Home Kültür Yeis Büyük Haramdır!

Yeis Büyük Haramdır!

Screenshot

Mustafa Kemal Ersöz

“Ve güneş doğarken hiç umut yok mu

Umut umut umut

Umut insanda”

Nazım Hikmet 

​Yalçın Akdoğan’ın çokça bilinen müstesna şarkısı Hazar şöyle başlar: “Sonra fark ettim ki / su akıyor, rüzgâr esiyor, yağmur yağıyor. / Her şey yine ve aynı şekilde oluyor. / öyle bir yere geldim ki/ sıcak ve soğuk, aşk ve nefret, savaş ve barış / üşümek ve sonra ısınmak gibi … Akdoğan’ın güzide liriğinde mevzubahis ettiği gibi ve hepimizin basit yaşamsal tecrübelerimizdenkolaylıkla idrak edebileceğimiz üzere durağan bir dünyada yaşamadığımız aşikârdır. Öyle ki doğadaki her şey sürekli bir değişim halindedir. Yine açıktır ki hareket, maddenin varoluş biçimidir. Hiçbir yerde, hiçbir zamanhareketsiz madde olmamıştır, olamaz da. Dünya sürekli olarak kendi ekseni etrafında döner ve kendisi de güneşin etrafında döner. Bu, gece ve gündüz ve yıl boyunca yaşadığımız farklı mevsimlerle sonuçlanır. Doğarız, büyürüz, yaşlanırız ve sonunda ölürüz. Her şey hareket eder, değişir, yükselir ve gelişir ya da geriler ve yok olur. Herhangi bir denge durumu geçici ve yalnızca görecelidir ve yalnızca diğer hareket biçimleriyle ilişkili olarak bir anlama sahip olabilir. 

Öyle ki doğayı, onun yasalarını ve insanlık tarihinin akışını hatta kendi düşünsel süreçlerimizi göz önüne aldığımızda ve tüm bunlar üzerinde düşündüğümüzde, evvela hiçbir şeyin olduğu gibi kalmadığını her şeyin değişiyor olduğunu görürüz. Bu sürekli hareket ve biteviye değişim nihayetinde karşımıza o da sürekli değişen ilişkiler ve tepkiler, permütasyonlar ve kombinasyonlar karmaşasından müteşekkil bir manzara çıkarır. Bu manzaranın keyfiyetinde şeylerin hareket, geçiş ve bağlantılarını genel devinim, değişim ve birleşimlerini gözlemleyebiliriz. Her şeyin sürekli olarak bir değişim ve akış halinde olduğu aksiyomunun idrakine varmak bize evrene, yaşama ve olaylara bakmanın, onları anlayabilmenin bir yolunu, olanağını sunar.  Bu yol bizi evreni ve dünyayı hazır şeyler kompleksi olarak değil, kesintisiz oluş ve yok oluş dönüşümünden geçen süreçler kompleksi olarak görebilmeye; her şeyi sürekli bir evrim ve değişim içinde anlayabilme kabiliyetine vardırır. Böylelikle her düzeydeki evrenleri tüm yönleriyle karakterize eden özelliğin, sürekli hareket halinde olmaları olduğu ayrımına varabiliriz. Sabit olanlar değişkenler haline gelir, nedenler sonuçlara dönüşür ve sistemler gelişerek onlara yol açan koşulları ortadan kaldırır. Her şeydeki ve her şeyin içindeki nitelik geçicidir. Bu güzergahta hiçbir şeyin pürüzsüz, kopuşsuz, istikrarlı ve kararlı sorunsuz bir çizgide ilerlemediğini, tüm bu yavaş, birikimli değişimlerin zamanla yüksek bir ivme kazanarak ani ve patlamalı reaksiyonlara sebebiyet verdiğini böylelikle süreçlerin ileriye veya geriye doğru savrulabildiğini, niceliğin, niteliğe dönüştüğünü görebiliriz.

Nihayet tüm bunlar bizi çelişkinin, tüm hareketlerin ve yaşamın kaynağı olduğu; herhangi bir şeyin ancak bir çelişki içerdiği sürece harekete, güce ve etkiye sahip olabileceği gerçeğine vardırır. Çelişki, maddenin varlığının evrensel bir koşulu, varlığının zorunlu biçimidir. Evrendeki her şey madde- anti madde, çekme-itme, etki-tepki ve karşıt süreçler ile hayat bulur. Tüm evren ve toplumsal yaşam, zıt kutupların birliği ve mücadelesi temelinde biçimlenir ve dönüşüme uğrar. Her türlü hareket ve değişim, zıtların karşılıklı etkileşimi ve mücadelesinden kaynaklanır. Yaşamın kendisi, karşıtların birbirinden yalıtık olmadığı, bir arada var olduğu, iç içe geçtiği, birbiriyle çatıştığı, bir şeyin bir diğerine dönüştüğü çok renkli ve çok yönlü hareketli bir süreçtir.Şüphesiz ki içinde yaşadığımız dünya çelişkilerin birliği veya karşıtların birliğidir. 

Doğada nereye bakarsak bakalım karşıt eğilimlerin bir arada var olma dinamiğini görürüz. Soğuk-sıcak, aydınlık-karanlık, sermaye-emek, doğum-ölüm, zenginlik-yoksulluk, pozitif-negatif, düşünce-varlık, itme-çekme, evrim-devrim, şans-zorunluluk, vb. değişim ve gelişim halindeki bu karşıtlıklar hem birbirlerini olumsuzlar, sürekli bir çatışma halinde olurlar hem de birbirlerini koşullandırır ve türetirler. Karşılıklı olarak birlikte var olmakla kalmaz, aynı zamanda birlik durumunda olup birbirlerine bağlıdırlar ve örtüşürler. Karşıtların özdeşliği, zıtlıkları gibi çelişkinin bir uğrağıdır. Çelişkinin gelişim evresinde karşıt kuvvetlerin bu birlik ve özdeşlik anında bir denge kurulur. Karşıtların çatışması halinde ise çelişkinin çözümü gerçekleşir ve madde yeni bir nitel oluşum sürecine girer. Karşıtların çatışması maddeye içseldir, karşıtların birliği ise görecelidir. Biçim ile içerik arasında karşılıklı olarak sürekli bir mücadele vardır, bu da eski biçimin nihai olarak parçalanmasına ve içeriğin dönüşmesine neden olur.

Simon Vouet – Umut Güzellik ve Aşk Tarafından Mağlup Edilen Zaman, 1627

Kısaca söylemek gerekirse eski yeniye gebedir. Zorunluluk da yeninin ebesidir.  Var olan her şey zorunluluktan var olur ama aynı şekilde, var olan her şey yok olmaya, başka bir şeye dönüşmeye mahkûmdur. Biryerde ve zamanda “gerekli” olan, başka bir zamanda ve mekânda “gereksiz” hale gelir. Her şey, onu aşmaya ve olumsuzlamaya mahkûm olan zıttını doğurur. Karşıtlık ve karşıtların mücadelesi yalnızca doğada yer alan süreçlerle sınırlı bulunmaz aynısı toplumsal yaşam ve tarihsel süreçler içinde geçerlidir. Her türlü toplumsal yapı,toplumsal durum yahut tarihsel dönemeç ortaya çıktığı anda zorunlu olduğu için vardır. Yeni toplumun varlığının maddi koşulları eski toplumun rahminde olgunlaşır.  Örneğin, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na bir Sırp Prens’in öldürülmesinin “neden olduğu” söylenir. Ancakbu olay zaten emperyalizmin ekonomik, politik ve askeri çelişkileri tarafından kaçınılmaz hale getirilmiştir. Suikastçı eyleminde başarısız olsaydı ya da Prens hiç doğmamış olsaydı, savaş başka bir politik bahaneyle yine de başlayacaktı. Zorunluluk kendini farklı bir bahane ile de ifade edebilirdi.

    Buraya kadar kabaca bir özetini sunmaya çalıştığımız düşünce sistematiğine, her şeye rağmen ve halen, ahlaken, ilmen, bilmen ve yalın hakikaten insanlığın yegâne umudu olan sosyalistler zaten bir isim vermişlerdi.  Bu anlattıklarımıza diyalektik-materyalizmdeniyor. Tüm hurafe, efsane ve safsatalara rağmen olup-bitenleri, yaşamı ve dünyayı anlayabilmemizin en işlevsel metodu da budur.  Birilerini masum, birilerini külliyen günahkâr, birilerini kurban birilerin yekten hain ilan eden her şeyi basit bir biçimde sadece siyah ve beyazdan ibaret gören, her olup-biteni komplo teorileri, ihanetler vekaramsar mukadderatla açıklayan metafizik bakış açısıyla, umudumuzu ve kaderimizi bağladığımız kendimiz dışındaki güçlere bağnaz bir tarafgirlikle hiçbir şeyi hakkıyla anlayamaz, en ufak bir değişime vesile olamayız.

Durumları ve gelişmeleri ancak somut nesnellikleri içinde; içerisinde var oldukları bağlam dolayımında, onları heva-hevesimizce eğip bükmeden soğukkanlı bir gerçekçilikle anlayabiliriz. Mütemadiyen karşılaştığımız yeni durumlardan ancak çelişiklerini, olanak ve olanaksızlıklarını, avantaj ve dezavantajlarını gözeterek iyimser bir iradeyle çıkabilir, verili koşullardan kendi lehimize fırsatlar devşirebilir; koşulları lehimize doğru nispi ölçeklerde dahi olsa değiştirebiliriz. Aksi durumda deniz aşırı ülkelerde varılan anlaşmalar neticesinde birülkenin idaresinin bir haftada birilerinden alınıp birilerine verildiği, siyonizmin sadece iki günde bir ülkenin tüm varlıklarını yerle yeksan ettiği bir fecaat ve zillet hali içerisinde; “Allah göklerde midir? Yerde midir? O nur mudur? Surette mi görünmüştür?  O Selefi’dir bu Rafızi’dir.  Bu Acemdir şu Türk’tür. O şunun kılıcıdır diğeri onun aslanıdır.  Öteki halkların güneşidir.  Beriki ümmetin lideridir. gibi hiçbir şeye ve hiçbirimizefaydası olamayan haybeden lafı güzaf lakırdıları terennüm ederek biçare helak olmaya devam ederiz.

Peki ama dünyayı, yaşamı, gelişmeleri, gelenleri ve gidenleri doğru bir biçimde anlayabilmek farklı biçimlerde yorumlayabilmek tek başlarına yeterli gelebilir mi? Tüm bunları kendimizi olup-bitenlerin sorumsuz bir gözlemcisi olarak konumlandırarak yahut mağdurların masum sözcüsü tayin ederek, hiçbir mesuliyet koşuluna yaslanmadan, açıkça suya sabuna dokunmadan anlamak, yorumlayabilmek gerçek bir anlam ifade edebilir mi? Bir anlama tekabül etse bile bu herhangi gerçek bir fayda sağlayabilir mi? Şüphesiz ki dünyayı ve yaşamı, her nevi gelişmeleri, nesnel bir şekilde anlayabilmek, yorumlayabilmek yani somut durumun somut analizini yapabilmek öncül bir gerek şarttır. Ancak bu tek başına yetersizdir! 

Dünyayı anlamak yetmez onu değiştirmek de gerekir. Bunu da yapabilmek için toplumsal ve tarihsel biçimlerin insanların etkinliğinin bir ürünü olduğunu görebilmek gerekir. Bununla da yetinmeyip toplumun ve tarihin bir sonraki aşamasının yahut uğranın kendiliğinden ortaya çıkmayacağının bilincine erişebilmek gerekir. Tarihe ve topluma bilinçli bir müdahalede bulunmaya azmetmek gerekir. Bu müdahalenin gerektirdiği politik konumlanmanın mesuliyetini göze alabilmek gerekir. Tarihe ve topluma müdahalede bulunmak, siyasal olarak taraf olmayı, bir gelecek tasarısı ortaya koymayı ve onun sorumluluğunu üstlenmeyi gerektirir. Aynı zamanda ortaya konulan siyasal tasarının gerçekleştirilmesinin imkanlarını ve gerçekliğini ortaya koymayı gerektirir. Dünyayı, halihazır koşulları değiştirecek olan eylem halindeki insandan başkası değildir. Yeni bir dünyanın müjdesi ancak var olanı değiştirmeye kasteden eylemde ve bu eylemin faali olan insandadır. Şimdi paragrafın başına dönüp iddiamızı tamamlayacak olursak dünyayı ve durumuzu değiştirebilmenin koşullarını bilimde, gerçek tarihte, anlamını da değişimi yapacak olan insanın durumunda ve etkinliğinde aramamız gerekir.

Artık en elzem, anahtar soruyu sorabiliriz. Ne yapmalı?

Memleket ve halkımız özelini göz önüne aldığımızda deprem felaketi, iktisadi kriz ve bölgede yayılan savaşın yarattığı koşullarda karanlık bir tablonun karşımızda durduğu hepimizin malumu olsa gerekir.  En temel insani yaşam koşullarının sağlanabilmesinin bile büyük bir zahmet gerektirdiği, geçim ve gelecek kaygısının her geçen gün daha derinleştiği, Bölgedeki savaşın yarattığı risk ve tehditlerin elle tutulur biçimlerde kendini hissettirdiği bu elim ahval ve şeraitte gitti gide daha da atomize olan, dağılan, çürüyen bir toplumsal vaziyetiçerisinde yaşıyoruz. Buraya değin sabrederek okumaya devam eden okurlarla hemfikir olduğumuzu düşündüğüm üzre halihazır vaziyete veryansın etmenin, yeis içerisinde etrafımıza karamsarlık yaymanın, kayıtsız, apati bir biçimde olup-biteni seyretmenin hiçbir şeye ve hiçbirimize en ufak bir yararı olması beklenemez. Elbette ki her yenilgi dönemi zihinsel ve ahlakibozulmayı dağılmayı beraberinde getirir. Ancak enkaranlık en boğucu hal ve gidişatın karşısında dahi yeisekapılmayacak, karamsarlığın seline kendimizibırakmayacak ciddi ve sabırlı tutum ve tavırları geliştirebilmemiz gereklidir.

Her şeyi var kılan şey her şeye içrek olan çelişkinin doğurduğu hareketse en boğucu en karanlık hal ve gidişatları dağıtacak oralardan çıkışa imkân kılacak şey kimi zaman ufak bir harekettir! Öyleyse çelişkiden korkmamalı, hareketten geri durmamalıyız. Yaşam koşullarının ilerleyiş, değişim ve çelişkilerinin karşımıza çıkardığı zorunluluğu yadsımamalıyız. O zorunluluk, bugün için hiç tereddütsüz örgütlenmedir.  Ve yine bugün ki aşamada örgütlenmenin hiçbir biçimini, hiçbir tarzını dışlamadan sosyal, kültürel, itikadi, mesleki, siyasal,geleneksel- modern, yerel-genel, dikey-yatay, esnek-sıkı, irili- ufaklı demeden her biçim, yöntem ve tarzda örgütlenmemizi artırmamız ve güçlendirmemiz gerekmektedir. Her geçen gün daralan bu Yezidçemberinde bizi koruyabilecek; git gide daralan bu meluncendereden bizi çıkarabilecek yegâne güç; örgütlülüğümüzün gücüdür! Somut bir öneride bulunursak örneğin harekete ve örgütlenmeye, dergimizin dağıtımında, yaygınlaştırılmasında, büyütülmesinde her birimiz imkanlarımız dahilinde sorumluluklar üstlenerek başlayabiliriz. Sözlerimi büyük usta Nazım’a ufak bir eklemeyle tamamlamak isterim: Umut örgütte, Umut örgütlü insanda! Daha doğru bir ifadeden sakınmamak gerekirse umut örgütlü emekçide! 

                                                                                                 Aralık 2024Süveydiye

(Ehlen Dergisi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır, Ocak 2025, Yıl:3 Sayı:6)

Exit mobile version