Eylem Çamuroğlu Çığ (Dr. Bayreuth Üniversitesi)
Yaşadığımız son depremler ve çok haklı olan “devletin yokluğu” tespiti, devletteki İslami-neoliberal dönüşüm sonrası dayanışma pratiklerinin ne kadar önemli ve hayati olduğunu bir kez daha hatırlattı hepimize. Hayatımızın AKP iktidarı ile geçen son 20 yılı, 12 Eylül 1980 darbesi ile açılan neoliberal dönüşümü kimi zaman akılla kavraması çok zor olan bir ivmeyle eğitimden sağlığa, kentleşmeden güvenliğe birçok alanda ve hatta gündelik yaşamlarımızda somut biçimde hissedilir hale getirdi. Bu dönüşüm sonrasında devlet, kamu erki veya kamusal hizmet gibi kavramlar da liberal felsefede taşıdıkları anlamdan tamamen sıyrıldı ve baskı ile özel çıkarları perdeleyen araçlara dönüştü. Hatta Türkiye örneğinde artık bu perdelemeye bile ihtiyaç duymayan salt bir baskı aygıtından bahsetmek, ne yazık ki abartılı olmayacaktır. Devletin kendini şirketler üstü bir şirket olarak kurgulaması ve her krizi sermayeye alan açan bir fırsat olarak görmesi, neoliberal dönüşümün alamet-i farikaları arasındadır. Bu nedenle Kızılay’ın bir yardım kuruluşundan çok kar peşinde koşan alelade bir şirkete dönüşümü, dehşet verici olmasının yanı sıra, sıradandır da.
Aşırı sağı Fransa’da parlamentoya, İtalya’da iktidara, sosyal demokrasinin kalesi olarak bilinen İsveç’te ikinci güçlü parti olarak meclise taşıyan ve aslında uzun bir zamandır yükselmekte olan dalga ile Türkiye’de uzun yıllardır içinde yaşadığımız yıkıcı siyasi atmosfer ve rejim değişikliği birbirinden bağımsız olmadığı gibi, kapitalizmin sürmesi için elzem hale gelen otoriterleşmenin sadece birkaç örneğidir. Fransız bir meslektaşımın yaklaşık iki yıl önce kurduğu “Türkiye bizim geleceğimiz” cümlesi ve Mart sonu İsrail protestolarında açılan ve bana bu cümleyi hatırlatan “dont want to end up like Turkey”[1] yazılı pankart, dünyada hepimizi farklı biçimlerde sınayan (ve yönünü henüz kestiremediğimiz) bu geçiş aşamasının yol açtığı sorunlarımızın ortaklığını dehşet verici biçimde vurgulamaktadır. Dehşet vericidir çünkü, yaşanan yıkımın Türkiye’ye özgü olmadığını ve tam da bu nedenle, neoliberal dönüşümü tersine çevirmenin o kadar da basit olmadığını yüzümüze çarpmaktadır. İşte bu yüzden, neoliberal dönüşümü tersine çevirene kadar dayanışma, politik anlam ve öneminin de ötesinde hayati hale gelmiştir.
Neoliberalizmin yıkıcı etkisi, kapitalist birikimin krizi fırsata ve sermaye birikimini tetikleyecek bir araca dönüştürmesiyle çarpan etkisi yaparak hayatımızın daha önce sermaye dolayımının görece dışında görülen alanlarına da sirayet etmiştir. Naomi Klein’ın “şok doktrini”, David Harvey’nin “mülksüzleştirme/zapt yolu ile birikim” kavramları veya son yıllarda artan “ilkel birikim” tartışmaları hep bu yıkıcı etkiyi kavramsallaştırmaya çalışmaktadır. Şubat ayında yaşadığımız depremler, bu yıkımı belki de en somut, en çarpıcı ve bir o kadar da dayanılması güç biçimde somutlaştırdı. Tüm resmi kurumlarıyla devletin deprem sonrasındaki yokluğu, bakanlarından yardım kuruluşlarına kadar bu yıkımda kar olasılığı gören, enkazları, altındaki insanlar ve hepimizin travmalarına rağmen hızla kepçelerle kaldırıp molozlarını da üzerimize boca eden bambaşka bir varlığa işaret ediyor. Deprem sayesinde hem muhalif nüfusu mesela Hatay’dan sürme, hem de yepyeni projelerle kentleri deprem gerçeğini yine hiç kale almadan, hızla yapıp bitirme hayali kuran, kentlerin tarihini, belleğini yalnızca yandaş inşaat şirketlerine dağıtılacak pay olarak gören, yardımları, seçim çalışmalarında dağıtacak kadar acımasız, amansız bir varlık karşımızdaki. Eski eşitsizlikleri bugüne taşırken üzerine yenilerini de ekleyen ve eskileri katmerleyen, kendinden olmayanın varlığına dahi tahammül edemeyen ve artık bunu çeşitli ideolojiler dolayımıyla saklamaya dahi zahmet etmeyen çıplak, otoriter bir şiddet aygıtı var karşımızda. Ancak bizi nefessiz bırakan bu atmosferde, Türkiye’de umudun hiç eksik olmamasını sağlayan, 12 Eylül sonrası her geçen yıl daha da örgütsüzleşen bir toplumun çözülüp gitmesini engelleyen dayanışma ağları oldu. Kimi zaman geç kalındı, kimi zaman yeterince iyi örgütlenemedi, eleştirilecek çok şey oldu hep, ama dayanışma hiç eksik olmadı.
Devletin aksine, dayanışma deprem sonrasında yaşatmak ve sağaltmak için oradaydı ve hepimize bir nefes oldu. Partiler veya sivil toplum kuruluşları gibi örgütlü yapıların dışında, çok farklı amaçlarla bir arada olan topluluk ve kamusallıkların dayanışmada ne kadar önemli bir rol oynadığını da acı bir vesileyle de olsa gördük, gözlemledik. Kriz anlarında her türlü birliktelik, dayanışma pratikleri açısından hayati bir rol oynayabiliyor. Tam da burada varlığı bir dayanışma pratiğinin sonucu olan, aynı zamanda kuruluşundan beri neoliberal zamanlarda dayanışma ağlarının nasıl işlemesi gerektiğine kafa yoran ve depremde de dayanışmanın parçası olan bir mekandan, Mersin Kültürhane’den bahsetmek istiyorum. KHK’larla üniversiteden atılan Barış Bildirisi imzacısı üniversite hocalarının, dostlarımın, kentte yeni bir kamusallık, kültürel, sanatsal ve bilimsel bir alan açma amacıyla bir araya gelerek Eylül 2017’de kurduğu Kültürhane, deprem sonrasında gösterdiği dayanışmayla da bu tür ara alanların ve politika dışı – ama tabii ki sapına kadar da politik olan- örgütlenmelerin neoliberal kentsel distopyalarda nasıl bir rol oynayabileceğine dair ipuçları vermektedir.
Neoliberal devletin olağanüstü hali kullanarak hem rejim değişikliğine alan açacak, hem de mülksüzleştirerek ceza devletinin tüm gücünü ve zorunu üzerlerine boca ettiği KHK’lılar, üniversitelerden atılan hocalar, rejimin işsiz bıraktığı, hapse attığı gazeteciler vs., İslami neoliberal iktidarın şiddetinden payını alan her kesim dayanışma pratikleri üzerine uzun zamandır düşünüyor ve bu pratikleri örgütleyerek hayatta kalmaya, direnmeye çalışıyor. Uzun yıllara yayılan bu deneyimlerde fena halde çuvalladığımız da oldu, alnımızın akıyla çıkmayı başardığımız zamanlar da. Kültürhane’nin kurucularından olan Ulaş Bayraktar, dayanışma üzerine düşündüğü bir konuşmasında, maddi boyutu da olan bir dayanışmayı amaçladıklarını söylemişti: “Bir arkadaşımız burada yumurtalarını satıyordu, ihraç edilmiş bir başka arkadaşın ununu satıyoruz. Dayanışmanın maddi temelleri önemli”[2]. Depremde de yardım ve dayanışma pratiklerinde yerini alan Kültürhane vesilesiyle deprem sonrasında yıkılan kentlerin yeniden kurulmasını, hepimizin, ama en çok da bu felakette evini, sevdiklerini, tüm belleğini ve şehirlerini kaybedenler için uzun soluklu ve maddi temelleri de olan bir dayanışma nasıl örgütlenir, düşünme zamanıdır.
Vurgulamak gerekir ki, her gün uyanmak isteyip bir türlü uyanamadığımız bu kabus politik atmosfer ve iktidara rağmen, dayanışma yaşatır, iyileştirir. Nasıl bir örgütlenme modeli ile ayakta kalabilir ve tüm gündelik yaşamı ve kamusal alanları kaplayan, kendisi gibi olmayanı düşman bilen ve faşizmin düşman hukuku pratikleri ile hepimizi karşısına yalnız çıkmaya zorlayan iktidara rağmen çok olmayı, bir arada durmayı ve eksilmemeyi başarabiliriz, düşünmeli. Depremler, yalnızlığımızı ve çaresizliğimizi gözler önüne serdi belki, ama aynı zamanda gücümüzü, en büyük gücümüzü de hatırlattı tekrar hepimize. Dayanışabildiğimiz sürece, çoğaldığımız ve bir arada durabildiğimiz sürece insanız ve insan kalabiliriz. Ulaş Bayraktar’ın söyleşinin devamında söylediği sözler, neoliberal distopyaya karşı örülmesi gereken dayanışmaya dair de bir çerçeve çizerken yıllardır hep düştüğümüz tuzaklara da ışık tutuyor: “Müşterekliğe mecburuz, çünkü karşımızda monolitik bir güç var. Ona karşı aynı tip solcu olmayı salık veren bir politika da ona benzerdi. İlla da ekonomik, siyasi, ideolojik açıdan aynı şeyi düşündüğümüz için değil, bisiklet, sinema sevdiğimiz için de bir araya gelebiliriz”[3]. Aslında 2013’te biz bu müşterekliğin gücünü de, iyileştirme potansiyelini de gördük, alanlarda neredeyse tüm Türkiye’de deneyimledik. “Gezi ruhu” diye anılan, “müşterekliğin”, “çokluğun”, yeni bir kamusallığın ta kendisiydi. Depremden sonra da ihtiyacımız olan böyle bir dayanışma pratiğini, kentleri sermaye için değil, kendimiz için, içinde ölmek değil, yaşamak için, belleğimizi ve anılarımızı çocuklarımıza, gelecek kuşaklara miras bırakabilmek için hayata geçirebilmek. Kültürhane’nin bir başka emekçisi Bediz Yılmaz’ın barış akademisyenleri için kullandığı metafora, “ayrık otuna” dönüşmenin zamanıdır, yok etmeye çalıştığınız anda tüm tohumlarını saçarak çoğalmaya çalışan ayrık otlarına…
[1] “Sonumuzun Türkiye gibi olmasını istemiyoruz”
[2] Ulus Atayurt, Umut Kocagöz: “Kültürhane’nin Esinlendirici Hikayesi Işığın Sızdığı Çatlak”, https://univder.org/kulturhanenin-esinlendirici-hikayesi-isigin-sizdigi-catlak/
[3] Ulus Atayurt, Umut Kocagöz: “Kültürhane’nin Esinlendirici Hikayesi Işığın Sızdığı Çatlak”, https://univder.org/kulturhanenin-esinlendirici-hikayesi-isigin-sizdigi-catlak/