Mustafa Kemal Ersöz
Kendimi bildim bileli farklı biçimlerde kendimi arıyorum. Kimi zamanlar hissedilemeyecek kadar gerilere çekilerek kimi zamanlarsa galebe çalıp neredeyse temel bir soru mahiyeti kazarak ama her daim asgari bir eşik vasatında süregiden ontolojik bir muamma olarak kendime ‘’ aslında kim olduğumu’’ sorup durdum.
Örneğin hiçbir zaman ismimle müsemma değildim. İsmim içinde var olduğum toplumunun içinde yaşaya geldiğim memleketin takribi yüz yıllık tarihsel, sosyolojik, idari, hukuki, siyasi serencamının müstehzi bir ironisi gibiydi. İsmimle açıklaması oldukça karmaşık kelimenin bir başka manasıyla kompleksli bu haliyle de çalkantılı, çarpık bir aşk ve nefret ilişkisi içinde yaşadım. Bir yandan onu bir kıvanç nişanesi gibi övünçle taşıyordum bir yandan ise ona karşı tahmin edilebilir politik nedenlerle bir mesafe duyuyor, özdeşlik kurabilmekte güçlük duyuyordum.
Elbette bu kişisel bir zihinsel iç-çelişkiden daha fazlasına tekabül eden bir şeydi ne de olsa şahsi bilincim içinde var olduğum toplumun kollektif bilincinin radikal bir yanında duran ayrıksı bir parçası olsa da yine de onun bir parçasıydı ve o kollektif bilincin ihtiva ettiği neredeyse her şeyle embriyonik ve diyalektik bir ilişki içinde şekilleniyordu. Onunla çoklukla çatışıyor, zıtlıklar gösteriyor yer yerde onunla örtüşüyor, özdeşlik gösteriyor hasılı onun içinde biçimleniyordu. Toplumsal, sosyal bir varlık olarak toplumumun tüm araz ve marazlarını kaçınılmaz olarak değişen nisbi ölçeklerde ben de taşıyordum. İçinde yaşadığım toplumun ismimin atfen konulduğu tarihsel şahsiyetle kurduğu, onun temsil ettiği değer, semboller, ilkeler hatta nizamla kurduğu ilişkiden azade değildim. Haliyle cevabını bulmaya yeltendiğim sorular ben doğmadan önce sorulmuştu. Ve verilebilecek yanıtlar bir yandan her geçen gün daha çetrefilleşiyorken bir yandan her yeni gün eskiyor, dönüşüyor, değişiyordu. Kendimce el yordamıyla bulduğum yarım yamalak yanıtlarsa toplumun genel kanaatleriyle ve resmi görüşlerle uyuşamıyordu. Cevaplarım beni biraz daha yabancılaştırmaktan pek başka bir işe de yaramıyorlardı. Böylelikle kim olduğumuz ve benim o kimseler içinde kim olduğum sorusu bu dolayımla yeniden inkişaf ediyordu.
Muhakkak ki kim olduğuma ilişkin çok temel ve basit bit yanıt vardı. Doğu Akdeniz kıyısında bir Arap oğluydum. Ama bu temel yanıt hiçbir zaman ifade edilebildiği kadar basit değildi. Türkçe düşünüyordum. Türkçe konuşuyordum. Arapça konuşurken bile Türkçe düşünüyordum. Bu da Arapça konuşurken tutuklaşmama, duraksamama neden oluyor; Arapçayla da aramda bir aşk ve nefret ilişkisi doğuruyordu. Arapçayı akıcı biçimde konuşanlara bir miktar hasetle imreniyor. O nispette konuşabilmeyi beceremedikçe de kendi dilimden kaçıyor; uzaklaşıyordum. Bu sadece semantik ve sentaktik bir meseleden ibaret değildi. Sadece Türkçe düşünmüyordum. Türk gibi hatta tastamam Türk düşünüyordum. İçinde doğup, büyüdüğüm tüm kültür dünyası tamamen Arap öğelerle doluyken, gündelik yaşamının kahhar ekseriyeti arabesk biçimde süregiderken başka bir dil evreninde, başka bir anlamlar dünyasında düşünüyor ama başka bir maneviyat, mistisizm aleminde bambaşka çağrışımlar ve duyumsamalar deryasında yaşıyordum. İkircikli yapay bir meta verse içindeymişçesine ne diğer tarafta ne bu tarafta ama hem o tarafta hem de bu tarafta ve her iki tarafta da belli oranda yabancı, dışarda gibi hissederek yaşıyordum ve kendime o malum aynı soruyu soruyordum ancak bu defa bir ekleme ile aslında ben nereliyim?
Nereli olduğuma, nereye ait olduğuma dair hayatım boyunca neredeyse en ufak bir şüphe duymadım! Nerelisin sorusuna tereddütsüz ve alabildiğine vakur bir cevabım vardı. ‘’Ben Antakyalıydım.’’ Ancak gelgelelim bu da o kadar basit ve tek boyutlu değil! Aslen Reyhanlılıydım. Başka bir itikadi gelenekten, farklı bir yaşam tarzından ve bambaşka bir siyasi görüş hegemonyasından geliyordum. Geldiğim yerin tüm genetik mirasını taşıyordum ama bambaşka bir itikadi mezhebin içinde farklı bir yaşam tarzıyla yaşıyordum. Daha beteri içinde yaşamayı tercih etiğim yeni halkımın siyasal görüş hegemonyasının en uç yorumunun ateşli bir savunucuydum. Tüm yoldaşlarım, arkadaşlarım, tüm sevgililerim bile gerçekte ait olduğum halkın ötekileriydi. Geldiğim yerle akrabalık ve iş ilişkileri dışında neredeyse hiçbir bağım yoktu. Aynı memleketin bir yerinin sürgünü diğer bir yerinin muhaciriydim. Bir kez daha başka bir planda ne oradaydım ne burada! Dönüp dolaşıp yine aynı soruya geliyordum. ‘’ben aslında kimim?’’ ve bir kez daha aynı makus talihin cenderesinde memleketle de aramda bir aşk ve nefret ilişkisi zuhur ediyordu. Hep orada yaşadım, oradan ayrılmayı başka bir yerde var olmayı hiç düşünmedim hatta deprem felaketinden sonra da orada yaşamaya devam ettim daha doğru bir ifadeyle düpedüz inat ettim. Kısa bir süreliğine memleketten ayrılmam gerektiğinde bile birkaç günün ardından huzursuzlanmaya memlekete dönmek için sabırsızlanmaya başlıyordum. Bir yandan memlekete efsunlu bir tutkuyla bağlıydım bir yanımdan onunla kanlı-bıçaklıydım. Tüm hayatım boyunca memlekete dair duygu ve düşüncelerim dışarıda mübalağalı bir övgü içeride o şiddette mübalağalı bir eleştiri arasında salınıp durdu. Simon dağında gezinen bir satir gibiydim.
Her ne kadar daha sonraları hem siyaset bilimi hem de sosyoloji lisanslarına sahip olsam da bu mesele ve muammalar benim için bilimsel bir soğukkanlılıkla dışarıdan baktığım profesyonel uğraşlarım değildi. Hakkında çok kültürlülük, melezleşme güzellemeleri yapabileceğim romantik hususlar değillerdi. Tüm bunlar benim çok erken yaşlarda kendimi içinde bulduğum, harcım olmamasına rağmen peşine düştüğüm sorularım, kimlik arayış ve çatışmalarım, varoluş buhranlarımdı. Tüm bunlar henüz çok erken yaşlarda beni bir miktar yalnızlığa itti. Kendi kendime bulamadığım soruların cevaplarını, hayat içinde aramam gereken cevapları belki de yanlış bir yerde kitaplarda aramaya koyuldum. Çoğu kez anlayamadığım, anlamak için kendimi yontmam gereken kitaplarla dövüştüm, kendimle, fikirlerimle dövüştüm. Nihayete kendimi içine sürüklediğim yarı tecridin içerisinde kendi içimde bölündüm. Kendimle de aşk ve nefret ilişkisi geliştirdim.
Çoklukla insanlar tarafından biraz esrarengiz biraz tuhaf ama daha çok sıkıcı bulundum. Yıllar boyunca neden bu gibi şeyleri kafama taktığım, neden çözemeyeceğim sorularla didiştiğim, neden cevaplar aradığıma hatta bu nafile işlerle uğraştırma dair tenkitlere muhatap oldum. Çoğu kimseler için hayat böyleydi ve boyumu aşan işlere kalkışmak yerine hayatıma bakmalıydım. Ne yazık ki öyle yapamıyordum. Çünkü yaşamak umurumdaydı. Ne var ki yaşamak kitaplardan öğrenilemiyordu. Akşam yemeği için pilav yaparken yanımdaki kişi de sadece salata için domates soyarken herhangi bir şeyden bahsetmek yerine kendimi EZLN ve FARC deneyimleri bağlamında ülkemizdeki çözüm sürecine ilişkin uzun uzadıya lüzumsuz nutuklar atarken pilavın altını tutturmuş bulduğumda artık elimde aslında kim olduğuma dair hiç de iç acıcı olmayan bir cevap vardı.
Nihayet hayatımın yeni bir yol ağzında kendimi yine o malum soruyu sorarken bulduğum bu günlerde Mahmud Derşiv’e dair daha çok düşünüyorum. Ona daha sık müracaat ediyorum. Daha sık bir biçimde kendimi onun ve eserlerinin bende uyandırdığı hisler, duyumsamalar ve düşünceler üzerine düşünürken buluyorum. Onu ne denli çok sevdiğimi hatırlıyorum. Zira hayatımın çok istisnai anında Mahmut derviş okurken yahut Marcel Khalife tarafından bestelenmiş bir eserini dinlerken ki kadar kendimi kendime yakın hissetim. Çok istisnai olarak o denli kendimi ait olduğum yerde hissettim. Kendimle barışık, kendimi bulmuş hissettim. Kendime bir akran, bir arkadaş bulmuş hissettim. İşte bu yüzden Derviş hakkında konuşmak ve onu anlatmak istiyorum ama herkese değil.
Kendini bulmuşlara, kendini bulduğunu varsayanlara yahut bu dünya böyle deyip aramaktan vazgeçenlere kendileri elf-mebruk olsun ama belki de Uzunbağ’da bir incir ağacının altında çenesini avuçlarına yaslamış düşüncelere dalan genç bir Mustafa Kemal gene vardır. Tomruksuyu’nda bir okul bahçesinde tek başına üzerine vazife olmayan sorular hakkında efkarlanan genç bir Mustafa Kemal gene vardır. Çevlik sahilinde bağdaş kurmuş denizin ötesini, oradaki insanları, hayatları, başka yerleri, dünyayı merak eden genç bir Mustafa Kemal gene vardır. Tüm bunları onlar için yazıyorum çünkü yanlarına gidip ‘’Merhaba daha önceden tanışmıyoruz ama ben seni çok iyi tanıyorum. Peki sen Mahmud Derviş’i tanıyor musun? demek istediğim için yazıyorum. Bunu yolculuklarında onlara ufacık da olsa bir yardımı olabilsin diye yapabilmek istiyorum. Her şeyin onlar için ufacık da olsa daha kolay olabilmesi için yapabilmek istiyorum. Çünkü ‘’alâ hâdhihi l-ard mâ yastahiqqu l-hayât ’’
MAHMUT DERVİŞ HAKKINDA BİR MEKTUP
Çok sevgili Genç Mustafa Kemal,
Gelecekten geldiğini iddia eden bir yabancıdan mektup almak oldukça garip ama dilerim bu mektup sana ulaşır ve tüm tuhaflığına rağmen bu mektubu okursun.
Sana bu mektubu çok sevdiğim birinden bahsetmek, seni onunla tanıştırabilmek için yazıyorum. Umarım sen de onu benim kadar sevebilirsin.
Seninle tanıştırmak istediğim arkadaşımın adı Mahmud Derviş. O bir Filistinli. Ve emin olabilirsin ki çok heyecan verici biri! Öyle ki Mahmud Derviş’in, muazzam ve farklı türlerdeki eserleriyle, modern Filistin tarihini özetlediğini ve bizatihi temsil ettiğini ileri sürmem sana hiç de mübalağalı bir fikir olarak gelmesin. Kendi yaşamını da tıpkı Filistin tarihinin anlatıldığı bir roman gibi yaşadı. İnan bana hayatında, nesir ve şiirlerinde, uzun sürgün yıllarının, zorlukların, kıyımların ve Filistinli halkının mücadelesinin anlatılmadığı tek bir bölüm yoktur. Ailesiyle birlikte 1948’deki büyük sürgünün mağdurlarından biriydi. Eğer bugüne değin NAKBA’yı daha önce hiç duymamışsan, bu elim hadise hakkında mutlaka okumaya başlamalısın. Dilersen burada sözü ona bırakayım böylece tanışmaya başlayabilirsiniz. O yaşadığı Büyük Felaketi şöyle anlatıyor. “(…) Çocukluğum, tüm halkımın dramıyla ilişkili olarak, kişisel dramımın başlangıcı oldu. 1948 yazının o gecesinde, dingin bir köyde atılan mermiler ayırım gözetmedi. Altı yaşındaydım, zeytinliklere, sonra dağlara koşar buldum kendimi, bazen yalınayak, bazen yere kapaklanarak. Korkuyla ve susuzlukla geçen kanlı bir geceden sonra, Lübnan denen ülkede bulduk kendimizi.”
Sonra ne mi oldu? Kısa zaman sonra, ailesiyle Filistin’e kaçak olarak geri döndü ve kendi vatanında mülteci oldu. Genç bir şair ve yazar olarak acı çekti, hapis cezasına çarptırıldı. 1970’te direniş örgütlerine katıldı. Kısa Moskova yaşantısının ardından Kahire’ye oradan da Beyrut’a taşındı, sonra Tunus ve Paris’e. Filistinli bir “Yersiz, Yurtsuz” olarak bütün yaraları, kayıpları, tarihsel göçleri ve tüm metamorfozları tecrübe etti.
Hemen umutsuzluğa ve eleme kapılma çünkü o öyle yapmadı. Evet bazen o da umutsuzluğun, çaresizliğin elemin girdaplarına kendini kaptırdı ama mücadeleye bir biçimde hep sürdürmeyi tercih etti. En iyi yapabildiği şeyle kalemiyle mücadelenin bir parçası olmayı hep sürdürdü. Kendi ağzından halkının trajedisini, Siyonist işgalinin tüm gadrini, Arap politikacıların basiretsizliklerini ve ihanetlerini anlatarak hatta çözümleyerek, onlarca yıllık yasaklamalardan ve yok saymalardan sonra bugün artık önemi herkesçe takdir edilen edebi/şiirsel bir şahika inşa etti.
Birazdan zikredeceğim isimleri ve antlaşmayı da ilke kez duyuyorsan sonun başlangıcını anlayabilmek için mutlaka onlar hakkında da okumalısın. İzhak Rabin ve Yaser Arafat tarafından imzalanan Oslo Anlaşması’nı takiben ömrünün son yıllarını Amman ve Ramallah arasında mekik dokuyan bir mülteci olarak geçirdi. Kadük kalan Oslo Anlaşması’nın uygulamadaki yetersizlikleriyle birlikte çöküşünün ardından yaşanılan çözümsüzlükle yüzleşti: Dönüşün şaşkınlığı’nı yaşadı. Çünkü çok uzun zamandır adil ve kalıcı bir barış umudunun dahi gasıplar tarafından gasp edildiği, işgalciler tarafından bezdirilmiş, sindirilmiş, insanlarının sürekli sınırlamalara, zorlamalara, yerinden edilmelere ve katliamlara maruz kaldığı bölünmüş bir ülkeye dönmüştü. Kendini ‘Yokluğun Varlığı’ içinde bulmuştu. Dönmüştü, ama gerçekten geri dönmemişti. Bir keresinde bunu şöyle ifade etmişti: “Geldim, ama varmadım. / Buradayım, ama geri dönmedim!” Ne kadar tanıdık değil mi?
Sana birazda onun neden ve nasıl muazzam bir şair olduğundan bahsetmeliyim. Şiirlerinde, en basit şiirden en sofistike şarkıya evrilir, bunu da her zaman basit (temel) bir okunurluğa (dile) önem vererek yapar. Bunu onun yazdıklarını okumak istersen anlayacaksın ki büyüleyicidir. Ama bunu sadece edebi bir maharet ortaya koymak için yapmadı. Bu şekilde yaparak, Filistinlilere Siyonist işgaline ve kimlik inkârına mukabil bir varlık ve kimlik unsuru kazandırdı. Neden mi böyle yaptı? Çünkü ona göre “Filistinli için politika hayati bir meseledir. Ne var ki şiir daha kurnazdır, birçok ihtimali aynı anda ifade etmeye imkân verir. Çünkü şiir istiareye, ahenge ve görünen şeylerin arkasındakileri görme kaygısına dayanır.”
Ona soracak olursan o, kendi deyimiyle “Işığın ve ful yasemininin şairiydi”. Arap şiirinin en parlak örneklerini, uzun sürmüş mültecilik zamanlarının, yıkılmış şehirlerin içinden geçen sürgünlerin ve zindanların karanlıklarının ardından korkusuz, gölgesiz bir dille yazdı. Duygudan düşünceye, düşünceden duyguya neredeyse ışık hızında ve ustalıkla geçen bir dille yazdı. Bunları yaparken diyaloglardan da çokça yararlandı. Ve yine çünkü ona göre: “Gerçeğin çok boyutu, yönü var. Ben tek başıma onun kralı olamam. İçsel çelişkilerim de dünyada etrafında dolaşan çelişkilerin de ürünü, aynı zamanda. Ben tek renk, tek tarih, tek ülke değilim. Bu diyarda başkaları da var. Bir dış öteki var, bir iç öteki var, komşular var. Ben kendimi sözlerin, seslerin farklılığına açık tutarım. Onlarla sürekli söyleşirim. Şiir de böyle bir şey olmak durumundadır: Diğerlerini, ötekiyi ağırlayıcı olmak, misafir etmek, farklı ifade biçimlerine alan yaratmak zorundadır.” İlham verici değil mi? Ama sadece bu kadar değil okuyacak olursan sen de benim gibi şahit olacaksın ki kimi şiirleri sinematografik denebilecek kadar güçlü bir görsellik taşır. Arkadaşım oldukça cesurdur da zıtlıklardan, çelişkiden kaçmaz karşıtlık ya da bağlaşıklık içinde olan unsurlara da şiirlerinde sıkça yer verirdi. Uzun bir yolculuğun yolcusu olduğunu kabullenecek kadar da cesurdu. Bir defasında şöyle söylemişti: “Kestirme yoldan gitmek için denize, / Unutuyoruz nehrin yaşam öyküsünü.”
Tam da onu cesaretinden lafı açmışken en cesur bulduğum ve beni ona hayran bırakan yanından bahsetmenin sırası bence: O, Kayıp ve sürgünü, trajik bir dille anlatmayı, kahramanlık destanı gibi anlatmaya yeğledi. Efsaneleri yıktı ve tarihin ve hayatın tüm gerçeklerine, onların tüm ağırlığına, dayanılmazlığına yaslanarak “Efsaneler devri bitti” dedi. Siyonist işgalcinin korkusunu ve aczini yüzüne vurdu, ona tüm azametine, zulmüne rağmen korkusunun gerçek olacağını, işgalin el-nihayet yenileceğini bildirdi. Dünya’nın dört bir yanındaki yersiz, yurtsuz kılınmışların, mültecilerin, işgal altındaki ülkelerin, inkâr ve imhaya maruz bırakılan halkların, mazlumların öyküsünü Filistin’in ağıtıyla aynı sayfada sundu. Böylece de kendisinin nehir diye tanımladığı şiirleriyle nehirden denize açıldı. Evrensel bir mahiyet kazandı. Sen de böyle yapmaya gayret et olur mu? Hiçbir zaman kendini tek bir yere, tek bir kimliğe, tek bir gerçeğe hapsetme! Kapını başkalarına, başka varoluşlara, başka gerçeklere hatta başka bakış açılarına açık tut. Kendini ötekilere ve dünyaya açmayı asla ihmal etme.
Arkadaşım böyle yaparak kendini bir yabancıdan, bir mülteciden, yolların adamı, bir Filistinli direnişçi olmaktan daha ötelere taşıdı. Bu haliyle artık evrensel planda, gölgedekilerin, sahnenin dışındakilerin, isimsizlerin, kaybedenlerin, yersiz, yurtsuzların sesi olmayı başardı. O hakikatten kaçmayarak, onunla yüzleşmekten geri durmayarak hakikatin şairi oldu.
O sadece büyük bir şair değildi çok yönlü evrensel bir aydındı da örneğin şiir çalışmalarının yanında, bizlere üç otobiyografinin de yer aldığı eşsiz bir düzyazı mirası bıraktı. Okumak istersen bana göre birer başyapıt olan eserleri Türkçe de bulabilirsin buraya senin için adlarını yazıyorum. Alışagelmiş Hüznün Günlüğü (1976), Unutkanlık için Bellek (1987) ve Yokluğun Varlığı (2006). Bu güzide yapıtlarda kendi hayatının ve halkının yaşadığı üç önemli döneme şahitlik eder okumanı ne çok isterim.
Elbette bu otobiyografik eserlerinin dışında bir kısmı ancak özel koleksiyonlarda ve dağınık arşivlerde bulunabilecek düzinelerce makale ve röportajlarını unutmamak gerek. Benim de çok kısıtlı bir kısmını okuyabildiğim bu metinler haklılığına inanmış bir direnişçinin güçlü düşüncelerinin ve gür sesinin daima ifade edildiği yazılardı. Yukarıda sana da bahsettiğim üzere o çok yönlü ve evrensel bir aydındı. Nasıl mı? Sadece büyük bir şair ve yazar değildi aynı zamanda bir yandan da Filistin trajedisinin bir tarihçisi, Siyonist siyasetinin ve İsrail toplumunun çıkmazlarının ifşa edip çözümleyen bir analistiydi gibiydi. Öyle ki görüşleri, yakın arkadaşı ve benim de çok ama çok sevdiğim Edward Said’in derin düşüncelerinden aşağı kalmayan bir düşünür gibiydi hatta aynı zamanda kendi şiirlerini kritik eden bir okuyucu gibiydi. Başka dillerden, dönemlerden, kültürlerden gelen nehirlerin buluştuğu bir delta, yerelliği ve ona çokça atfedilen “milliliğin” sınırlarını aşan çağının yetkin bir entelektüeli gibiydi ama son kertede hiç şüphesiz büyük şairdi. Tüm bunları nasıl başardığını merak ediyorsan gel istersen birlikte ondan dinleyelim: “Evet. Entelektüel bir yabancıdır. Hem kendi içinde hem de kendi toplumunda. Yalnızdır. Köşede kalmayı tercih etmiştir. Ona mesafe gerek. Alan gerek. Görebileceği ufuk gerek. Güncelden, konjonktürelden, medyatikten uzak olması gerek. Ben kendimi, entelektüel olarak nitelendirmiyorum. Bu sıfatı çok sevip saymama rağmen. Ancak, kendi mütevazı hayatımda, ilkelliğe, dik durmaya, bildiğim doğruyu söylemeye ve ona uygun davranmaya sürekli gayret ettim. Bunu ne denli başarabildiğimi bilmiyorum. Entelektüelliğim bir yana, evrensele yönelikliğim kesinlikle doğru sanırım.”
Böylece sevgili arkadaşımın eserleri otuzdan fazla dile çevrilerek yayınlandı ve eserleri hakkında, Arapça başta olmak üzere pek çok dilde makale ve gazete yazısı yazıldı, çok sayıda araştırma çalışması yapıldı. Hem eserlerinin Arap şiirine katkılarından dolayı hem Filistin davasının sembollerinden biri olmasından ötürü büyük bir takdir ve ilgi gördü. Ama sana daha önce de söylediğim gibi yalnızca Arap edebiyatının değil aynı zamanda modern dünya edebiyatının da müstesna bir dâhilidir.
Eğer onu Türkçe okumak ve daha yakinen tanışmak sen de onunla benim gibi arkadaş olmak istersen, yirmiden fazla kitabı Türkçe ’ye çevrildi. Ama mutlaka bir başlangıç önerisinde bulunmamı istersen Tuba Nur Şehirli’nin ‘Filistin Şiiri ve Mahmud Derviş’ adlı yüksek lisans tezini okumakla bu yolculuğa başlayabilirsin.
Bu uzun, tuhaf, sıkıcı mektubumu sonlandırırken arkadaşımın bana vermiş olduğu en sağlam nasihatlerden birini seninle de paylaşmak isterim umarım sen de bu kıymetli nasihati kendine yolculuğun boyunca şiar edinebilirsin.
“Başkalarını düşün: kahvaltını hazırlarken düşün başkalarını. Güvercinlere yem vermeyi unutma. Başkalarını düşün savaşırken, barış isteyen ötekileri. Su faturanı öderken, düşün sadece bulutlardan su içenleri. Eve giderken, kendi evine, çadırda yaşayanları düşün. Uyurken ve gezegenleri sayarken baş koyacak bir yastığı olmayanları… imgelerle özgürleşirken sen, konuşma hakkı gasp edilenleri düşün. Ve uzaktaki ötekini düşünürken kendini düşün ve de ki: keşke bir mum olabilsem şu karanlıkta”.
Dilerim ki sen de arkadaşımla tanıştığına memnun olursun. Şimdilik hoşça kal genç dostum gelecekte görüşürüz! Ve son olarak yoldan ve yolculuktan asla korkma emin olabilirsin ki sonuç ne olursa olsun sonu muhteşem olacak!
HAZİRAN 2025 İSKENDERUN