Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun olan, yüksek lisansını Mustafa Kemal Üniversitesi’nde tamamlayan Gazi İsmailoğulları, akademik birikimini sinema sanatıyla buluşturan bir isim. 2016’da Semir Aslanyürek’in Kaos filmiyle oyuncu olarak sinemaya adım atan İsmailoğulları, 2023’ten itibaren yönetmenlik çalışmalarına yoğunlaştı. Suyun Ayak İzleri (2023), Kayıp (2024) ve Bir Nehir Gibi (2024) adlı kısa filmleriyle dikkat çeken yönetmen, şu sıralar Türkiye’deki Arap Alevilerinin kimlik mücadelesini konu alan uzun metraj belgeseli Araftakiler üzerinde çalışıyor.
Neden “Araftakiler”?
Ehlen: Bu ismi seçerken yalnızca bir azınlığın değil, “sınırlar, savaşlar ve ön yargılar arasında sıkışmış tüm ötekilerin” hikâyesine ayna tutmayı mı amaçladınız? “Araftakiler” hem kişisel travmalara hem de devletin resmi kimlik politikalarına da odaklanıyor. Siz neden böyle bir belgesel yapmaya karar verdiniz?
G.İ.: “Araftakiler” ismini seçmemizin nedeni, Arap Alevilerin yüz yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi politikaları karşısında tam da bu konumda tutulması. Ne tamamen yok sayılan ne de eşit yurttaş olarak kabul edilen bir topluluk… Hep arada, hep “şüpheli”, hep “sorunlu”. Bu, yalnızca bir topluluğun değil, ulus-devletin kurulduğu günden bugüne “tek tip yurttaş” yaratma siyasetinin sonucudur. Belgeselimizin misyonu şudur: Devletin kurucu ideolojisinin, kimlikleri eritmeye dönük politikalarını görünür kılmak. İzleyicinin aklında kalmasını istediğimiz cümle ise: “Arafta bırakılanların hikâyesi, aslında bu rejimin aynasıdır.”
Ben Arap Aleviyim ve bu kimlikle büyüdüm. Özellikle üniversite yılları ile farklı olmanın ne demek olduğunu hep hissettim. Bazen sessizlikle, bazen küçümseyici sözlerle, bazen de alenen ayrımcı tavırlarla karşılaştım. Suriye’de savaş başladığında bu his daha da ağırlaştı. Çünkü bir yandan akrabalarınızın öldürüldüğü haberlerini alıyor, diğer yandan kendi ülkenizde “Esad artığı” diye yaftalanıyorsunuz. Yani savaşın gölgesi sadece sınırın ötesinde değildi, bizim mahallemize de düşmüştü.

O noktada şunu fark ettim: Bu hikâyeyi kayda geçirmek bir tercih değil, bir zorunluluktu. Çünkü Arap Alevilerin yaşadığı bu çifte baskı, aslında Türkiye’deki kimlik siyasetinin en çıplak haliydi. Bizim hikâyemiz sadece bizim değil, bu topraklarda farklı olduğu için ötekileştirilen herkesin hikâyesi. Bu nedenle “Araftakiler”i çektim. Belgesel hem kendi kimliğime tanıklık hem de sistemin ürettiği dışlama biçimlerine karşı bir hafıza çalışması.
Suriye’deki Söylem, Türkiye’deki Yara
Ehlen: Suriye’de yıllardır dolaşımda olan “Alevi/Nusayri diktatörlüğü” söylemi, Türkiye’de Arap Alevilere “Esad artığı” yaftaları olarak nasıl sirayet etti? Belgesel, bu dezenformasyon–travma döngüsünü nerede kırmayı hedefliyor; hangi tanıklık ya da arşiv kesiti en sert yüzleşmeyi sağlıyor?
G.İ.: Suriye’de “Alevi diktatörlüğü” söylemi uluslararası güçlerin de işine geldi; emperyalist çıkarlar için yürütülen vekâlet savaşının meşruiyetini sağladı. Bu dil Türkiye’ye taşındığında, zaten tarih boyunca ötekileştirilmiş olan Arap Aleviler, bu kez “Esad artığı”, “Suriyeli” gibi yaftalarla damgalandı. Yani savaşın söylemi, Türkiye’deki ayrımcı sistemin üzerine eklemlendi. Belgesel, bu dezenformasyon zincirini kırmak için iki noktayı açığa çıkarıyor: Birincisi, Suriye’deki Alevilerin aslında rejimle özdeşleştirilmekten çok uzak bir yoksulluk ve dışlanmışlık yaşadığı gerçeği. İkincisi, Türkiye’de deprem sonrası dahi yardımların “kimlik ve mezhebe göre” dağıtıldığı anlar… Bu iki tanıklık, mezhepsel nefretin bir söylem değil, sistemli bir devlet pratiği haline geldiğini gösteriyor.
Yüzleşmeden Eyleme
Ehlen: Eğitimden temsil sorununa, depremde dahi süren ayrımcılıktan gündelik mikro-dışlamalara: Film, izleyicide nasıl bir eylem çağrısı üretmek istiyor? “Eşit yurttaşlık” için izleyicinin yarın atabileceği ilk somut adım nedir ve bu film o adımı kolaylaştırmak için ne sunuyor?
G.İ.: Film, izleyiciye sadece empati değil, siyasal sorumluluk yüklüyor. Çünkü mesele, bireysel önyargılarla sınırlı değil; devletin resmi eğitim politikasıyla, zorunlu din dersleriyle, siyasi temsil engelleriyle, medyanın kara propagandasıyla doğrudan ilgili. Yani sorun kişisel değil, yapısal. İzleyiciden beklediğimiz ilk adım, bu yapısal eşitsizliği kabul etmek ve onun karşısında safını belirlemek. Bu, bir dayanışma festivaline katılmak da olabilir, bir ayrımcı habere itiraz etmek de… “Araftakiler” bu çağrıyı güçlendirmek için umudu da gösteriyor: Evvel Temmuz Festivali’ndeki dayanışma, depremde halkın kendi örgütlediği yardım ağları… Bu örnekler, devletin yok saydığı yerde halkın kendi eşitlik pratiğini kurabileceğini kanıtlıyor.
Ötekiler
Ehlen: Belgeselde Arap Aleviler hem ‘Arap’ hem ‘Alevi’ kimlikleriyle ötekileştiriliyor diyorsunuz. Bu çifte dışlanmayı anlatmak sizin için neden önemliydi?
G.İ.: Çünkü Arap Aleviler her zaman iki katmanlı bir görünmezliğin içinde yaşadı. Bir yandan Arap olduğumuz için dilimiz, kültürümüz, mutfağımız, (halk arasındaki hemen her Alevinin artık klişe düzeyde bildiği ‘Alevinin yemeği yenmez’) hatta şivemiz bile küçümsendi. Arapça konuştuğumuzda okulda “yasak” diyen öğretmenleri hatırlıyorum. Diğer yandan Alevi olduğumuz için inancımız sürekli kuşkulu, tehditkâr bir şey gibi görüldü. İbadethanelerimiz resmi olarak kabul görmüyor, ibadetlerimiz resmî olarak tanınmıyor. Bu iki kimlik üst üste bindiğinde ortaya bir “çifte ötekileştirme” hali çıkıyor.
Belgeselde bu gerçeği saklamak istemedim. Çünkü bu, sadece akademik bir kavram değil, insanların günlük hayatlarında yaşadığı çıplak bir deneyim. Bir esnafla konuştuğumda bana “biz hem buradayız hem de hiçbir zaman tam kabul edilmiyoruz” dedi. Bu cümle aslında bütün belgeselin özeti gibiydi. Benim için bu belgesel, bu çifte dışlanmayı görünür kılmanın, bir tür tanıklık bırakmanın yolu oldu.
Ehlen: Belgeselde devletin eşitsizlik pratikleri eleştiriliyor ama halkın esprili, hüzünlü sözlerine de yer veriyorsunuz. Bu tercihiniz neyi ifade ediyor?
G.İ.: Çünkü bizim topluluğumuzun en güçlü tarafı, acının ortasında bile mizahı bulabilmesi. Bu mizah, aslında hayatta kalma stratejimiz. Deprem sonrası yardımlar geciktiğinde bir dostum “galiba Alevi olduğumuzu anladılar” dedi. Gülerken içimiz acıyordu. Bu cümle bir yandan isyanı dile getiriyor, öte yandan travmayı taşınabilir kılıyor.
Ben bu sözleri özellikle belgeselde tutmak istedim. Çünkü resmi raporlarda, devlet belgelerinde, politik analizlerde göremeyeceğiniz çıplak bir gerçek var orada. Halkın dilindeki mizah ve sitem, sistemin bütün acımasızlığını açığa çıkarıyor. Mizah bizim için sadece gülmek değil, aynı zamanda varlığımızı sürdürmenin en insani biçimi.
Ehlen: Uluslararası toplumun Suriye’deki katliamlara sessiz kalması belgeselde öne çıkıyor. Siz bu sessizliği nasıl değerlendiriyorsunuz?
G.İ.: Bu sessizlik; politik açıdan bakıldığında, çıkar ilişkileri, güç dengeleri, jeopolitik hesaplar vs. ile ilgili. Fakat ben bu işin insani tarafına bakmayı daha doğru buluyorum. Suriye’de yaşanan soykırım sürecinde yapılan katliamlar kimsenin vicdanına yeterince ağır gelmedi. Bu gerçeklik belgeselin ruhunu özetledi.
Uluslararası toplum, kimliğe göre acıya değer biçiyor. Bir yerde ölenler ‘stratejik müttefik’ olarak görüldüğünde dünya ayağa kalkıyor, ama bir başka yerde ölenler ‘önemsiz’ sayıldığında sessizlik çöküyor. Benim için bu sessizlik, sadece politik bir tercih değil; aynı zamanda insanlığın vicdanındaki büyük bir boşluk. Belgeselin en temel amacı, bu utanç verici ayrımı göstermekti.
Ehlen: Araftakileri izleyenler sizce salondan hangi soruyla çıkmalı?
G.İ.: Ben izleyicinin belgeselden çıktığında kendine şu soruyu sormasını isterim: “Benim ötekim kim?” Çünkü hepimiz farkında olalım ya da olmayalım, sistem bize birilerini öteki olarak işaret ediyor. Kimi zaman mezhebiyle, kimi zaman diliyle, kimi zaman göçmenliğiyle… Eğer seyirci belgeselden sonra sadece Arap Alevilerin değil, kendi hayatındaki ötekileştirme biçimlerini de görmeye başlarsa, işte o zaman belgesel amacına ulaşır.
“Araftakiler” benim için sadece kendi kimliğimin hikâyesi değil; bütün ötekileştirilenlerin hikâyesi. Eğer film küçük de olsa bir empati kapısı açarsa, izleyiciyi kendisiyle yüzleştirirse, ben yönetmen olarak görevimi yapmış sayarım.
Araftan Önce
Ehlen: ‘Araftakiler ’den önce ‘Suyun Ayak İzleri’ ve ‘Kayıp’ filmlerini yaptınız. ‘Suyun Ayak İzlerinde’ dört tarafı sularla çevrili Antakya’nın deprem zamanı yaşadığı susuzluk sorunlarına, ‘Kayıp’ta ise deprem sonrası yok oluş, arayış ve hafıza meselelerine odaklandınız. Bu önceki filmlerinizin yapılış süreci ve gösterimleri, ‘Araftakiler’in ortaya çıkışına nasıl zemin hazırladı? Ayrıca ‘Araftakiler’in gösterim yolculuğu nasıl olacak; hangi festivallerde, hangi mecralarda izleyiciyle buluşmasını hedefliyorsunuz?
G.İ.: Depremin ilk zamanlarında, devlet müdahalesinin yetersizliği nedeniyle çok değerli dayanışma ağları kurulmuştu Antakya’da. Ben de her sorumlu yurttaş kadar bu ağlara dahil olup çalışma yürütüyordum. Su kaynaklarının içinde yaşayan şehrin aylar süren su krizine dikkat çekmek için ‘Suyun Ayak İzleri’…
Önceki filmlerim aslında birbirini tamamlayan bir hat üzerinde ilerledi. Suyun Ayak İzlerinde, deprem sonrası Antakya’da dört tarafı sularla çevrili bir şehirde insanların aylarca susuzluğa mahkûm edilişini konu edindik ve bu kısa film ile Sabancı Vakfı’nın düzenlediği, ‘Kısa Film Uzun Etki’ market seçkisine girdik. Kayıp’ta ise deprem sonrası yaşanan yok oluş, hatırlama ve unutma meseleleri üzerinden toplumsal hafızanın kırılganlığını görünür kılmaya çalıştım. Kayıp Filmi ile alternatif bir yapım ve gösterim yolu izleyerek filmi bir nevi sosyal sorumluluk projesine dönüştürüp Türkiye ve Avrupa’nın pek çok ülke ve şehrinde 40’tan fazla gösterim yaptık ve her gösterimden sonra yapılan söyleşiler ile Antakya’nın mahkûm edildiği sorunlar yumağını gündemde tutmaya devam ettik.

Bu iki film hem tematik olarak hem de biçimsel olarak beni “arafta kalma” hâline götürdü. Bir yanda kişisel ve kolektif hafızanın sürekliliği, diğer yanda kayıplar, belirsizlikler ve geriye kalanlarla nasıl başa çıkıldığı üzerine düşünmek… Araftakiler bu sürecin doğal bir devamı olarak doğdu. Önceki filmlerde edindiğim deneyimler, özellikle mekân-hafıza ilişkisini kurarken geliştirdiğim yöntemler ve izleyicilerle kurduğum diyaloglar, bu projeyi şekillendirmemde belirleyici oldu.
Gösterim yolculuğu açısından da hedefimiz filmin öncelikle ulusal ve uluslararası festivallerde izleyiciyle buluşması. Belgeselin tartıştığı meselelerin evrensel karşılıkları olduğuna inanıyorum, bu nedenle farklı coğrafyalarda farklı okumalara açık olmasını çok önemsiyorum. Festival sürecinin ardından Türkiye’de özel gösterimler, üniversiteler ve sivil toplum örgütleriyle iş birlikleri, ardından da dijital mecralar üzerinden daha geniş kitlelere ulaşmasını planlıyoruz. Amacım filmi sadece bir seyir deneyimi olarak değil, aynı zamanda bir tartışma ve düşünme alanı olarak dolaşıma sokmak.
(Ehlen Dergisi’nin 8. sayısında yayımlanmıştır, Kasım 2025, Yıl:3 Sayı:8)








