Home Güncel Bir Cehennemi Aralık

Bir Cehennemi Aralık

Jan van Eyck, Son Yargı (The Last Judgement) eserinden detay

Hakan Mertcan

Çocuk gözlerle duvara bakıyorum. “Söz gümüşse, sükût altındır” diyor kabaran taşlar! Altında değil gönlüm, sadece sükûteylemek istiyorum. Bir Aralık, birden bire her yer cehenneme dönmüşken, sessizliğe sarılmak istiyorum. Uyumak, ne yüzyıl ne bin yıl sonra bir daha uyanmak.

Tam bir yıl oldu, düşlerden düşeli, kabusa gömüleli. Ne de kırılganmış seher, kaçmaya ne de teşneymiş umut denilen haylaz. Göçmen bir kuş misali, birdenbire çekip gidermiş beklenen gün, nice anlamlar yüklenen o hayat…

Uzundur ellerini ovuşturup duran kötülük iri gövdesiyle çıktı meydana, göz kırptı çakallarına, kurdu ölüm tezgahını her yana. Leviathan kaldırdı başını. İblis çaldı kahreden ıslığını. Deccal sinsi sinsi gülmeye başladı, attı adımını Şam’ın kalbine, kirli dünya sunmuştu beklediği fırsatı. Gog ve Magog hareketlendi; Yecüc ile Mecüc el alıp sevinç içerisinde koşturmaya başladılar, akrepler yuvalarından fırladı. Mot, ölüm ordusuna emirler yağdırdı. Çöle döndü toprak, sertleşti yüzü, taze dallar yerine cehennem çığlıkları boy verdi.[1]

Doymak bilmez iştahlarla, koyuldu Barbar sürüsü yollara. Ataları gibi taze ciğer yemek istiyorlardı, kanlı-canlı, vahşi danslar eşliğinde. “Devrim” diye bağırıyordu, uzaktan sırtlarını sıvazlayanlar, devirdiler masum canları, ezdiler çocuksu bakışları; zeytine, incire ant olsun diye tıslıyordu çatallı dilleri, zeytine, incire kibrit suyu taşırken gazapla karılmış elleri. Şuursuzca koşuyordu kirli nefisleri. Bir ‘uzun yürüyüş’ değildi oysa bu, yol açılmıştı onlara, kolay oldu her şey, bir içimlik cıgara; ihanet düzeneğini kurmuştu. Nihayet karanlıkta besledikleri arzularının ötesine erdiler. 

Alnında tepindiler Ugarit’in, söküp aldılar Sahil’in ciğerlerini, dikildiler Ceble’nin kutsal çehresinin karşısına pis sırıtışlarıyla, ölümü müjdeleyen sırtlanlarıyla. Gözlerini oydular Palmira’nın, göğsüne abandılar; altın tepsilerde sunuldu Zennube’nin liğme liğme edilmiş etleri. Yegâne Kraliçem, Doğu’nun saklı hazinelerine açılan bilge koridorlar, gizemli bakışlar, nasıl da çarmıha gerdiler, utandı yer, utandı gök, utandı tarih, kaçırdı gözlerini. Gizli bilgilerin lahitleri kırıldı; yeni tabutlar çakıldı, eski tabletlerden. Kilit vuruldu Antik dünyanın kelamı Malula’nın ağzına. Ateşe verildi, kiliseler, ziyaretler. Çiğnediler kendi kutsalları dışında ne varsa… Yıktılar dağı-taşı, yaktılar ormanları, kurdu kuşu, börtü böceği… 

Ah Hasibi, Yar Hasibi, gözümüzdeki ışığın canı-cananı, sana bile kıymaya kalktılar, bilmezler oysa küllerinden doğan olduğunu; bu kaçıncı kıyım, kaçıncı kıyam. Irak diyarlardan Biladü’ş-Şam’a bitmeyen bâtınî bir serüven. Ey Hüseynî, başımızın tacı, ölüp ölüp dirilenimiz, seni çağırıyor acılı evlatların, duymaz mısın? Sen de mi terk ettin kedere yazgılı bu diyarları?

Ey Mekzun, küllenmeyen dağların bilgesi, sen ki hayat verdin ezilmiş filizlere, kırılmış dallara, sen ki taze bir soluk üfledin gönlü yaralılara, emekleyen kalplerimiz senin şiirlerinle ısındı, seninle dile geldi mazlumlar, yetimler senin hırkana sarıldı, senin kahramanlığınla direndi dağın baldırı çıplakları. Boşuna mı denildi: Sincâriyim, Sincârisin, Sincâri… Sen de mi terk ettin ihtiyar dağı?

Ey Ebu Said, toprağın babasına yoldaş olan, Cebel Aleviyyun yanıyor, kalk da bak, kurduğun ocaklara. Neden susarsın, neyi beklersin halen, evlatlarının kalbi senin nurlu soluğunu beklerken? Sen de mi terk ettin kutsal toprakları?

“Yüreklerin kulakları sağır, 

hava kurşun gibi ağır.”[2]

Sema yarıldı ansızın, şedit bakışlar parıldadı bir an, keskin bir uğultu kulakları sağır etti ve koca bir yıldırım düştü, yersiz-yurtsuzların hamisi, kimsesiz diyarların kadim gözcüsü, ulu bir çınarın tepesine. Kor gibi yanarken yürekleri gözünü yeni açmış çocukların, dünya kör oldu. Öyle öyle karanlığa battı ki gün, kana bulanan sadece yaralı topraklar değildi, geleceği çalınan bir coğrafya, boynunu büken dağlar değildi; soluğu çekildi yerin-göğün. 

Gayrı bayram tadında sokaklarda temaşa edemeyecek milyonlarca yetim çocuktur, kadim halklar; kıstırılmış, pusuya düşürülmüş…. 

Bir zamanlar sokakları arşınlanan Halep tarumar, Halep’in kavi kalesi küsmüş, bakmaz olmuş eteklerine. Öyle öyle karadı ki hava, Der Zamara’nın dili kurudu, Bab Tuma’da söz sükût döndü, dün gülen resimler birden sarardı, küllendi alı al, moru mor, bulutlarda gezinen tatlı heyecanlar. Aşka kesmiş yürekler, kâbus kuyularda kayboldu neşeli düşlerle. Ürkek yürekli serçeler terk etti meydanları, silindi çığlıkları kırlangıçların, saklandı ormanları ateşe verilen kelebekler ve kanadı kırılan hayaller, renkleri solan gökkuşağının altına gömüldü. Süt bebelerin ellerinden şeker torbaları düştü, bahtsız yurdumun kesilmiş damarlarına. Evreni içine sığdıran o göğüs, o akıl, tarumar edilmiş bir mezarlıktır şimdi. 

Gayrı içimden bir kelime daha etmek gelmiyor lakin bu kırım ikliminde sükûta teslim olmak da koyuyor insana.

8-9 Aralık 2025


[1] Leviathan, kökenleri antik Yakın Doğu mitolojisine dayanan, genellikle kaosla, şeytanla ilişkilendirilen devasa bir deniz canavarıdır.

Gog ve Magog / Yecüc ve Mecüc, çeşitli dini metinlerde kıyamet öncesi ortaya çıkacak kaos güçleridir

Mot, eski Ugarit dininde bir ölüm tanrısıdır.

[2] Nazım Hikmet, “Kerem Gibi”

Exit mobile version