NAZAN’IN CENNETİ

Mustafa Kemal Ersöz

“Wa-ana athkuru Rita mithlama yathkuru asfurun ghadeera”

Şubat’ın beşinci günü, vakit gece, ortalık zemheri kıyamet burası Amed. Ulu Camii’nin karşı kaldırımında durmuş Musab yine sigara içiyor. Botlarının içine giydiği kat kat çorapları kar suyundan sırılsıklam nedense üşümüyor, zihni duru ve açık içinde nedensiz bir ferahlık muşmula suratı varlığa gülümsüyor. Musab, mutlu. Birkaç dükkân ötede gençten iki çocuk tezgâh topluyor.

  Gece aydınlık, bu gece neden bu kadar aydınlık?  El ayak çekilmiş kalan birkaç tekinsiz berduş, birkaç işçi, gececi taksici, çorbacılar, tezgâhçılar, sigaradan başka bir şey kabul etmeyen dilenci kadın hepsi de nedense neşeli. Şu ayaz kış gecesi Amed’te kardan aydınlık Suriçi’nde bir dirilik, bir esenlik. Hayırdır?

  Musab, mutluluktan, mutlu anlardan pek haz etmez.  Doğrusu o ki mutluluk Musab’ı hep tedirgin eder.  Mutlu anlardan oldum olası işkillenir. “Bir şeyler yanlış gidiyor olmalı? Bir şeyi unutuyor olmalıyız?” diye düşünür. Mutlu anlar ancak sessizce yaklaşmakta olan aksiliklerin, onu ve çevresini gafil avlayacak musibetlerin habercisi olabilirler.  Safi gülümseyince muşmulaya benzediğinden değil biraz da bu evhamdan ötürü gülümsemekten her zaman imtina eder.

  Musab, mutluluğa, gülümsemeye karşı hep temkinli hep itidalidir. Ah gülüşü yarım, sevinci acele Musab, sol yanağına ayaz vuruyor. Başını sola çeviriyor.  Sol tarafı Suriçi, içinden bir ses onu oraya çağırıyor. Ayakları gitmiyor, zihni gitmiyor.  O nedenden deminden beri öyle Camii’nin önünde dikilmiş bekliyor. Gitse nereye gidecek Suriçi artık uzak Toledo kadar uzak.

 Bilinmezliğe, belirsizliğe karşı dayanaksızdır Musab, bunlar onu kaygılandırır hatta düpedüz korkutur. Musab, Korkuyla nasıl baş edeceğini bilemez. Korku ona tanıdık bir duygu değildir. Zihni bulanır, kuruntulanır. Şimdi de öyle sanki le havle çekip bir cesaretle köşeyi dönse minarenin dibinde bir adam vurulacak. Hırpani bir çocuk üzerine atılıp yakasından tutacak “Su diyorum arkadaş. Su! Su!” diye ondan hesap soracak. Ve işte yine hüsnükuruntularıyla baş edemedi ruhunu kemiren kaygıyı defedemedi. Sigarasını yere atıp otele dönmeye karar kıldı.

  “Nereye Payidar nereye?”. Çıkıyor mu bu yol bir yere?  Örtüne bürünüp de kulağının üzerine yattığında hakikat kaybolup da gidiyor mu?  Arsızlıkla, hayâsızlıkla atlayınca hakikat duvarının üzerinden kurtulunabiliyor mu hakikaten? Yalanla, dolanla, inkarla dönüyor mu dünya?  Ah dönek Musab, paçayı sıyıran Musab, çıkıyor mu bu yol bir yere? Çıktı. Köşe başındaki tekel büfesine çıktı.  Hala cebinde bir tam paketi olmasına rağmen bir paket sigara daha aldı. Odada hala yarım şişe viskisi olmasına rağmen iki Desperado bira daha aldı.  İhtiyati Musab, ömrüne ihtiyati tedbirler konan Musab! Pasaportsuz Musab! Yürüyüp geçti, bir sürekli haksızlığın içinden bir sürekli unutulmuşluğun, bir sürekli itilmişliğin içinden bir vazgeçiş gibi bir ilgisizlikle geçti ayaklarını kardan balçıklardan kurtarmaya çalışarak bin yıllık bir yoldan geldi otelin kapısına vardı.

  Sanki odanın ücreti ödenmemiş gibi fark edilmemeyi umarak mahcup, gizli, çabuk adımlarla lobiden geçmeye çalışırken kaçınılmaz olarak resepsiyon görevlisiyle göz göze geldi. Görevli hafifçe yerinden doğrulup – “Hoş geldiniz hocam.” dedi.  – “Hoş bulduk hocam.” diyerek mukabele etti.  Bir an yukarıya asansörle mi çıksa merdivenlerden mi çıksa diye tereddüt etti. Erindi.  İşini şansa bırakmayı sevmezdi. Asansörün her iki yöndeki tuşuna da bastı.  Asansörün kapısı açıldı. Boy aynasında kendisiyle yüz yüze geldi.  O ilk anda kendini gayet yakışıklı buldu.  Uzun boylu, ince yapılı, esmer, sert bakışlı, gençten orta yaşlı bir adamdı. “Ayn hele Yılmaz Güney mi desem? Kadir İnanır mı desem?” diye kendiyle alay etti. Aynadaki silüetine gözlerini kırparak gülümsedi. Aynalara pek itimadı yoktu. Sırtını aynaya dönüp kat numarasına bastı. Neşelenmişti.  Omzuyla belli belirsiz dans figürleri yaparak mırıldanmaya başladı: “Azez allaya-n- nom teifak ala baly! Gheir es-salah wis-s-som ma sabbarou vely.” Asansörden indi. Odasını bir çabuk buldu. Kartı okuttu kapıyı açıp odaya girdi.

 Sarı sıcak ışıklarla aydınlatılmış odada onu, istirahatin miskin huzuruna davet eden hoş bir koku karşıladı. Biralarını minibarın kapısına dizdi. Gömleğini ve atletini çıkarıp sandalyenin arkalığına serdi. Çoraplarını çıkarıp pencerenin pervazına astı. Ceplerindeki ıvır zıvırları rastgele masanın üzerine bıraktı. Televizyonun uzaktan kumandasını arandı; televizyonu açtı, oda da bir ses olsundu! Odaya göz gezdirip; ne yapacağını düşündü. Minibardan bir bira çıkarıp kapağını masanın kenarına vurarak açtı.  Hızlıca içti. Hafif hissediyordu. Ne de olsa ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamı olmuştu. Tesbihini aldı. Sol elini belininin arkasında koyup, sağ kolunu dirsekten kırıp tesbihi ekseni etrafında çevirerek kendince figürler yapmaya başladı: “Ya Zaaref et toul waggef ta- gullak rayeh el gurbi vi belledek ahsenlak!”  Yalla tiyr! “Ya Bourdain ya bourdene vi-qınlanik ya halwi zehlene.” Fakso! “Endel subuh günaydın gel canım gel canım endel mesel iyi akşamlar gel canım gel canım.’’  Her şey gittikçe saçmalaşıyordu. Durdu. Yatağın kenarına oturup bir sigara yaktı. Küllük arandı. Sigara içilmeyen odaydı.  Bir küfür gibi – “ehlen reis” diye söylendi. Boş bira şişesini küllük olarak kullanmaya karar verdi.  O aralık gözü televizyona takıldı.  Replikasının replikasından zilyon tane olan haber kanallarından biri açıktı.  Ekran karelere bölünmüş her karede bir kravat-ceket kafa gündemdeki istinasız her konuya ilişkin ahkam buyuruyorlardı.  Kâh bir tankın üzerine çıkmış komşu memleketlere yapılacak taarruzu sevk ve idare ediyorlardı. Kâh bir kruvazörün kaptan köşkünde ellerinde mezura milim milim kıta sahanlığı ölçüyorlar, kâh Merkez Bankası para piyasaları kurulunda reeskont ve avans faiz oranlarını belirliyorlar, kâh El-Ezher’in mütevellit heyetinde fıkıh ve kelam meseleleri üzerine engin tefekkürlerini açıklıyorlardı. Oradan dönerken de yoldan Galatasaray’a iki orta saha bir sağ bek alıyorlardı. Her şey gittikçe saçmalaşıyordu. Her şey gittikçe ucuzluyordu. Daha fazla katlanamadı. “Allah in’el kizip” diye ünledi. Televizyonu kapattı.

 Sırt üstü yatağa uzandı tavanı seyrederken aklına Cimbom’un Trabzon’la maçı olduğu geldi. Saate baktı maç saati yaklaşmıştı. Yüreği pırpır etti. İyi ki Galatasaray vardı.  Hemen bir bira daha aldı, yastığı telefonuna dayanak yapıp maçı beklemeye başladı.  Daha maç başlamamıştı ki Trabzon ilk golü attı. Kaşlarını çattı. Oturuşunu düzeltti. İşler iyi gitmiyordu. Vaziyete bir el atmalıydı; ciddileşti. Neyse ki Musab’a çok iş düşmedi. Trabzon’un üstünlüğü uzun sürmedi. Aşkın olayım işleri hallediyordu. Savunmacılarla boğuşup Mertens’in önüne bıraktı 1-1! İkinin de geleceği aşikârdı; Cimbom sağdan soldan yükleniyordu. Musab, rahatladı, keyiflendi. Yerinden kalkıp su bardağına göz kararı bir duble viski koydu.  Daha yerine kurulmamıştı ki yakışıklı bu defa ikinci golü kendisi attı: “Aşkın olayım gel bir sarayım”.  Galatasaray iyi ki vardı! Hiç yoktan heyecanlanmak, sevinmek, mutlu olmak için bir neden, hasbi üzülmek, hiddetlenmek, sövebilmek için bir sebep! Kendinden daha büyük bir şeyin parçası olmanın verdiği aidiyet hissi, güven duygusu, kabul görmenin memnuniyeti! Varoluşa bir delil anlı şanlı Galatasaray! Ah stereotip Musab!

 Maç öyle bitti. Bir sek viski daha aldı tek yudumda içti. Pencereye seğirtti gecenin ayazı yüzüne çarptı. Biraz galibiyetten biraz da peş peşe içilen bira ve viskilerden çakırkeyif ama zinde hissediyordu. Bütün o inceden inceye ruhunu kemiren kaygılardan, efkardan bir an olsun sıyrılmış gibiydi.  Müstakil, şuh ve müsterihti. Şehrin kızıl silüetini seyrederken beyni enstitüde bir saat gibi işliyordu. Müstesna kimseler geçiyordu aklından bir geçit töreni gibi, doruk anlar, engin duyumsamalar, hepsi de medcezir gibi yakamoz gibi aklında parlayıp sönüyorlardı; Ahmed Hamdi mesela, Habaş, Kenefânî, Behrengi, Abu Ali Mustafa, Sabah Fakhri, Ciwan Haco, Camilo,  Shevchenko, Mahir, kapının eşiğinde yasemin kokusu, ilk sabahın sevinci, öğle uykusu, gündüz düşleri, ikindi namazına müteakip bir camii serinliği, kavun taşıyan kamyonlar, uçurtma bayramları, oyunu kullanmayan bir anne, hayretle hadi baba gene yap diyen oğlunu güldüren babanın muzip hüneri, Kazancı’dan Taksim’e akan Kızılırmak, Heathrow’da planlanmamış bir iniş, güneşin altındaki adam, yeniden başlayanın heyecanı, bir dertten kurtulmuş olanın ilk uykuya dalışı, kahvaltıda sıcak ekmek buğusu, Maradona’nın Yunanistan maçındaki gol sevinci, Hagi’nin  Rapid Wien’e attığı gol, Tol’un açılış cümlesi, Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın kapanış cümlesi, Hey You’nun orta yerinde gümbürdemeye başlayan davullara feryatla eşlik eden gitar solosu, tecritte genç bir devrimcinin söylediği türkü, Süphan Dağı’nın eteğindeki gül… İşte böyle şeyler düşünüyor; beyninin işleyişini yavaşlatamıyordu.

 Oysa vakit bir hayli olmuştu. Artık uyuması gerekiyordu. Sabah iş güç onu beklerdi. Uyuyabilmek için bir yol düşündü. Ne zaman bu gibi çetrefil kararlar vermesi gerekse bir sigara yakardı. Yaktı. Bir yol da buldu. Değil mi ki en tatlı uyku rezil uykuydu.  Terli, sık nefes, rezil, sızdı; Uyudu!

  Bir kâri sarsıntıyla uyandı. Yatak ve bilcümle her şey ileriye geriye, sağa sola zangırdayarak sallanıyordu.  Ne olduğunu tereddütsüz anladı. İlk ürküntünün esaretine teslim olmadan tek hamlede yattığı yerden fırladı. Sandalyenin üzerinden pantolonunu kaptığı gibi kapının eşiğine sığındı. Bina mücrim gibi titreyerek inliyor, kirişler gıcırdıyordu. İnsanlar ekseriyetle yarı çıplak, dehşetli haykırışlar, yakarışlar, çığlıklar içinde merdivenlere doğru koşuyordu. Bir an insanı sersemleten endişenin şehvetiyle o korku seline kapılıp peşlerinden gitmeyi düşündü. Daha davranmamıştı ki öğrenilmiş bir çaresizlikle kapı eşiğinin daha emin olduğuna kanaat getirip olduğu yerde durdu.  Sanki zamanın zembereği eğirmiş bir cıva gibi her yöne doğru genleşiyor, uzuyordu. Sarsıntı durmak bilmiyordu.  Vâkıa akıbetine razı geldi. Dizlerini kırarak olduğu yerde çömeldi. Bir rüyanın içinde gibiydi her şeyi fark edecek, hatırlayacak kadar bilinci uyanık hiçbir şey hissedemeyecek, kımıldamayacak kadar dumura uğramıştı. Hiçbir şey hissedemiyordu ya insan ölüme yaklaştıkça ölüm fikrinden o nispette uzaklaşıyordu. Bir kuş gibi hafiflemişti, baştan aşağı vücudunu yumuşak bir serinlik, huzur kaplamıştı.  İçinden “Burada mı olacaktı Musab?” diye geçirdi; gülümsedi ve gayri ihtiyari mırıldanmaya başladı: “Ved duhâ. Vel leyli izâ secâ. Mâ veddeake rabbuke ve mâ kalâ. Ve lel âhıratu hayrun leke minel ûlâ.” Zelzele durdu. Şaşkınlık içerisinde etrafını kol açan ederek doğruldu. Şimdilik ölümüne kadar hayattaydı.

Sandalyenin üzerinde kalan diğer elbiselerini ve masanın üzerindeki cüzdanını alıverip uzun adımlarla olanca süratiyle merdivenlerden aşağı indi. Otelin giriş kapısına vardığında atletini başından geçirip gömleğini giyindi. Botlarını o telaş içerisinde odada unutmuştu. Yalın ayak, yalın kat gömlek gecenin zemherisinin buz kestiği sokağa çıktı. İnsanlar yüzlerinde hezeyanın mustarip ve derin şaşkınlığıyla isimler çağırarak bir şeyler aranırcasına, bir yerlere yetişmeye çalışırcasına hızlıca yürüyorlardı. Bir mühlet insanları ve uğultulu sokağı seyretti. Sigara paketini arandı mamafih onu da yukarıda unutmuştu. Bu şarka mahsus mahşer manzarası içerisinde sokağın köşesine muntazam bir biçimde konuşlanmış tekmili üniformalı ve baretli ecnebi grup gözüne ilişti. Gruptakiler sokaktaki geri kalan her şeyin zıttı gibiydiler. Oradaki varlıklarını yadsımamak mümkün değildi. Nerden çıkmıştı bu insanlar? Ne vakit giyinmişlerdi? Neden az önce bir felaketi beraber yaşamamışız gibi serinkanlılardı? Hem bu insanların burada ne işi vardı yahu? Kimdi bunlar? Yine de bu sorular üzerine daha fazla düşünmeden gruba doğru yaklaşıp içlerinden birine “Can you give me a cigarette?” diye rica etti.  Muhatap soruyu cevaplamadan cebinden üzerinde Kiril alfabesini andıran harfler olan paketi çıkardı. Musab’a iki tek sigara uzattı.  Musab, bu tuhaf ve tekinsiz grubun yanında daha fazla durmak istemedi. Oradan ayrılıp köşe başında vaveyla içinde telefonda birileriyle Kürtçe konuşan yağız gence yanaştı ve konuşmasını bölmek istemediğinden eliyle işaret ederek çakmak istedi. Genç yine eliyle bir lahza dercesine işaret edip Musab’ın sigarasını yaktı ve yüzüne bakmadan eliyle usulca onu selamladı. Her şey gittikçe saçmalaşıyordu.

Muhtemel artçı sarsıntılara karşın tedbiren caddeyi ortalayarak es-Sâʻat   bir aşağı bir yukarı yol boyu yürüdü. Kendince hasar tespiti yapıyordu. Ne bir yıkımla ne de kayda değer bir hasarla karşılaşmamıştı. İnsanlar da ilk gafletin paniğini üzerlerinden atmış sakinleyip, durulmuş görünüyorlardı. Her şey normale dönüyordu.

Üşüdüğünü hissetmeye başladı. Ucuz atlatmış olanın rehavetiyle otele doğru yollandı. Lobiye vardığında kendini yeniden tâmme curcunanın içerisinde buldu. İnsanlar sinyalleri kesilmiş telefonlarıyla ailelerine, eş-dostlarına ulaşmaya çalışıyor. Bir haber alamadıkça derine gitmiş bakışlarla ne yapacağını bilmez bir halde lobi içinde geziniyor.  Ağlaşıyor. Birbirlerine sarılıyor, nafile sözlerle birbirlerini teskin etmeye çalışıyorlardı.  Tüm bu feryat figan hengâmenin içerisinde telefonuyla oynayan bir kadın yanındakilere dönerek herhangi bir şeyden bahseder gibi, alelade bir haberi laf arasında paylaşır gibi “Antakya yıkılmış.” dedi.

Ömrü hayatında duyup duyabileceği en meş’um havadisi öylece laf arasında davetsiz bir kulak misafiri olarak almıştı.  İnsanın aklı havsalasının alamayacağı büyük olaylar hep öyle olabildiğince basit şaşılacak derecede olağan bir biçimde olmuyor muydu? Eli, ayağı, kanı, yüreği buz kesti! Olduğu yerde kala kaldı. Ne kımıldayabiliyor ne bir başka tepki verebiliyordu.  İlk şokun insanı yere mıhlayan sarsıntısından kurtulur kurtulmaz lobiye gitti ve ağlamaklı titrek bir sesle görevliden telefonunu kullanmayı rica etti. Ezbere bildiği tek numarayı parmakları titreyerek çevirdi. “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor lütfen daha sonra tekrar deneyiniz.” Tekrar denedi, tekrar ve tekrar ve tekraren. Ulaşamadı!  Dizlerinin bağı çözüldü, içinden bir şeyler koptu, korkunun, kaybetmenin soğuk bıçağı karnından göğsüne dek bütün gövdesini yardı! Ölüm insanın sevdiklerine yaklaştıkça ölüm fikri, yitirmenin azametli korkusu o nispette insana yakınlaşıyordu! Ancak, “Baba ölmeyin!” diyebildi! “Baba lütfen ölmeyin! Telefonu aç baba! Baba!!” diye haykırdı! Olduğu yere çöktü! Musab şimdi gerçekten her şeyini kaybetmişti.  Hüngür hüngür ağlamaya başladı!

Artık ağlamaktan bitap düştüğünde, ağlayacak denli kuvveti dahi kalmadığında içinde ancak beterin beterini bile görmüş bedbaht biçarelerin idrak edebileceği bir kuvvet, bir cesaret uyandı. Daha ne olabilirdi ki?  Ne olacaksa olsun onlar öldüyse ben niye yaşıyorum? diye düşündü. Çöktüğü yerden bir hışımla lüverden fırlar gibi kalktı. İçine düştüğü zillet tufanını yararak merdiven basamaklarını ikişer-üçer tırmandı neredeyse tek solukta odasına çıktı.  Telefonunu aldı. Hala sinyal yoktu. Ailesindeki herkesi tek tek aramayı denedi. Hiç kimseye ulaşamadı. Kendini dünyada yapayalnız hissetti. İlk kez sahiden yalnızlığın ne olduğuyla yüzleşti.  Her tehlikeye, her ihtimale bigâne bir halde öylece yatağın kenarına ilişti.  Whatsapp üzerinden aile grubuna sesli mesaj gönderdi: “Ne olur beni duyan bana bir cevap versin.” Yevmed din!  Şimdi cevapsızlığın, yankısızlığın, sessizliğin, yalnızlığın, gerçek çaresizliğin ne menem bela olduğunu anlıyordu. Bir sarahat hali çöktü üzerine neyi var neyi yok çantasına tıkışırdı. Yukarı çıkışının aksine ağır adımlara merdivenlerden aşağı indi. Kapıya çıktı. Bedbin bir sigara yaktı.

Ne kadar olduğunu bilmediği kıyasıya uzun dakikaların ardından iletisine bir karşılık aldı. “Biz iyiyiz. Herkes iyi, hepimiz çıktık. Hepimiz birlikteyiz. Biz iyiyiz.”  İyi hiç bu kadar iyi olmamıştı. İçindeki son mukavemet direnci de çözüldü. Musab’ı güç bela ayakta tutan son kolon da devrildi. Bacakları boşaldı Süleyman’ın asası gibi çöktü. Ağladı!

 Kendini toparlayabildiğinde sokağı iyiden iyiye tenhalaşmış buldu. Neredeyse el ayak çekilmişti. Gece şafağa yazıyordu. Dağkapı’ya doğru yürüdü.  Yüksek binalara bakındı. Hepsi yerli yerinde duruyordu. İçi rahatladı. Artık yalnızca sabah olsun istiyordu. Sabahı bekliyordu. El-nihayet sabahın güneşi, onu, otelin kapısının eşiğinde bitkin, uykusuz, hazin bir halde sigara içerken buldu. Musab, gün ışır ışımaz otogara gitmek için bir vasıta aranmaya başladı. Taksi aranıyor, geçen her otomobile otostop işareti yapıyordu. Bir minibüs mahzun yardım çağrısına karşılık verdi. “Pismam otogara gidiyorum, atla.” Atladı.  Minibüs, kentimizin güzide semtlerinden, story’lik mıntıkalarından, Toledo’dan çıkıp Amed’in içine doğru ilerledi. Birbirine omuz vermiş bitişik nizam, köhne, boyasız, badanasız girişleri loş karanlık binaların arasından daracık pasaklı sokaklardan geçti.  Yoksulluğun, yığılmışlığın, yılgınlığın içinden geçti. Otogara vardı. – “Kardeşim Antakya’ya gidiyorum.” – “Gitmez abe, Mersin’e gider. Gitsin bir yere gitsin de bindi.

Siverek’ten, Hilvan’dan, Urfa’dan, Nizip’ten, Antep’ten teğet geçti. Yol boyunca otogarlardaki insan kalabalıklarını ve otobanlara bağlanan arterlerdeki araç yoğunluklarını göz ardı edecek olursa herhangi bir olağan dışı duruma tesadüf etmemişti.  Mamafih çoluk-çocuk, ihtiyar maaile araçlarına doluşmuş insanların yüzlerindeki donakalmış şaşkınlıktan ötürü tahmin ediyor olduğundan daha vahim bir durum olabileceğini kestirebiliyordu.  Neredeyse akşam olmak üzereydi ilk aldığı kısa iletiden bu yana bir daha kimseden haber alamamıştı. Telefonlardan hala sinyal alınamıyordu. Belirsizliğin puslu düzlüklerinde yuvalanmış karınca orduları beynini kemiriyordu.  Otobüse bindiğinden beridir bir dal dahi sigara içmemişti. Yoksunluğun tepelerinde mevzilenmiş gerilla birlikleri serkeş taarruzlarıyla soluğunu kesiyordu. Ense kökünde darbe yemişçesine bir ağırlık, göğüs kafesinde bir yumru elma oturmuşçasına daralma, kulaklarında yanma, ayak parmaklarında uyuşma hissediyordu. Yerinde duramıyordu. Hababam koltuk aralarında voltaya çıkıyordu. Her münasip fırsatta bu ring aracı misali otobüsten firar etmeyi düşünüyordu. Başka da bir şey düşünemiyordu.  Artık sadece otobüsten inebilmek istiyordu. İndi, Kömürler’i bir ömür sürede geçip Nurdağı’na vardıklarında mecburen indi.

 İndi de ne oldu? Allahumme yassir!  Yewme’l Asir’i orada gördü. Yolun her iki tarafında uzak-yakın devasa alevler yükselmekteydi. Alevlerin harları karanlık göğü kızıla alevlerin dumanları göğü kurşuniye boyamıştı. Çok uzaklardan kentlerin kimi sarı kimi beyaz parıldayan ışıkları seçilebiliyordu. Yolun kenarındaki tek tük mezra evleri önlerinde duran tarım makinaları alet edevatlarıyla birlikte terk edilmiş gibiydi. Tüm bu insanı hayretlere düşüren felaket manzarasını yolun her iki istikametini de tıkamış araçların far ışıkları, yangın bölgelerine çıkan yol ağızlarını kesmiş tam teçhizatlı askerler, biteviye klakson çığlıkları, itfaiye, ambulans, polis otomobilleri, karayollarına ait kurtarma araçları, bilcümle resmi hizmete mahsus vasıtaların siren sesleri ve araçlarından inmiş yol boyunca dizilmiş insanların uğultusu tamamlıyordu. Bu adeta yeni başlamış bir göç manzarası gibiydi.

Bu bir türlü ilerleyemeyen kervandan ayrılmaya karar kıldı.  Otobüsten çantasını aldı. Peşi peya yürüdü. Nereye doğru yürüdüğünden emin olmadan yalnızca bir hisle; tüm yaşamı boyunca yaptığı gibi doğru yolda yürüdüğüne dair kuvvetli bir imanla yürüdü. Yol yaptı, köprü yaptı Erdoğan bulvarlarından, yerle yeksan olmuş yaya geçitlerinin üstünden geçti. Yarılmış asfaltların üzerinden, çökmüş viyadüklerin, köprülerin yamaçlarından yürüdü geçti. Afallamış, istinkâf etmiş, ne yapacağını bilmeyen muvazzaflarla beraber yürüdü. Ağlaşan çocukların, yolun açılmasını bekleyen adamlara mahzun bakan kadınların, umudunu yitirmiş mecalsiz görünen yaşlıların yanlarından geçti.  Beyabanı Gul-i yaban’nın bağrını yardı geçti. Doğru bildiği yolda açlık duymadan, susuzluk hissetmeden, yorulmadan, yeisse kapılmadan, yüksünmeden kilometrece, saatlerce yürüdü.  Nurdağı, Kırıkhan yol ayrımında durdu.  Benzin istasyonun çıkışında bekleyen bir otomobile yanaşıp “Antakya’ya gidiyorum.” dedi. “Yollar kapalıymış kardeşim! Bin gittiği yere kadar…’’. Bindi, gittiği yere kadar!

Antakya’ya vardığında zelzelenin ikinci şafağı doğmak üzereydi! Memlekete hoş geldin Musab! Karşılaştığı manzarayı, lisana tercüme edebilmek kabil değildi.  Ruhundan dile indirgenemeyecek bir vaveyla koptu. Ağzı, dili kurudu! Kerbela’yı gördü! Helak oldu! Ayakta bilincini yitirmişçesine iki yana sallandı! O kadar derinden o denli şiddetli bitap düştü ki! Hiçbir şey hissedemedi! Meğerki siz büyük bir felaketten arda kalan kişiyseniz, eğer ki siz büyük bir yıkımdan arda kalan şeylere bakan kişiyseniz neredeyse hiçbir şey hissedemiyorsunuz! Beyninin içinde mahvolmuşluğun gürültüsü, yüreğinde hissizliğin tuhaf gümbürtüsü mütemadiyen yürüdü! Her gün geçtiği yollardan geçti. Neresi olduğunu bilemedi! Nerede olduğunu bilemedi! Ölü canlar gördü! Ezilmiş, yanmış, pişmiş, uzuvları kopmuş, parçalanmış ölü kadınlar; anneler, erkekler; babalar, gençler; sevgililer, çocuklar; yeğenler gördü! Komşular, enişteler, kayınvalideler, büyükbabalar, amcaoğulları, dayılar, halalar gördü! Kiminin üzeri bir gazeteyle, çöp poşetiyle, kartonla, battaniyeyle örtülmüş, kimi   kaldırımın üzerine çırılçıplak bırakılmış, kimi hala derin uykusunda gibi ölmüş insanlar gördü! Hiç görmemesi gerektiği kadar mebzul ölü gördü! Ölülerin yüzlerine baktı, enkazların üzerinde dağılmış mevtalara baktı! Yitirdiklerinin başında acıdan kendinden geçmiş insanların yüzlerine baktı! İniltiler duydu! Yardım çığlıkları! Ağıtlar, figanlar, hıçkırıklar! Hiç duymaması gereken şeyler duydu! İlkokulunun yanından geçti fark etmedi! Lisesinin önünde olduğunu yıkıntıların arasında duran tabeladan anladı! Çocukluğunun, ilk gençliğinin, gençliğinin yok oluşunu gördü! Bir memleketin ölümünü gördü! Tüm bu olanlar o yaşarken oldu! O yaşarken koptu kıyamet! 

Elim bir akşam harabe memleketinin üzerine azmi kasvetiyle çökerken yerle yeksan olmuş evini buldu. Ev diye bildiği her şeyi betondan, paslı demirden, tuğladan mürekkep toz duman moloz yığının altında buldu. Komşularını, tanışlarını, ahbaplarını hülasa insanlarını! Onlarla kapı ağzında denk gelişlerini, ayaküstü hal-hatır sohbetlerini, munis selamlaşmaları, her birinin ayırt edici; nevi şahıslarına münhasır hal, tavır, huylarını!  Yaşantısını, anılarını, gündelik alışkanlıklarını, sevincini, hüznünü, emniyet hissini, sığınak güvencesini, huzurun asude şahsi manevisini, peyder pey sabırla taş-duvara üflediği genius logiyi, yani kompozit kapılardan, kapitone koltuklardan, laminat parkelerden, ankastrelerden, no-frost buzdolaplarından, Qled televizyonlardan öte tüm bu pahası biçilmiş şeylerden ziyade o ev denen duyguyu yitip gitmiş buldu.  Ta ki bu kahhar musibet vaktine değin ev mefhumunu bu denli sarih aklî idrak edememişti.

Bu insan muhayyilesini ve her türlü tasavvuru aşan fecaatin içerisinde bir kuş aklını çeldi. Unutulmuş bir şeyi bir anda anımsar gibi irkilerek Nazan’ı hatırladı. “Nazan içerde mi?” diye sordu. Daha düne kadar yıllar boyunca hepimizin yuvası olan şimdi pek çoğumuzun mezarı olmuş olan bu enkazın başında yakınlarını bekleyen perişan kalabalıktan biri – “Evet” diye yanıtladı. Musab’ın, üst komşusu Nazan, ah ki saf Nazan, günahsız, vebalsiz, masum Nazan! Günlerinin kahhar-ekseriyetini yaşlı annesinin nezaretinde evinde geçirirdi. Nazan’ın evden tek başına çıkmasına müsaade edilmezdi.  Güvende olduğundan emin olunan bir kozanın içinde sarmalanmış gibi yaşardı. Musab, Nazan’ı, neredeyse her gün onun kısıtlanmış yaşantısındaki, dünyaya ve hayata açılan yegâne imkânı olan penceresinin kenarında oturmuş caddeden gelip geçenleri, binaya girip çıkanları seyrederken yakın bulduklarına çocuksu bir sevinçle el sallarken daha yakın hissettiklerini ise bir kahve içmeye davet ederken görürdü. Nadiren de dışarıda akıp giden hayata karışmış olmasının ona verdiği mutluluk içerisinde yaşlı annesiyle beraber eş-dost-akraba ziyaretlerine giderken yahut dönerken görürdü. Nazan, her karşılaşmalarında Musab’ı mahcup, çekingen ama güleç bir biçimde sadece başıyla selamlardı. Bunu da söylemek gerekir: Nazan hiç şüphe yok ki tılsımlı biriydi!  O, içten tebessümünü ona tesadüf eden hemen herkesin çehresine insiyaki bir yolla aksettiren biriydi. Belki de denebilir ki bu onun yüzü suyu hürmetine dağıttığı sadakasıydı! Kendisine bahşedilmiş olanı cömertçe nasipsizlere de armağan ediyordu! O gülümserdi; gülümserdiniz. O aydınlatırdı tesadüfü!  Musab bu her günkü karşılaşmalardan halis bir saadet duyardı! Zira Musab’a öyle geliyordu ki: Nazan’ın bu hikmetli lisanı hali akli, lafzi, maddi olanın vukufsuz sahasına mutlak bir hudut çiziyordu! Musab’ın büyük yanılgısı hariçte aydınlanıyordu!  Nazan’ın varlığını, kozmografik bir rastlantıyla Nazan’ın varlığına şehadet ediyor olmayı kendisine verilmiş bir hediye telakki ediyordu.  Hülasa Nazan iyi ki var olan biriydi! Nazan iyi ki doğmuş biriydi! Şimdi tüm gözlerden ırak meçhul bir uykuda uyuyordu!

Bu zâhir ile bâtın arasında meczubane salınıp savrulduğu tefekkürlerden ayıldı.  Ölümün soğuk soluğu, hayatta kalanların sarhoşluğa yakın bitap marazı yüzüne bir tokat gibi çarptı. Sigarasını yaktı kaşlarını yukarı kaldırıp karanlık göğe baktı.

Rabbim dedi! Duraksadı Bağışla! dedi. Sustu! “Dilerim Nazan’ın cenneti Nazan’a mahsus olabilir! Nazan müstesna! Nazan pencere önü çiçeği! Nazan sabahları çiğdem, akşamüzerleri nergis, Nazan pencere önü menekşesi her akşam…  Penceresi geniş bir caddeye baksa, akşam güneşi yanağını okşasa, kaldırımlardan insanlar geçse, insanlar mesut, insanlar müreffeh, insanlar mütebessim herkesin ağzında yaşamaktan hoşnut bir tat! Misal mavi bir otobüs geçse, bir nine altın gününden gelse, bir baba kızını parka götürse, bir anne oğlunu önüne katmış pazardan dönse, okuldan çıkmış iki genç kız hoş sohbet yürüse, bir torun dedesine pürneşe akşam ki maçı anlatsa, bir adam sigarasını yaksa, karanfil koksa, eşi yanağından öpse, gölgede bir kedi gerinse,  az evvel dövüşen veletler hemencecik barışsa, küçük bir oğlan çocuğu arkadaşına yeni kramponlarını gösterse, yol gözleyen bir delikanlı utana sıkıla papatyasını saklasa; yolu gözlenen boynuna sarılsa, ılık bir meltem esse, apartman aralarından çocuk cıvıltısı yükselse, pervaza bir kuş konsa, annesi içerden Nazan’a seslense, Nazan elmasını dilimlese,  hepimize gülümsese, o bizi görse, biz onu görsek, Rabbim görsen! Seyyidü’l Enbiya’l Mustafa onu gözetse, mesela bir ravza hep cumartesi olsa, Nazan uyusa, hiç uyanmamış olsa, canı hiç yanmamış olsa, bir kuş olsa uçup gitse, devri daim olsa…” diye düşündü.

Sigarasının izmaritini molozlara bastırarak ezdi.

Arama kurtarma ekibinin spot ışığı yapay bir ay gibi arkasında parıldarken enkazın üzerine tırmandı. Mağlup bir savaşçı gibi çöktü. Apokaliptik bir tragedyanın son tiradını söylercesine elem içinde mırıldandı:

“Nazan! Bak! Fatih amca, Suphi amca, Zeliha teyze, Apo abi, Türkan abla, Süslü, Sulu, hafta içi her gün aynı saatte kızını okuldan eve getiren genç baba, eteğinden ayrılmayan iki yavrusuyla Suriyeli genç anne, Harun ve yeni ayaklanmış küçük oğlu, arkalarında ben, Musab; arda kalan! Biz, hepimiz bir taşrada kendi yağında kavrulup gidenler  pencerenin altından sana kalbi sevgimizle el sallıyoruz! Hoşça kal Nazan, bir adın kaldı geriye bütün bu yıkılmış şeylerin nihayetinde bir de kahreden bu nev gurbet!”

Gelecekte görüşürüz!