Mehmet Uğur (Prof. Dr., Greenwich Üniversitesi)
6-7 Şubat depremlerinde kaybettiğimiz canların sayısı resmi kayıtlara göre 50 binin üzerinde. Depremden etkilenen 11 ilimizin toplam nüfusu 14 milyon civarında olduğuna göre, deprem bölgesinde yaşayan her bin vatandaşımızın 4’ünü kaybetmişiz. Depremin etkisinin en fazla hissedildiği üç ili (Adıyaman, Hatay ve Kahramanmaraş’ı) göz önüne alırsak, kayıp oranı üç katıyla binde 12’dir. Tahmin edilen fiziksel hasar maliyeti en az 34 milyar dolar; toplam ekonomik maliyet ise en az 100 milyar dolar civarında. Bu rakamlar ulusal gelirin %4 ile %9’una tekabül ediyor.
İlk andan itibaren, AKP rejiminin propaganda makinesi depremin maliyetini kadere ve depremin şiddetine bağlamayı denedi. Bu manevrada şaşılacak bir yön yoktu çünkü rejimin hem doğal hem de kamu kusuruna bağlı felaketleri kadere bağlayan saptırmalarına geçmişte çokça tanık olmuştuk. Ayrıca, siyasal ekoloji literatürü devletlerin ‘doğal’ afetlerin arkasına gizlenerek sorumluluklarından kaçmaya çalışmasının genel bir eğilim olduğuna işaret ediyor.
Bu yazıda, sorumluluktan kaçmak için ‘kader’e ve ‘doğanın şiddeti’ne atıf yapan AKP rejiminin aslında depremi daha ölümcül kıldığını göstermeye çalışacağım. Depremin maliyetiyle AKP rejiminin karakteri arasındaki ilişki uzun süre gündemimizde kalacak ve ileride daha zengin kanıtlarla sınanacak. Hem bu nedenle hem de yer kısıtı nedeniyle, bu yazıda rejimin deprem maliyetini arttıran üç özelliğine ancak kısaca değinebileceğim.
AKP rejiminin partikülarist kamu politikası ve depremin maliyeti
Kamu politikasının amaçları konusuna farklı yaklaşımlar olduğunu biliyoruz. Muhafazakar iktisatçılar ve politikacılar tartışmayı kamu harcamalarının ulusal gelir içindeki payıyla sınırlı tutmaya çalışır. Sosyal adalet taraftarları ise hem miktarı hem de harcamaların kime yarar getirdiğini tartışmak gerektiğini ileri sürerler. Sosyal adalet yaklaşımının tezi daha anlamlı çünkü kamu harcamalarını azaltmaya çalışan neo-liberal rejimlerde hem kamu harcamalarının ulusal gelir içindeki payı yüksek kaldı hem de eşitsizlik artışı oldu. Bu durumda, yüksek seyreden kamu harcamalarıyla artan gelir eşitsizliğini ve yoksulluk oranlarını nasıl bağdaştıracağız? Sorunun yanıtı, kamu harcamalarının gerçekten kamusal yarar mı yoksa partiküler (tikel) yarar mı gözettiği sorusunda saklı. Elimizdeki veriler, Türkiye’deki kamu politikasının giderek tikel yararları gözettiğini gösteriyor: silah teknolojisi, sağlık, ulaşım, enerji, vb. birçok alanda palazlanan özel şirketlerin devlet ihaleleri aracılığıyla kamu parası yuttuğunu ve rantlarının yüksek olduğunu biliyoruz.
Ama bu süreç her yerde aynı işlemiyor. Otokratik rejimlerde kamu harcamalarında kamu yararı ile partiküler (tikelci) yarar arasındaki denge ikincisinin lehine. Aşağıdaki grafikte görüleceği gibi, Türkiye otokrasisinde bu denge çok daha bozuk ve demokratik rejim ortalamasından giderek ayrışmakta.
Varieties of Democracy (Demokrasi ve Türleri) adlı projenin verilerine dayanan grafik, partikülerizmde dibe vuran AKP rejiminin yürütme erkinde gözlenen rüşvet ve yolsuzluk ilişkilerinde de dibe vurduğunu ortaya koyuyor. Bu karışımdan oluşan kokteyl depremin maliyetini arttıran etkenlerden birisidir. Bir yandan, kamu kaynakları toplumu doğal afetlere karşı dirençli yapacak önlem projeleri yerine tikelci rantları ve politik rejime destek üreten silah, ulaşım, enerji, sağlık, vb. projelerinin subvansiyonu için kullanıldı. Diğer yandan, bu tikelci rant dağıtımıyla birlikte giden rüşvet ve yolsuzluk trenine konut sektöründeki aktörler de bindi. En yüksek otoriteden en yerel otoriteye kadar her yerde kutsanan inşaatçılar ekonomik ve politik destek karşılığında depreme dayanıklı olmayan inşaatlar dikme fırsatı elde ettiler. 20 yılda 20 imar affıyla bu süreci teşvik eden rejim 20 yıl boyunca bekasını güvence altına aldı, ama bugün bunun vatandaşın can ve mal güvenliği pahasına sağlandığını görebiliyoruz.
AKP rejiminde ayırımcılık ve depremin maliyeti
AKP rejiminin depremin maliyetini arttırmasının diğer bir nedeni, kutuplaştırma yoluyla rıza üreten siyasetin ayırımcı karakteri. Bu ayırımcılık hem Kürtlere ve Alevilere karşı olduğu gibi etnisite ve inanç temelinde; hem de bizden olan-olmayan ayırımına dayalı liyakatsiz kadrolaşma temelinde uygulanageldi. Gülen cemaatinin güvenlik güçleri, yargı ve hükümet bürokrasisine nüfuzuyla başlayan kadrolaşma, Türk-İslam sentezini savunanların yalnızca anılan kurumları değil üniversiteleri, kayyım altına alınan yerel yönetimleri, afet yönetimi ve afet-sonrası kurtarma kurumları dahil olmak üzere tüm kamu alanını kontrol atına aldığını biliyoruz.
Bu süreç yalnızca yukarıda resmini gördüğümüz rüşvet ve yolsuzluktaki kötüleşmeye katkıda bulunmadı. Ayrıca, devlet kadrolarını belirlemede liyakat yerine Türk-İslam sentezini savunan adayları belirlemeye ve yerleştirmeye yönelik bir süzgeç haline geldi. Bu süreçte, yandaşlık derecesini ölçmeye yönelik mülakatlar, içişleri ve adalet bakanlıklarının fişleme mekanizmaları ve devletle partiyi eşleştiren başkanlık sisteminin azdırdığı hesap vermezlik kültürü etkili işlev gördü. Devlet kurumları bu şekilde yandaşla doldurulunca, bu ‘yeni devlet sahipleri’nin hem devlet kaynaklarını rant arayan yandaşlara yönlendirmesi hem de yandaş olmayanların bu kaynaklara erişimini zorlaştırması bir zaruret haline geldi! Sonuç, Grafik 2’de görüldüğü gibi, kaynakların eşitsiz dağılımı ve ayırımcılık oldu.
Bu sürecin depremin maliyetini arttıran iki etkisi oldu. Birincisi, afet öncesinde afet risklerini azaltmakla; afet halinde ise etkin ve hızlı müdahale yoluyla can ve mal kayıplarını azaltmakla görevli kurumlar çok kötü bir sınav verdi. Bu kolektif başarısızlık AFAD, Kızılay, İçişleri Bakanlığı, valilikler ve güvenlik güçleri dahil tüm devlet kurumları için geçerlidir. Başarısızlığın kaynağı, yandaşlığı, yani ‘ideolojik olarak doğru tarafta olmayı’ liyakattan daha fazla önemli kılan otokratik sistemdir. Bu kurumların Türk-İslam sentezine bağlılıkları güçlü ama liyakatsiz kadroları, kurtarma ve yerleştirme müdahalelerinde geç ve yetersiz kaldı. Bu beceriksizlik durumu, AHBAP’ın, Haluk Levent’in denge gözeten gözünden kaçmış olabilir, ama tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşti ve kayıtlara geçti. İleride yapılacak detaylı çalışmaların AKP rejiminin 6-7 Şubat depremindeki ihmallerini ve beceriksizliklerini daha sistematik bir şekilde ortaya çıkaracağına, buradan çıkarılan derslerin afet risklerini azaltmaya yönelik küresel çabaya katkı yapacağına inanıyorum.
Liyakatsizliğe dayalı sistemin diğer etkisi, depremin maliyetinin Türk-İslam sentezinin dışladığı kesimler arasında daha yüksek olmasına neden olmasıdır. Grafik 2’de görüldüğü gibi, yakıtı Türk-İslam sentezi olan liyakatsiz kadrolarla dolu devlet kurumları sosyal gruplara eşit koruma hizmeti vermemektedir. Bu eğilim, 2013-14 yılarından sonra çok daha belirgin bir hale gelmiştir. Bu eğilimin deprem sırasındaki tecellisi, hem Arap hem de Kürt/Türk Alevi nüfusun yoğun olduğu Hatay/Antakya, Malatya, Maraş ve Adıyaman’da kurtarma ve yerleştirme çalışmalarının diğer yerlere göre hem daha geç hem de daha çok devlet sopası göstererek yapılmasıdır.
Rejimin rant öncelikli yeniden inşa politikası ve depremin maliyetinin geleceğe taşınması
Acil müdahele ve kurtarma evresinde yetersiz kalan, ehliyetsizliğini ve ayırımcı karakterini ortaya koyan AKP rejimi deprem sonrası için rant öncelikli neoliberal politika uygulamalarını hoyrat bir şekilde deprem bölgesine empoze etmekte çok ‘cevval’ davrandı. OHAL kararnamesinin sağladığı yetkilerle hızlandırılan uygulamalar deprem sonrasında yeni ekonomik ve sosyal eşitsizlik riskleri taşımaktadır.
Başka bir yazımda felaket kapitalizmi olarak adlandırdığım bu uygulamalardan ilki, 126 sayılı kanun hükmünde kararnamedir. Bu kararname ile, afet bölgesinde iskan alanlarını belirleme yetkisi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na verilmekte ve mera ve orman alanlarının bakanlık kararıyla yerleşime açılıp ve inşaat yapılabileceğini hükme bağlamaktadır. Vatandaşların taşınmaz mülkiyeti veya imar hakları kısmen veya tamamen başka bir alana aktarılabilecek; özel mülkiyete tabi taşınmazlar için bakanlıkça devir veya acele kamulaştırma kararı alınabilecek; vatandaşlar da kamulaştırma kararlarına değil, yalnızca bedeline itiraz edilebilecektir.
İkinci uygulama, Toplu Konut İdaresi (TOKİ) aracılığıyla başlatılan kalıcı deprem konutları ihaleleridir. Bu yazı kaleme alındığında tutarı 150 milyar TL’ye ulaşan 124 inşaat ihalesi imzalanmıştır. Bu ihalelerle ilgili inşaat yerlerinin seçimi, fiyat oluşumu ve binaların mimari ve mühendislik özellikleri hakkında depremzedeler, profesyonel meslek odaları, kentsel planlama uzmanları, hukukçular dahil yerel paydaşlarla hiç bir bilgi paylaşılmamıştır.
Üçüncü uygulama Cumhurbaşkanlığının yeni bir kararnameyle tarihi Antakya merkezini sit alanı yerine ‘riskli bölge’ ilan etmesidir. Bu kararnameyle, tarihi Antakya 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’la yine Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın tasarrufuna bırakılmaktadır. Bu kanuna göre, Bakanlık, tarihi Antakya’daki taşınmazları satın almaya, taşınmaz mülkiyetini veya imar haklarını başka bir alana aktarmaya, inşaat yapmaya veya yaptırmaya, kendi payına düşen taşınmazları dönüşüm projeleri özel hesabına gelir elde etmek amacıyla kiralamaya ve satmaya yetkilidir. Kısacası, hem yer altında hem de yer üstünde 2,300 yıllık Antakya tarihini yansıtan kültürel varlıklarla dolu bu bölge, AKP rejimi tarafından rant arayıcılarına peşkeş çekilmektedir.
Deprem sonrasına yönelik uygulamaların gelecekte hem daha karaktersiz yerleşim alanları oluşturacağına hem de afet-sonrası yeniden inşa süreciyle ilgili uluslararası ilke ve deneylere aykırı olacağına yine başka bir yazımda değinmiştim. Burada eklenmesi gereken ek bir nokta şu: Doğal afetin yarattığı şoku istismar eden ve tepeden inme kararlarla yürürlüğe giren bu tür uygulamalar gelecekte gelir eşitsizliklerini arttıracaktır.