Barış Can
Bugün bir baba olarak çaresizliğimden utandım, bir şey yapamamamın acizliğiyle kavruldum. “Baba, bugün olmaması gereken bir şey öğrendim, doğru olmadığını söyle ne olur, öyle bir şey olamaz değil mi baba” diye bir mesaj attı kızım. Enkaz haline gelen evimizden sağ çıktıklarında sarıp sarmaladığım ve güvende olsun diye kilometrelerce uzağa gönderdiğim kızıma ulaşmaya çalışıyordum, aklımda deli sorular. Korkuyla, endişeyle, tarifi mümkün olmayan bin bir düşünceyle görüntülü aradım. Ağlıyordu ama ben onu kollarıma alıp avutamıyordum. En iyi arkadaşı, annesi, babası ve kız kardeşinin göçük altında kalıp öldüğünü öğrenmişti. Henüz 10 yaşındaki kızım bu yükün ağırlığı altında öyle duruyordu karşımda ve ben çaresiz ona dokunamıyordum. Birden “Bana abla derdi hep, en iyi arkadaşımdı o benim” diye ağlamaya başladı tekrar. Nutkum tutuldu, küçüldüm, ezildim. Hiç bu kadar sözsüz kalmamıştım. İçime ağladım, biz büyükler ağlamadan, acılarımızı yaşayamadan koşturmak zorundaydık, delilik hali yani. Aklımdan ilk geçen, keşke sana bir hediye alabilsem, açtığında içinden çıkan makinenin tuşlarına bas ve depremi sıfırla, 6 Şubat 2023 Pazartesi sabahı yaşanan o felaketi sıfırla, diyebilsem. Bu mümkün değildi ki ve ben imkânsızı mümkün kılamadığım için utandım. Çünkü hiç bu kadar çaresiz kalmamıştım. Çaresiz ve sözsüz kalmaktan utandım!
Sen ağlayarak telefonu kapadığında, tam bir ay sonra ilk defa dört duvar arasında yatağa uzanıyordum, yataktaki sırtım utandı. Dışarda yağan yağmur, çıkan fırtına kendinden utandı. Acaba hâlâ çadır dağıtamayanlar kendinden utandı mı? Bu çağda 23 sentlik değerimiz var mı acaba? Paramızla üretilen çadırları başkasına satmışlar, donmamak için çadır istedik en büyük vatan haini biz olduk, acaba bizi hain ilan edenler hiç utandı mı? Oysa şu an beni çevreleyen dört duvar utandı.
Artık yıkık dökük olmuş yaşadığımız apartmana gitmiştim dün. Mucizevi bir şekilde çıkartıldığın odana girdim elimde bir çuval. Dedim ya, delilik hâli, sana ait ne varsa molozlar arasından bulmaya çalıştım. Şanslıyım diyordum çünkü küçük bir çuvala sığdırmıştım, bulabildiğim anılarını, ellerimle, yüreğimle sana taşıyordum onları. Gözü kâr hırsı bürümüşlerin yaptığı, alt dairelerin yer karosundan sular fışkıran, asansörünün zemininden su sızan, duvarı malzemesiz örülmüş, harabe evimizden, apartmanımızdan, taşıyordum kendi küçük, içi sınırsız çuvalını. Çuvalı görünce arkadaki, yandaki sağlam apartman utandı, duvarları utandı. İlçenin ismini aldığı evin yanındaki Defne ağacı utandı. Acaba, hiçbir eğitimi olmadan müteahhit olan, torpille belediye meclis üyesi de olan müteahhit utandı mı? Belediyeye müteahhitleri dolduranlar utandı mı? Millet utandı, acaba vekili utandı mı?
Zaman akıyordu tüm zulmüyle ve ben, depremden sonra ilk defa şehir dışına çıkıyorum. (Severim bir yerden bir yere gitmeyi hele ki sana yolu çıkan yolculukları.) Bu sefer Samandağ’dan kalbim sıkışmış, hüzünle yol alıyorum sana doğru. Geçtiğim her sokakta her caddede ne dostlar kalmış ne de anılarımız. Hala göçükler sarmış etrafı, yollar kapalı. Yol kenarlarında çoluklu çocuklu, yaşlı, genç insanlar, ya akrabadır ya eş dost ya da tanıdığımız; işte öyle bir yerleşkedir burası. Biz oradan geçerken yaşama tutunmaya çalışan bu insanlar utandı. Acaba tanıdıklarının ölümüne sebep olan bu müteahhitler utandı mı? Peki bu kahreden manzara ve ölümlerin karşısında hiç utanmışlar mıdır yerel yöneticiler? Hani en eskisinden en yenisine. Ya Antakya’daki yıkıntılar karşısında hiç utanmışlar mıdır oradaki yereller? Rönesans’taki ölümler için savunma yapanlar biraz olsun utandı mı, bu ilkçağ manzarası karşısında? Artık gömecek yer kalmayan mezarlıklarımız utandı. Ceketini koyup kazandıranlar yerine, enkazdan çıkardığım okul ceketin utandı! Utanmışlar mıdır o ceketin sahipleri ya da tek bir kelime ile sürekli imar affı çıkaran?
Ah canım, dedim ya hiç bu kadar sözsüz ve çaresiz kalmamıştım. Ama artık delirdik, biraz da heybede kalan deliliğimizin sözcükleri kaldı size. Şu an seçim yaklaştı en değerli malzeme biziz! Birer oy hesabı, politik olanın malzemesi yani. Onlar için politikanın malzemesi olan bizim yarım kalmış yaşamımız, toprağa verdiğimiz canlarımız, hayatlarımızdı oysa. Koyulacak sandıklar, sayılacak oylar utandırır mı bilmem ama biraz yüzünüz kızarmış, utanmışsanız eğer, bize mezar olan bu şehirlere gelmeden her biriniz bugünden tezi yok amasız-fakatsız, önce kendinizden başlayarak hesap sorulsun. Hamaset yapmadan beraber bu yollarda yürüklerinizden, zengin ettiğiniz müteahhitlerinizden partidaşlarınıza, ceketlerinizden, yoldaşlarınıza kadar sorumluların hepsinden… Ama göçük altındaki avukatlar utandı, terazisi bozulan Themis utandı, ya biz!
Ya, bu yıkımlarda, süreçlerde payı olan kişilerin şu an halka yardım ediyormuş gibi gözükmelerine ne demeli ya da yaşananları reklamının malzemesi olarak kullanan, gelen yardım dağıtımını bir güç olarak görenler, siyasetin mezesi yapanlar utanır mı bilmem ama acısını yaşayamayanlar utandı! Siyasetin malzemesi yapılan toprak altındaki Canlar utandı ya siz gerçekten utandınız mı? Biz birbirimizi biliriz!
Yerle bir olmuş otogara girdim, herkesin elinde çantalar ve kocaman çuvallar hayatlarından geriye kalanlar, hatıralar… Ben de sırtıma alıyorum ufak çuvalı, otobüse yaklaştıkça ağırlaşıyor çünkü. Otobüsün bagajı sığmıyor artık koltuk aralarında koridora sıkıştırılmış her şey. Özenle kucağımda taşıyorum sana ait yaşanmışlıkları, anılarını. Otobüs hareket ettiğinde fark ediyorum, ışıl ışıl olan şehrin karanlığını. Ay da ışıldamıyor, belki olanları hiç değilse akşam karanlığına hapsetmek için, belki de utancındandır aydınlatmaması, ışıldamaması. Bunu düşündükçe bu sefer içime değil dışıma akıtıyorum göz yaşlarımı, yanımda ağzını sımsıkı tuttuğum küçük çuvalın. Şehirden uzaklaştıkça yol utanıyor, otobüs utanıyor, yağan yağmuru içine alan toprak utanıyor, biz hayatta kalanlar utanıyoruz. Ellerimin arasındaki gittikçe ağırlaşan, arkadaşının seninle olan resimleri içeren çuval utanıyor. Ve kelimeler söz olmaktan utandı.
Yazardan not: Bu yazı ilk olarak KısaDalga’da yayınlanmıştır.