtazlığın vermiş olduğu mağrurlukla yürüdü ve tahtına kuruldu. Sizinle yarışmayan birini yenemezsiniz! Yarışmadı, yenilmedi, açık seçik sizinle oynamadı. Ah! şiddetle üç puana ihtiyacı olan Musab, varlığı müphem, kırılgan özgüveni en önemsiz aksilikte tuzla buz olmasın diye kımıldayamıyordu.

Alerjik astımdan muzdarip ne var ki yine de iflah olmaz bir sigara tiryakisi Musab, peş peşe ziftlendiği sigaralardan ötürü tutulmuş sırtını gerip bir nebze de olsa rahatlamaya çalıştı. Derin bir nefes alıp yeniden etrafını süzdükten sonra telefonunu satın alırken cihazın yanında eşantiyondan verilmiş eflatun renkli kulaklıklarını çıkarıp kulağına yerleştirdi. Ucuz yollu Musab, Android Musab, telefon ekranındaki banka sms’lerini, kaçak bahis sitelerinin hoş geldin kampanyası mesajlarını, neden katıldığını bilmediği WhatsApp gruplarının telefon ekranını dolduran ileti bildirimlerini, GSM operatöründen gelen kampanya ve kotanızı aştınız bilgilendirmelerini, alışveriş uygulamalarından gelen kaçırılmayacak indirim fırsatlarını, bilet satın alma uygulamaların bir tekine dahi gitmediği konser hatırlatmalarını,  Netflix’ten gelen sizin için seçtik önerilerini, İdefix’ten gelen saat bilmem kaça kadar geçerli indirim kuponlarını, tüm bu bok-püsürleri sanki gözden kaçırmaması gereken bir şeyler olabilirmişçesine tek tek baş parmağı marifetiyle ekranın soluna doğru iterek sildi. Kısayolların Evliya Çelebi’si, internet kotasının azılı düşmanı müzik uygulamasında playlistin rastgele çal butonuna bastı. Türkiye’nin güneyi, Suriye’nin kuzeyi, iki gözünün çiçeği, yitik cennetin bahçesi havasız, loş otobüsün içine zahter kokusu gibi doluverdi. Otobüs, sabah doğan güneşin üzerinden yükseldiği zeytin bahçesi gibi aydınlanıverdi: “Ala delunu, ala delune! Veyl beyn gurb’il watan hanune ala delunu ala delune ene gadi beledi ehzen meykune emmi ya emmi habibi weynu? Sakkir’ul bahr beyn u beynu’’ Kendi kendine gülümsedi; biliyor ki gülümsedikçe Belmondo’dan ziyade muşmulaya benziyordu. Kendini bilme ilminin alimi Musab, kendi kendinin yargıcı Musab, kendinin gardiyanı Musab şarkı bitti, ritim değişti. Kent değişti, coğrafya değişti, ses değişti…  Gözleri derine gitti: aklına biri geldi, gülümsedi. Kadın kuzeyli seviyor. Musab en çok Suriye’nin kuzeyini biliyor. Musab, Suriye’nin kuzeyini ülke biliyor! Şarkı da değişti: “gül kendine bak ne kadar güzelsin, dünya kadar güzelsin’’…

            Her durakta yolcu sayısı daha da azalıyordu.  Artık hiç kimselerin gitmediği istikametlerin yolcusu Musab, tarihi azınlıklar yapar dönme bu yollardan Musab, iyiden iyiye kamburunu çıkararak başını telefonuna gömdü. Bu haliyle hiç şansı olmayan Musab, son dakika gelişmelerden, flaş haberlerden, duyunca şok olacaksınızlardan, görenleri hayretlere düşürenlerden, bilmem kim yine haddini aştılardan, ötekinden küstah açıklamalardan, hain saldırılardan, transfer çalımlarından, sürpriz üç puanlardan mutlaka haberdar olması gereken Musab, çağının evrensel bir yurttaşı olmanın, topluma duyarlı, politikayla ve aktüaliteyle haşır neşir bir insan olmanın en elzem nişanesi olarak elbette evvela Twitter’a girdi. Musab, anlam mutabakatlarının, toplumsal sözleşmelerin gönülsüz imzacısı, Vah muhalefet şerhi Musab, kitlesel ritüellerin çıkıntı yancısı, müdavimi olduğu bu küresel kahvehaneye giriverdi. Hele bismillah kapıdan içeri adımını atmamıştı ki biri yine oradan en olmayacak meselelerdeki en olmayacak en vasat fikirlerini hayrete mucib bir özgüvenle en yüksek perdeden ulu orta savuruyordu. Bir başkası işaret parmağını kaldırmış kızıl ordularını kızıl şafaklara yürütüyordu. Biri dünyaya nizam diğeri, gaz yiyen, cop yiyen, yerlerde sürüklenen, kelepçelenenlere istikamet veriyordu. Biri masanın üzerine çıkmış tarafları itidalli davranmaya davet ediyor. Herkesi sükûnete ve suhulete çağırıyordu. Mehdiler, mesihler, peygamberler, şeyhler, hocalar, bilimciler, en birinciler, her branşın şampiyonları, rekortmenler, yurtseverler, vatanseverler her bir yerden kurtuluş muştuları, ayetler yükseliyordu. Biri penaltısını, beriki ofsaytını, öbürü kupasını istiyordu. Herkes hakemleri dövüyordu. O biri, tüm komploları bir çırpıda çözüyordu. Biri kırk günde göbeğini eritiyordu. Biri maltını almış sabah rutinini asla ihmal etmiyordu.  Yoginin akranı toksik ilişkisine veryansın edip detoksunu yudumluyordu. Bir diğeri masayı deviriyordu, sandalyeler, ahkamlar, politik doğrular, yatırım tavsiyesi değildirler, coinler, bonolar, halka arzlar, brokerlar, pornolar, Suriyeliler, Afganlar, şarkılar, türküler, uzun havalar havada uçuşuyordu. Birileri tüm bu kızıl kıyamet hır gürün içinde halen komiklik ediyordu. At binenin, kılıç kuşananın muhabere meydanında kan gövdeyi götürüyordu.  Bu denli çığrından çıkmış hercümerçe daha fazla katlanamadı. Sosyal medya, sosyal anksiyetesine zımpara etkisi yapıyordu., Hiddetleniyor, sıkılıyor, daralıyordu Musab, önemli şahsiyetim benim. Üstelik laubalilikten asla haz etmezdi. El çabukluğu marifet, çabucak İnstgram’a geçiverdi. Çubukla piyano çalan kedi videosu, unutulmaz şarkılar, Kolpaçino’dan kesitler, Monica Belluci postları derken birkaç kalçaya baktı, üç dört kalp, bir iki alev gönderdi. DM kutularının Filippo İnzaghi’si, fox in the box Musab, Ronaldinho, Thierry Henry, Vodafone’da indirim var! Kampanya! videoları, biraz da doksanlı yıllardan futbol editleri izleyip neşelendi. Basit zevklerin insanı Musab! Aleladeliğin kuyusunda Yusuf, Musab, canı sıkıldı. Ne kifayetsiz işlerle vakit öldürüyorum diye içinden geçirip kendine efkâr edindi. Kendine efkarlar icat etmekte her zaman mahirdi Musab; gözlerini telefonun ekranından kaldırdı. Pencereden akıp giden caddeleri izlemeye koyuldu. Bunu çocukluktan beri severdi. Kaldırımda yürüyen, duran bir anda gelip geçen insanlara bakmayı, tabelaları okumayı, caddeleri ve binaların yapılarını izlemeyi, kendince bazı anlamlar uydurup, gözlemler yapıp bunlardan ufak tespitler çıkarmayı hep sevmişti. Neden artık daha az etrafına bakıyordu? Ne vardı bu telefonda? Neden tüm dünyadan haberdar olmaya çalışırken kendinden, en yakın etrafında olup bitenlerden, akıp giden hayatından bu kadar bihaberdi? Sürekli başka birilerinin filtrelenmiş hayatlarını seyredip, o gerçekte yaşanmayan hayatlara imrenip kendi hayatına kahrediyordu. Musab için hayat hep bir gün ileride yaşanacak bir şey gibiydi. Birisi, çoğu kez muhayyel olan birisi, bazan da hep o hatırlayıp durduğu kadın bir gün çıkıp gelecekti ve her şeyi derleyip toparlayıp -haydi artık biz de yaşıyoruz- diyecekti. Musab tamamlanacaktı ve yaşamaya başlayabilecekti.  Bu ona öğretilmiş miydi? Buna bir biçimde ikna mı edilmişti? Yoksa sahiden bu onun fıtratında mı vardı? Musab, kendini eksik gören kişiydi. Kendini kusurlu bulan, kendini hatalı bulan, kendini layık göremeyen, kendinden memnun olamayan, hayatından memnun olmayan kişiydi.  Musab yaşamayı bile kurgulayan kişiydi. Musab bir seyirciydi, hem de biletini en kötü koltuktan satın almıştı. Sahiden ama değiyor muydu?  Tam da artık pencereden akıp giden sokakları göremez olmuş kafasının içerisinde neredeyse her gün kurduğu mahkemede bir kez daha, en ağır ithamlarla kendini suçlamaya ve yargılamaya dalıp gitmişken caddeden bir otobüsün geçtiğini fark etti. Bakımlı, giyim kuşamından varsıl olduğu belli olan yaşlı bir adam, otobüsün muavin mahallinde dikilmiş elinde mikrofonla insanlara sesleniyordu. Musab adamın ne dediğini işitemiyordu. –Bu kimdi ya? diye içinden geçirdi. Bir mühlet gözlerini kısıp anımsamaya çalıştı. –Evraka, Gürsel Tekin bu! – dedi içinden ve ne çok şeyi bildiğini, ne çok kişiyi tanıdığını düşünüp kendini kutlarcasına gülümsedi ve iç sesiyle: “Ah işte Büyük Kulüpte eğleniyorlar.  Gürsel Tekin orda mı? Kemal Bey, Gürsel Tekin orda mı?” diye ünlendi ve çok eğlendi. Kendi şakasına kendi gülen Musab, kendi kendine eğlenen Musab, lafı gediğine koyan Musab! Ya veyle Musab.

Şarkılar, şakalar, mahkemeler, yargılamalar, anımsamalar derken az gitti uz gitti Musab ineceği durağa vasıl oldu.  Oturduğu yerden arkasına doğru gerinip omzunun üzerinden ineceği durağın bu olup olmadığında emin olmak için durak tabelasına baktı. Emin oldu. Gözüyle görmediği şeye inanmayan Musab, diyalektik materyalizmin son şakirdi Musab, koltuğundan kalktı. Kuyruk sokumunda sinir sıkışması vardı. Ne vakit uzun süre otursa ağırır. Belini tutarak doğruldu. Kendine dikkat etmeyen Musab, kendi kendine bakmaktan aciz Musab, kapıya doğru yöneldi, tam kapıya varmışken biriyle göz göze geldi. Tanıdık biriydi, ama kimdi? Tanıdığından emindi ama çıkaramadı. Yine de adam hani her gün aynı yerde görmekten artık farkına varamadığımız ancak başka bir yerde karşılaştığımızda hemen fark ettiğimiz biri gibiydi, çok tanıdıktı. Musab, ne olur ne olmaz diyerek kim olduğunu çıkaramasa da gülümseyerek başıyla adamı selamladı adam karşılık vermedi. Musab, buna bir miktar bozuldu ama çok da üzerinde durmadı. Büyüklük hep onda kalırdı. Nezaketi elden bırakmazdı. Efendi Musab, medeniliğinin hoşnutluğuyla otobüsten indi.

İnceden bir yağmur başlamıştı. İçini yumuşak bir ürperti kapladı. Kendini daha iyi hissediyordu. Caddenin başına kadar yürüdü. Kapüşonunu başına çekti.  Caddenin hemen başında bir kenarda durup sigarasını yaktı. İnsanları seyretmeye koyuldu. Az önce otobüste karşılaştığı adam elinde mavi bir mağaza poşetiyle yanından geçip gitti. Seyreden Musab, saldırgan olmayan küfür tonlamasıyla -Kimdi lan bu-? dedi. Sonra hemen köşe başındaki kitapçının vitrinine kafasını çevirip içeri mi girsem diye düşündü. Hiçbir mesele hakkında uzun uzadıya düşünemeyen Musab, gelip geçici Musab, insanları seyretmeye devam etti. Daha çok kadınlara dikkat ediyordu. Beğendiği bir kişi olduğunda kendisinin o an orada ki varlığının bile farkında olmayan, bakılan kişiyi rahatsız etmemek için hemen bakışlarını başka yöne kaçırıyordu. Bitmekte olan sigarasını yere atıp üzerine bastı. Çok havalıydı. Sanki müsabakaya hazırlanan bir boksör edasıyla pantolonunu kemerinden tutup yukarı doğru çekerek düzeltti. Caddenin akan kalabalığına karıştı. Mekanları, mağazaları, kitapçıları ıslak caddeye akseden rengarenk ışıkları seyrederek usul usul yürüdü. Bir vakit müzik enstrümanları satan bir dükkânın önünde durdu.  Sanki anlıyormuş gibi vitrindeki uda bakındı sadece kendisinin işitebileceği şekilde – ne güzel bir şey- dedi. Bazan da kitapçıların vitrinlerinin önünde durup Özdil yine yeni ne tezgahlar açmış diye kendince teftiş ediyordu. Her yeni Özdil kitabı gördüğünde yüzünde alaycı acı bir tebessüm beliriyordu.  En son durduğu kitapçı vitrinin önünde – Ah sizi gidi Çılgın Türkler, bayılırsınız Özdil’ler, Ortay’lar, Çölaşan’lar, Yalçın’lar söğüş seversiniz! diye içinden geçirdi. Yine kendi kendine neşesini bulmuştu. O neşeyle yeniden caddeye çıktı. Bet sesiyle melodisiz, armonisiz bir şarkı tutturdu: ‘’aşığım, ben sana çok aşığım yola çık yollardayım of’’ Caddenin başına kadar yürüdü. Cadde bitince durdu.  Etrafına bakındı. Sanki herkes kendisini seyrediyormuşçasına bir evhamla boş boş dolandığı anlaşılmasın diye caddenin başındaki büfeye yöneldi. Bir Touch Gray aldı. Cebine koydu. Caddeye geri dönüp yukarıya doğru yürürken gözüne kestirmiş olduğu en tenha mekâna girdi. Gidip en köşedeki boş masaya oturdu.

Bir bira ısmarladı yanında da tuzlu yer fıstığı istedi.  Siparişini alan garsona başını belirgin biçimde eğerek teşekkür etti.  Sigarasını çıkarıp masanın üzerine koydu. Ceplerinde tesbihini arandı, buldu. Sigara paketinin üzerine bıraktı. Telefonuyla oyalanmak istemiyordu. Kararını olanca hızla değiştirip telefonunu cebinden çıkardı. Herhangi bir hususi ileti almamıştı. Telefonu, sigara paketinin yanına ekranı masaya doğru gelecek şekilde bıraktı. Kollarını iki yana açarak sandalyenin arkalığına doğru gerinip sırtını esnetti. Kabil olan en mülayim ifadesini takınıp mekânın diğer masalarına göz gezdirdi. O esnada siparişi gelmişti. Toparlanarak oturuşunu düzeltti ve garsona tekraren teşekkür etti. Birayı biraz sağına doğru çekti. Cebinden eşantiyon kulaklığını da çıkarıp telefondan bir şarkı başlatarak yeniden sokaktan gelip geçen insanları seyre koyuldu. ‘’Yüzümde şu nursuz geceyi utandır! Ruhum cevap ver! Karanlıkta saldır!’’

Sokağı seyrederken otobüsteki adam yeniden gözüne ilişti. Birasından bir yudum aldı, sigarasını yaktı. Cowabunga! Hatırladı! Bu Güvenlik Şubeden Foto Mustafa değil miydi? Ne arıyor bu herif burada? diye düşündü ama eski bir tanıdık görmüş olmasının mutluluğuyla Foto Mustafa’yı gördüğüne memnun olmuştu. Foto Mustafa’yla en son bir trafik kontrolünde denk gelmişlerdi. –Hayırdır Mustafa Hocam sizin telefonda da mı Bylock çıktı? diye takılmıştı. Mustafa öfkelense de bir karşılık vermeden evrakları kontrol edip teslim etmişti. O anın hazzını yeniden yaşayıp birasından büyükçe bir yudum aldı. Arkasına yaslandı keyfi yerine gelmişti. Telefonu eline alıp yeni bir şarkı oynattı. ‘’ Yağmurun altında bir çıkmaz sokakta bir ölü yatıyor duvarın arkasında hayat fani ölüm ani sokaklar dar her zaman ki gibi’’ Yaşıyorsun bu hayatı Musab!

Son bir bira daha söyledi. Art arda yudumlar alıp çarçabuk bitirdi. Hesabı rica etti. GS bonus kredi kartını gururla cüzdanından çıkarıp hesabı ödedi. Masadaki eşyalarını özenle tek tek ceplerine yerleştirdi. Kalktı caddeye çıktı. Mekânın kapısında kısacık durup son bir sigara daha yaktı. Başını iki yana çevirip biraz bakındı ve yürüyüp az biraz ilerdeki köşeden otobüs durağına dönmek için ara caddeye saptı ve Mustafa’yla göz göze geldi.

Sanırım bir polisle karşılaşmanın alışkanlığıyla olsa gerek kimliğini çıkarmak için cüzdanına doğru yeltendi. Foto Mustafa, ustaca bir hamleyle mavi poşetinden tabancayı çıkardı, Musab’a doğrultu ve ‘’Seni durman konusunda uyarmıştık’’ dedi.  Bir ses parlayarak patladı, çınlayarak uzayıp sönümlendi. Musab içine kapandı. Çöktü. Sesler uzayıp uzaklaşıyordu ancak uğultular olarak işitilebiliyordu. Görüntüler bulanıklaşıyordu. Annesini anımsadı. Düştü. 

Romalıların da dediği gibi: Musab yaşadı!

*‘’Bu dünyada hayatta kalmayı hak eden şeyler var.’’

(Ehlen Dergisi’nin 4. sayısında yayımlanmıştır, Mayıs 2024, Yıl:2 Sayı:4)