DEPREMİN HATAY DİYARINDA ALEVİCESİ

Kemal İnal[1]

Birkaç yıl önce Eğitim Sen’li yoldaşım Bülent Can, beni ve sendikanın eski genel başkanı Alaaddin Dinçer’i Samandağ’a, festival esnasında eğitim üzerine konuşma yapmaya davet etmişti. Samandağ’ı ilk kez görmüştüm. Çoğu insanın Arapça konuştuğunu fark edince, “buraya ne kadar da çok Suriyeli gelmiş” diye düşünmüştüm ama sonradan buranın anadilinin aslında Arapça olduğunu anlayınca bilgisizliğimden utanmıştım. Güney’in “küçük Moskova”sı olarak anılan bu deniz kenarındaki şirin ilçede ilgimi en çok çeken şey, gençlerin hiç çekinmeden, rahatça ve gayet şık elbiselerle sahil boyunda dolaşırlarken hiçbir taşkınlık yapmadan (laf atma, içip çıngar çıkarma vb.) gezinmeleriydi. Müthiş lezzetler sunan geleneksel mutfağı, doğal güzellikleri, insanının samimi konukseverliği, tarihsel zenginlikleri, dini mekanları, meyvesi ve sebzesiyle, Suriye dibindeki bu küçük yerin elbette en önemli özelliklerinden biri de, Aleviliği ilerici formlarda yaşatabilen politik bir örgütlenme kültürünü hayatın her alanına en seküler, demokratik ve dayanışmacı şekillerde tercüme edebilmesiydi. Arap Aleviler, Araplığa yanlış biçimde atfedilen “gerici/yobaz” sıfatından fersah fersah uzakta bir kültür inşa etmişlerdi. Şöyle diyeyim: Arap Aleviliği, en az Alman ve İskandinav Protestanlığı kadar demokrasiye, insan haklarına ve laikliğe yatkındır. Neden?

Bu soruyu yanıtlayabilecek bir formasyonum yok ancak bu kadim halkın kültür hayatında bu derece demokratik tutum geliştirmesinde ezilmeye karşı ürettiği direncin önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. İşte bu direnç, bir kültür kalıbı, sosyal tutum ve bilinç biçimi olarak deprem bölgesinde halk düzeyinde, kitlesel olarak başkaldırıp devletten hesap sormaya varan bir sonuç yarattı. Çünkü Sünni AKP iktidarı burada da ayrımcılık yaptı ve Hatay’a, diğer bölgelere oranla daha az yardım gönderdi. Fakat Hatay halkı yılmadı ve boşluğu dolduracak tampon mekanizmaları hemen devreye soktu: Bölgeye sol partiler, sendikalar, sivil toplum kuruluşları, Avrupa Alevi dernekleri, ulusal ilerici örgütler başta olmak üzere demokratik unsurlar adeta ilk günden itibaren çıkartma yaptılar. Devletin boşluğunu halk doldurdu ancak Hataylı ve diğer bölgelerin Alevi yurttaşları, vergi ödediği devletin kendisine yaptığı ayrımcılığı da politik dile tercüme ederek bir “yurttaşlık hakkı”ndan bahsettiler.

Hatay en büyük yıkıma uğrayan kent oldu, Antakya tarihini yitirdi fakat asıl yıkım devletin/hükümetin Alevilik üzerinden ikinci depremi yaşatmasıydı. Aleviler bu ayrımcılığı zaten iyi biliyorlardı ama vergisini ödedikleri, çeşitli yurttaşlık görevlerini yerine getirdikleri bu devlette en azından, sorumluluk kadar hakları olduğunu haykırdılar. Bildiğim kadarıyla tek yürüyüş, kitlesel basın açıklaması, medyaya açıkça ifşaat ve hükümeti alenen eleştirme Hatay’da oldu. Bu başkaldırı, hesap sorma ve çelişkileri vurgulamada Arap Alevi kardeşlerimiz aslında asıl depremin, ilahi temelde bir cezalandırmadan ziyade, önlem almayan devletin ayrımcılık, dışlama ve yok sayma pratiği olduğunu ileri sürerken bir tür “demokratik deprem kültürü” de inşa ettiler.

“Demokratik deprem kültürü”, bir doğa olayının afete dönüşmesinde asıl meselenin insanlık olduğunu gösterdi. Ne çıkar ne propaganda ne de gizli emeller; hayır, bir insanlık sınavı. Bu insanlık sınavında Arap Alevileri, bölgede AKP’nin muhtaçlaştıran “yardım” politikasına karşı “aşağıdan” gelen ve “yatay” işleyen demokratik bir deprem kültürünü inşa ederek cevap verdiler. Öncelikle kitleler halinde toprağını terk edip başka illere göç etmediler, ölüsüne sahip çıktılar, evinin neden yıkıldığı konusunda gerekli hesapları sordular, deprem sonrası hizmetlerin niye aksadığına dair yanıtlar istediler. Depremin kendilerini un ufak edip tekil bireyler olarak oraya buraya savurmaması için kitlesel düşünüp dayanışma ilişkilerini en demokratik formlarda inşa ettiler. Gelen dayanışma yardımlarına başkaları gibi açgözlü biçimde saldırmadılar, gelen her şeyi en rasyonel şekilde kullanmaya çalıştılar ve sol örgütleri bağırlarına bastılar. Bütün bunlarda, Aleviliğin verdiği bir insanlık itkisinin kültürel alana tercümesiyle oluşan hümanist felsefe bulunduğunu söylemek mümkün. Başkaları, depremi ilahi gücün kendilerini sınaması ve cezalandırması olduğunu söylerken Arap/Türk/Kürt Alevi halkları, inandıkları ilahi gücün kendilerine böylesi bir yaptırımın olamayacağına inanırlarken aslında “pozitif din” anlayışını bir kez daha örneklediler.

Yerin altındaki fayın neden olduğu deprem, binaları yıkar geçer ancak asıl yıkım, sonrasındaki toplumsal depremdir. Aleviler, Ortadoğu coğrafyasında yüzlerce yıldır bu toplumsal depremin en karanlık, koyu biçimlerine maruz kaldılar ve buna karşı mücadele ederlerken asıl nefis mücadelesinin depreme verilecek en iyi yanıt olduğunu düşündüler. AKP ikinci depremi yardımlardan yanlılıkla bir kez daha yaşatırken Alevi kardeşlerimiz aslında bunun bir din kisvesi altında yurttaşlık sorunu olduğunun çok iyi farkında oldular. Yani sorun, sistemin demokratikleştirilmesiydi. Demokratik sistemde bunca çürük bina yapılmaz, yapılsa bile oturuma izin verilmezdi. AKP’nin çürük binalara izin çıkaran imar affı/barışı, aslında bu demokrasi yoksunluğunun en yalın gösterimidir. Demokrasi bir denge ve denetleme sistemidir. Alevilik zaten bir dini kültür olarak “eline-beline-diline sahip çık” düsturuyla her şeyin, bireyin nefis mücadelesiyle başlayıp oradan bireysel sorumluluk ve sosyal ödevler arasında sentezin kurulmasıyla ilerlediğinin bilincindedir. Alevi bireyi, terbiyeyi, itaat, biat ve mutlak uyum olarak anlamaz; terbiye, bir sosyal ahlak biçimidir. Ve bu sosyal ahlak biçiminin devlette de egemen olmasını ister.

Zira ayrımcılık, aşağılama ve dışlama, hor görme, erdemsizliğin en açık dışa vurumu olan çökmüşlüğün, alçalmanın göstergeleridir. Kılıçdaroğlu’nun “ben Aleviyim” videosunda herkes Aleviliğe takıldı ama orada vurgulanan şey, iyilik etmek, hırsızlık yapmamak ve yalan söylememektir. Deprem gibi anlarda Kızılay’ın çadırı, yemeği ve elbiseleri parayla satması, en büyük ahlaksızlık olarak kayda geçerken Aleviler, Habermas’ın ifadesiyle evrensel etik ilkeleri yaşama geçirebilmek için tek çözüm formunun demokrasi olduğunu, kendi aralarında hiyerarşisiz, ast-üstsüz ve statüsüz ilişki, yapı ve değer inşa ederek gösterebildiler. O yüzden AKP devletinin yaşatmaya çalıştığı ikinci (toplumsal) depremi kabul etmediler; haklarını istediler, insanca yaşamı talep ettiler. Bunun için kadınlar yürüdü; ellerinde reyhanlarla  “Hakkımızı helal etmiyoruz! ‘Ma rıhna nihna hon’ gitmedik biz buradayız” dediler. Yaşananın deprem adı altında toplu katliam ve hüzünlerinin isyan olduğunu haykırdılar, haklarını helal etmediler. Hak helal edilince hiçbir şey düzelmez çünkü demokraside hak helal etmek diye bir şey yok, hesap sorma var; nedenleri sorgulama, eleştirel düşünme, suçluyu teşhir etme, olan biteni nesnel biçimde anlama var.

Alevilik, Türkiye’nin vicdanıdır. Doğru, düzgün ve uygun olan her şey bu vicdana içkindir. İçi boş değil bu vicdanın. Dolduran şey, kanaat (tevekkül) olduğu kadar hesap sormaktır. Alevi ne ezer ne de ezilir. Bu açıdan Marx’ın çokyönlü, zengin ve demokratik insan felsefesine en uygun kültürdür Alevilik. İnancı aşağılamaz ama her şeyi de inançla açıklamaz. Habermas’ın postseküler toplum teorisinde olduğu gibi, Alevilik, kendisinden çok şey öğrenilip zenginleşebilecek bir kültürdür çünkü ahlakı kuşatmaz, onu modern formlarda zenginleştirir. O yüzden modern hayatın her an, zemin ve ilişkisinde yaratılan bir güzellikte mutlaka bir Alevi nefesi, rengi, içeriği, katkısı, boyutu vardır. Dünyada elbette böyle başka kültürler de var. Ancak Alevi(lik), dinle kurduğu ilişkide kendini ilahi gücün karşısında silmez, etkisizleştirmez, yok etmez; seküler, demokratik ve modern formlarda zenginleştirir, esnekleştirir. O yüzden deprem sonrasında cevabı bulmak için yüzünü ne yerin altına çevirdi ne de gökyüzüne; yüzünü birbirine döndü çünkü asıl Kâbe olan insanda olup biter her şey. İnsani olan hiçbir şey Aleviliğe yabancı değildir. Bu insanda bir beden ve bir de gönül vardır ama ikisi birbirine zıt değildir. Madde ve ruh Alevilikte iç içe geçer; birbirini zenginleştirir.

Samandağ’da arkadaşım, depremzede öğretmen Bülent Can, şehrin merkezinde Hz. Hızır Türbesi’nin etrafında üç kez dönerken (tavaf ederken) ben, konuya yabancı olduğum için olan biteni anlamamıştım. Arabayla daha ikinci turu yaparken neden aynı yerde dönüp duruyorsun diye sorduğumda bana bu geleneği açıklamıştı. Dileğin kabul olması için yapılan bir dini ritüel. Atla da yapanı gördüm, yaya olarak yapanı da. Belki rasyonel değil ama gönül tam da bu: İlahi güçten istediğini iste ama her şey sende bitiyor. İnsan bu, ruhu biraz da böyle ama zararı yok. Nihayetinde insanı psikolojik açıdan da rahatlatıyor, güçlendiriyor. O ziyaretimde ben Samandağ’da çok sağlam bir Alevi toplumu görmüştüm. Bu toplumu ne fay hattı ne de AKP’nin Sünnici devlet politikası yıkabilir.               


[1] Helmut Schmidt (Hamburg) Üniversitesi öğretim üyesi