ARAP ALEVİ BAYRAMLARINA SOSYOLOJİK BİR BAKIŞ

İsmail Zubari

Arap Alevi Bayramlarının tarihsel süreç içinde geçirdiği değişimler ve bir toplumu ayakta tutan gelenekler. Hem bu toplum üyesi hem de bu toplumu anlamak isteyenler için yeniden paylaşıyorum. Elbette bana çok soru soran arkadaşlara da cevabımdır..

12 imamların sonuncusu Mehdi’nin gıyabından sonra Arap Alevileri yaşamlarını şeyh adı verilen din adamlarının yönlendirmesi doğrultusunda sürdürürler. İlk zamanlarda 12 imamların veya yardımcısı konumundaki babların talebeleri olan şeyhler ilerleyen zaman içerisinde kendi talebelerini yetiştirerek Alevi inancının sürmesini sağlamışlardır. Oldukça zorlu ve sancılı bir yol izleyen bu süreç Alevi itikadının sağlam temellere dayanması sayesinde günümüze kadar süregelmiştir. Bu süreç içerisinde dünya tarihindeki siyasal değişimlerden Arap Alevilerine düşen pay katliam, sürgün ve ekonomik çöküş oldu. Elbette rahat bir dönem geçirdikleri zamanlar da olmuştur. Bu zamanlardan bir tanesi Hamdaniler dönemidir. Hamdaniler yaklaşık 900 – 1000 yıllarında merkezi Halep olan bir devletin kurucusudurlar. Bu dönem belki de Alevi inancının bu bölgedeki son müreffeh dönemidir.

Arap Alevileri pek benzeri olmayan bir geleneğe ve toplumsal dayanışmanın nadir örneğini inanç sistemlerine eklemleyerek bugüne gelmeyi başarmışlardır. Bu gelenek günümüze kadar aksamadan kutlanan bayramlardır. Ancak bu bayramlar herkesin kurban kestiği bayramlar değil, belli kişilerin yaptığı aile bayramlarıdır diyebiliriz. Günümüzde yıl boyunca kutladıkları bayram sayısı yüzü aşsa da bunun yanında hayrī, hasne ve nidr (adak) adı altında yaptıkları hayırların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.

Din adamlarıyla yaptığım sohbetlerde şaşırtıcı bir gerçekle karşı karşıya olduğumu anladım. Çünkü on iki imamdan sonra yazılan ve Ehli Beyt akidesini aktaran rivayetlerin yer aldığı kitaplarda bayram sayısı on – on beş tanedir. Peki, bu sayı günümüze geldiğimizde niye artmıştır. Bunun gerekçesi şöyle açıklanabilir. Ehli Beyt rivayetlerinde adı geçen ve kutsal kabul edilen gün ve hadiselerin unutulmaması için olabilir. Ancak bana göre başka bir sebebi daha vardır. O da yaşanan kıtlık, açlık ve zulüm dolu karanlık günlerin atlatılabilmesi için toplumsal dayanışmayı daha sağlam kılmak.

Tabi ki Arap Alevi bayramlarının muhteviyatını bilmeyenler için şu gerçeği anlatmakta fayda var. Arap Alevi bayramları bütün bir yıla yayılmış farklı günlerde kurban kesilerek icra edilen bir gelenektir. Bunun yanında önemli günlerin kutlanması, hayrī, adak ve hasneler birer dayanışma örneğidirler. Burada yine bilmeyenler için söyleyeyim. Hasne dediğimiz hayır işi bir sokakta, mahallede veya bölgede yaşayan Alevilerin masraflarını ortaklaşa karşıladıkları bir kurban kesme ritüelidir. Hayrī ve adak ise bir kişi veya ailenin yaptığı ve genellikle aş dağıttığı hayır işidir. Bayram ise tamamen farklı ve katı bir kurala sahiptir. Bu kural bayram kutlamasını yapan kişinin her sene bunu tekrarlaması zorunluluğudur. Bu nedenle çeşitli araziler veya akar getiren mülkler belli bir bayrama adanmıştır. Ancak bunlar herhangi yazılı bir anlaşmaya bağlı değildir. Verilen bir ahd neticesinde oluşmuştur. Belli bir bayrama vakfedilen arazi veya mülk miras yoluyla veya satış sebebiyle el değiştirse bile bayrama olan aidiyeti devam eder. Bunları alan kişi de bilerek alır.

Burada yine dini argümanlara dönmemiz gerekmektedir. İslamiyet’te hums adı verilen bir kaide vardır. Günümüzdeki vergi anlayışının farklı bir versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hums demek bir insanın ya da ailenin masraf, iaşe ve her türlü zorunlu ihtiyacı çıkarıldıktan sonra kazancının “Beşte Birini” ortak hazineye bağışlama işidir. Bu kural Hz. Muhammed zamanında kendisine, daha sonraki dönemlerde halifelere ödenmiştir. Ancak burada halifelik meselesinde Hz. Ali’ye haksızlık yapıldığına inananların bir kısmı vergilerini vermeyi reddetmiş ve ayrı bir fon oluşturarak fakir fukaraya dağıtmaya başlamışlardır. Hz. Ali’nin gıyabından sonra bu paylar imamlar vasıtasıyla toplanmış 12. imamdan sonra ise şeyhlerin yönlendirmesi sonucu hayır işlerine dönüştürülmüştür. Ancak şeyhler hums denilen bu payları kendileri almamış, zamanın hükümdarlarının gazabından kurtulmak için hayır sahiplerinin bayram, hayrī veya adak şeklinde kendilerinin yerine getirmelerini istemişlerdir. Bana göre bu sayede Arap Alevileri gelenek ve inançlarına sıkı sıkıya bağlı kalmaları sağlanmış ve günümüze kadar güçlü bir şekilde gelmiştir.

Tarihlerinin büyük bir bölümünü gizlenerek, fark edildiklerinde ise katledilerek yaşayan Alevi toplumu yoksulluk ve yokluk yıllarını hali vakti yerinde olan az sayıdaki insanın farklı günlerde yaptıkları bayramlarda pişirdikleri hrīse* sayesinde protein ihtiyacını karşılamıştır. Bence bu akıllıca bir yöntemdi. Artık tek bir lidere sahip olamamak bu topluluğun dağılması ve daha güçlü diğer topluluklar tarafından asimile edilmesi anlamına gelecekti. Ancak Ehli Beyt sevgisi ve dini akaitlerinde var olan insanlığa hizmet etmiş insanların kutsallığına dair rivayetler bu geleneğin bin yıldan daha fazla bir süredir devam etmesini sağlamıştır. Zaten kutlanan günlere baktığımızda İslamiyet’teki önemli gün ve olaylarda olduğu gibi Yahudi ve Hıristiyanlara ait önemli gün ve olaylarda aynı şekilde icra edilir. Hatta din adamları sohbetlerinde Eflatun’u (Platon) anmaları bu inancın geniş bir tolerans (hoşgörü) geleneğine sahip olduğunu göstermektedir. Demek ki insanlığa hizmet etmiş bilim adamları ve filozoflar inancı ve ırkı ne olursa olsun Allah’ın teveccühüne mazhar olan şahsiyetlerdir.

Kuşkusuz Arap Alevilerinin en trajik dönemi Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine çıktığı 1516-17 yıllarıdır. Yavuz, İran hükümdarı Şah İsmail’i destekleyeceklerini öne sürerek önce Anadolu’daki Türk Alevilerini katletmiş, ardından Suriye’deki Arap Alevilerine yönelmiştir. Bu katliamdan kurtulmak iki mucizenin yaşanmasına bağlıydı. Birinci mucize insanların dağlara kaçarak gizlenmeleri, ikincisi şehirde kalanlar Hıristiyanların yanında saklanarak gerçekleşti. Bu sayede zulüm ve istibdat dönemi atlatılabilmiş ancak Arap Alevileri bu yıkımın acısını ve travmasını yüzyıllar boyunca yaşamaya devam etmişlerdir. Önderleri yok edilmiş, okuryazar oranı neredeyse sıfıra düşmüştü. Kendi inanç ve akidelerini dilden dile aktararak ve inançlarını ezberleterek ayakta kalmayı başarmışlardır.

Elbette zaman ve değişen koşullar birçok acının üstünü örtmüştür. Osmanlı döneminde aşağı sınıf muamelesi gören, asimile edilmeleri için sinsi baskılara maruz kalan bu topluluk hakkında birçok yazışma arşivlerde durmaktadır. Cumhuriyetle birlikte göreceli olarak belli bir rahatlama olmuş, Arap Alevilerinin okuryazar oranı genç nüfusta yüzde yüze ulaşmış, eskiden köle gibi maraba adı altında çalıştıkları topraklara sahip olmuş, ticareti öğrenmiş ve yaşam koşulları iyileşmiştir. Her ne kadar sistematik olarak devlet kademelerinde bazı zorluklarla karşılaşılsa da günümüzde eski koşullar dikkate alındığında daha uygar koşullarda yaşadıkları yadsınamaz.

Bir eleştiri ve bir öneri

Burada kendimce bir eleştiri yapmak istiyorum. Geçmişte değişen koşullar nasıl ki yaşam tarzını değişime zorlamış ve değiştirmişse, aynı şekilde günümüzde de bazı koşullar bunu gerektirmektedir. Konumuz bayramlar olduğuna göre bir iki noktaya değinmeyi gerekli görmekteyim. Eskiden yokluk ve kıtlık dönemlerinde toplumun ayakta kalmasına katkıda bulunan bayramlar elbette ki sürdürülmelidir. Ancak bayramlara vakfedilen arazi ve gayrimenkuller miras yoluyla oldukça fazla sayıda bölünmüş, aileler çoğalmıştır. Bununla birlikte eskiden bir yerde yapılan bayramlar kardeşlerin önemsiz ayrılıkları yüzünden aynı gün ve saatte beşe ona çıkmıştır. Kaldı ki vakfedilen arazi geliri bayramın masrafını karşılamayacak duruma gelmiştir. Aynı yerde çok fazla kurban kesilip hrīse pişirilmesi sonucu artan yemekler ne yazık ki amacını aşıp dökülmektedir. Bu durum haram olduğu gibi dinen ve ahlaken de caiz değildir. Bununla birlikte hali vakti yerinde olmayan birçok aile de mevcuttur. Onlarda kendilerini çocuklarının rızkından kesip kazan kaynatmak zorunda hissetmektedir. Bayramlar gösteriş amaçlı değildir. Yapılan masraflara yazıktır. Dinen zorunlu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra kalan gelirin beşte biri hayır işine aktarılması gerekir diye bir kural varsa herkes buna göre hareket etmek zorundadır. Bunu tayin etmek hayır sahibinin vicdanına kalmıştır. Herkes gücü ölçüsünde yaparsa yapılan gereksiz masrafların da önüne geçebilir. Zaten din adamları da illa büyük baş hayvan kesilecek diye bir kuralın olmadığını, maddi duruma göre bir avuç tuz veya bir parça etin bile yeterli olacağını,hatta uygun gördüğü bayrama bir miktar yardım yapmanın yeterli olduğunu ifade etmektedir.

Peki hali vakti yerinde, geliri çok iyi olan zengin ailelerin fakirlerle aynı ölçüde kazan kaynatmaları ne kadar doğrudur? Gelirin değil beşte birini, yüzde birini bile karşılamayan bu hayır işi yeterli midir? Öyleyse artık din adamlarının ve toplum önderlerinin aralarındaki önemsiz ihtilafları bir yana bırakıp “vakıf” adı altında bir araya gelmeleri zamanı gelmiştir. Bu vakıf tüm toplumu kucaklayacak ve aynı zamanda Arap Alevi inancını öğretecek şekilde örgütlenmelidir. Herkes hayır işinden artan maddi gelirini buraya aktarsa daha iyi olmaz mı? Bu sayede gereksiz aş masrafları daha faydalı işlere kanalize edilir ve toplumun geleceği gençler bilinçle yetiştirilir. Bu hem dini hem de ahlaki bir zorunluluktur, diye düşünüyorum.

*Hrīse; buğday ve etin büyük kazanlarda pişirilmesi ve dövülerek birbirine kaynaşması sağlanarak hazırlanan hayır aşı.

NOT: Bu yazımı Ehlen Dergisi için yazdım ve derginin Mart 2017 tarihli 6. sayısında yayınlandı.

NOT:2 Yazıyı hazırlarken bazı din adamlarından görüş aldım ve faydalı bilgiler edindim. Ancak Hamdanilerden söz ederken sehven Hamdani tarihini 1000-1100 olarak verdim, doğrusu 900-1000 olacak. Dergiyi alıp okuyanlar bu tarihi düzeltebilirler.