Dilara Can yazdı: Felaket

Dilara Can

Koşuyorum, koşuyorum… Nefes nefeseyim.

Neden karanlık her yer?

Neden her yer toz duman içinde?

Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor. Ayaklarım çıplak; kucağımda yeni doğan bebeğim ile nereden gelip nereye gittiğimi bilmeden koşuyorum. Birden duruyorum; gökyüzünde patlamayan şimşek zihnimde patlıyor. Neredeyim ben?

Bir bilse içinde bulunduğu durumu, çok değil beş dakika önce yaşadıklarını hatırlasa… Saçları kara kadın kaldırabilecek misin her şeyi? Halbuki o akşam aynanın karşısına geçip saçlarını taradığında uzun uzun kendine bakmıştı. Ve içinden “Saçlarım ne kadar güzel, simsiyah, upuzun ve dalgalı” diye geçirmişti. Aynada kendine dalmış bakarken aklına o günün ne kadar güzel geçtiği gelmişti. İşyerinde terfi aldığı için arkadaşlarıyla dışarı çıkmış, kutlama yapmışlardı. Sonra da evde ailesi ona küçük bir sürpriz hazırlamıştı. Yemek masasındaki gülüşmeler aklına geldikçe kendi kendine güldü: “Ah yaramazlar!” Çocuklarının nasıl da birden büyüdüklerini, nasıl da kocaman olduklarını düşündü. Çocukları büyümüştü büyümesine de yine de yataklarına girdiklerinde kocası dahil tüm aile onun bebeğine söylediği ninniyle uyurdu.

O gece de öyle oldu. Ama bu gecenin diğerlerinden farkı vardı. Az sonra felaket onların güçsüzlüğünü yüzlerine vuracak, evdeki tüm aynaları paramparça edecekti. İşte kara saçlı kadın o felaketin içinden çıkmıştı.

Nereye koştuğunu bilmeyen kadın, ileride, az ileride birini gördü, o karanlığın içinde bilinmeze doğru yaklaşırken “Tanır mı ki beni? Bilir mi nerede olduğumu?” diye kendi kendine mırıldanarak o tanımadığı ama gördüğü tek yabancıya sığınmak istedi.

“Ben neredeyim? Burası neresi?”

Sordum ama içimde biraz korku var. Korkumun geçmesi için bebeğimi kollarımla daha sıkı sarıyorum. Karşımdaki anlıyor mu acaba korktuğumu? Niye bu kadar uzun uzun bakıyor yüzüme?

“Bu binadan çıktın.”

Elindeki fenerle bana ışık tutarken gösterdiği yere doğru kafamı çevirdiğimde yıkıntıları görüyorum. İşte o an duyuyorum insanların ağıtlarını, feryatlarını, yardım isteklerini… Bağırtılar çağırtılar içinde her birinin sesi bir başkasının sesine karışıyor… Film sahnesi gibi geliyor duyup izlediklerim. Ama film değil tüm bunlar.

Belki de içi acı dolu, insafsız bir gerçekti her şey. O, etrafı izlemekten kendi halini göremiyordu. Çıplak ayakları kesikler içerisindeydi. Vücudundaki kesiklerden akan kanlar yağmur damlalarına karışıyordu. Kara kaşları arasındaki ay yüzü yara bere ve toz içindeydi.

“Eşim ve çocuklarım? Onlar, onlar nerede? Çocuklarım, çocuklarım, onlar nerede?”

Kadın mı adam mı olduğunu anlayamadığım kişiye doğru biraz daha yaklaşıyorum; yağmurun ve onca haykırışın sesini bastırmaya çalışarak var gücümle bağırıyorum.

“Çocuklarım, çocuklarım, nerede?”

“Sadece senin çıktığını gördüm evden!”

“Sadece ben mi?” Bunu içimden mi yoksa sesli mi söylüyorum, bilmiyorum. Ama o konuşmaya devam ediyor.

“Çocukların enkaz altında!”

Ne dediğini bilmiyor bu! Enkaz ne demek, altında bir de üstelik. Gözlerim açık ölümü yaşamak gibi bir şey. Enkazın altı mı? Bu tanımadığım, bilmediğim yer benim evim mi? Sorular beynimde yankılanırken nefes alamıyor ve ne yapmam gerektiğine karar veremiyorum. Karanlığın örttüğü bu korkunç zamanın içinde kendi evimi bile tanıyamıyorum. Ve iyice korkuya kapılırken ne yapacağımı bilmez durumda ona yalvarmaya başlıyorum:

“Ne olur yardım et, üç çocuğum ve eşim orada… Ne olur çıkart onları!”

Göğüs kafesim parçalanacak gibi, nefes alıp verdikçe soluğum ciğerlerimi yakıyor, beni boğuyor, acı acı acı… Ben bu dipsizliğin içindeyken bir anda fark ediyorum; o, kucağımdaki bebeğe yaklaşıyor.

“Ona bakabilir miyim?”

İstemsizce geri çekiliyorum. Sanki bebeğimi benden alırsa bir daha vermeyecek gibi. Bakışı, duruşu bana bunu hissettiriyor. Geri geri giderken yakarışıma devam ediyorum. Diğer insanların bağrışlarına karşılık daha çok bağırmaya çalışıyorum. Çocuklarım içeride. Dünyam içeride. O bana doğru yaklaşıyor.

“Bebeğini bana verir misin?”

“Vermem, vermem, o benim. Vermem! Dokunma bebeğime!” diye bağırıyorum. Ne yapabilirim ki başka? Gözyaşlarım yanaklarımdan akarken yüreğime doğru alev parçası oluyor damlalar.

O hızla benim yanıma gelip bebeğimin battaniyesini kollarımdan çekmeye çalışıyor. Sıkı sıkı sardığım bebeğimi vermek istemiyorum fakat o yılmıyor, almak için diretiyor. Beni itip kollarımdan battaniyeyi hızlı ve güçlü bir şekilde çekip alıyor.   

“Ne yapıyorsun sen? Bebeğim üşüyecek.”

“Bebek nerede? Kollarında bebek yok, battaniyede de yok.”

Ayakta durmuş, bana bomboş gözlerle, duygusuz bakışlarla bakıyor bana. Havada tuttuğu battaniyeyi gösteriyor. Soluğunu yüzümde hissederken sesi kulaklarımda çınlıyor:

“Bebek nerede? Hani nerede bebek?”

Kollarıma bakıyorum, bebeğim yok.

“Nerede? Nerede bebeğim?”

“Az evvel buradaydı, kollarımda. Buradaydı kuzum, ben onu en sevdiği battaniyesi ile sıkı sıkı sarıp sarmalamıştım. Ama şimdi bebeğim burada değil. Ne yaptın bebeğime? Nereye sakladın bebeğimi?”

Yakasından tutup sarsıyorum onu. Bebeğimi sakladığı yerden çıkartmasını söylüyorum.

“Bebeğin bende değil. Onu bir yere saklamadım.”

Yere düşmüş olmalı. Evet evet, yere düştü. Hemen dizimin üstüne çöküp dokunarak etrafı arayıp bebeğimi bulmaya çalışıyorum.

O, fenerle toprağı avuçladığım yere doğru ışık tutuyor.

“Bak bebeğin yok burada, burada bebek falan yok, bunu biliyorsun.”

Ayağa kalkıp hızlıca üzerine yürüdü ve onu deli gibi yumruklamaya başladı. Acısını hissetmesi için tüm gücünü kullandı. Dizlerinin üzerine çöktü, gözleri kapalı hıçkırıklar içinde ona yalvardı. Kafasını kaldırdı, kimse yoktu. Ellerini yere dayayıp yeniden ayağa kalktı. Kafasını enkaza doğru çevirip çok değil birkaç zaman önceki ailesiyle oturduğu yemek masasına, odalarında yataklarında kokladığı çocuklarına koşmak istedi. Toprağın, taşların, demirlerin içinde elleri tırnaklarıyla kazmaya başladı toprağı. Ve bağırdı tek tek çocuklarının isimlerini…

“Düüüünnnüümmmmm, bugüüünnnüümmm, yarıııınnnııımmmm, anneniniz geldi, anneniniz burada! Korkmayın, ben buradayım.”

Bir ses duymak, bir işaret almak için kulağını enkaza dayadı. Nefes bile almadan dinledi, kısacık da olsa bir ses duymak için. Çocukları güçsüzdüler, çok bağıramazlardı; onların inlemelerini duyabilmeliydi. Sonra içinden “Kocam, ya kocam, onun o gür sesi niye çıkmıyor, niye duyamıyorum?” diye geçirdi korkuyla.

Yoktu hiçbir şey, yoktu.

“Allah’ım, yardım et bana!” diye haykırdı nereye, ne tarafa hareket etmesi gerektiğini bilmeden.

Ayağa kalktı, enkazın üzerinde bir oraya bir buraya deli gibi kendini atıyordu. Etraftan bulabildiği ne varsa demir, taş, her şeyle vuruyordu, bu yıkılmaz duvarlara. Tırnaklarıyla kazıyordu, bir delik açmaya çalışıyordu var gücüyle. “Benim çocuklarım karanlıktan korkarlar.” Onları orada, küçük bir alanda, kısılıp kaldıklarını hayal ettikçe yavrularını ondan ayıran katillere daha da sert daha da çaresiz vuruyordu.

Yüzünü gökyüzüne kaldırıp göğsünü olduğunca açtı acısını, yüreğini, Allah’a göstermek istercesine.

“Aaaaahhhhh Allah’ım ne olur, ne olur bir ses, bir nefes yeter bana!”

Parmaklarımın parçalanmasına rağmen ne bir ses ne de bir nefes alabiliyorum. “Beni çocuklarımdan ayıran gaddar katiller çekilin yolumdan, yıkılın karşımdan, ben çocuklarıma kavuşmak istiyorum. Parçalanın, yok olun. Kavuşturun beni çocuklarıma…” diye bağırıyorum. Sonra battaniye geliyor aklıma. Arkamı dönüyorum ki demin durduğum yerde sere serpe yatıyor. Bebeğimin battaniyesini yerden alıp kokluyorum. Kokusunu içime çekiyorum. “Ooooyyy benim minik memleketim. Ooyyy benim cennet kokulu memleketim. Neredesin? Daha çok sarsaydım, koklasaydım, okşasaydım sizi. İçimde, yüreğimde, kalbimin ortasında, en güvenilir yerde kalsaydınız meleklerim.”

Göğsüne vura vura ağıtlar yakıyordu. Bebeğini o gece uyutmak için söylediği ninniyi söylüyordu. Kafasını kaldırıp etrafa baktığında kimseler yoktu. Yine yalnız başına kaldığını fark edince tedirgin oldu.    

Enkazın başına koşup köşede duran koca kaya parçasını eline alıp kalan tüm gücüyle bir zamanlar evinin damı olan betona vurdukça vurdu. Artık ağlamıyordu çünkü ağlayarak azıcık kalan gücünü harcayamazdı. Kaç saat geçmişti, belki de sadece dakikalardı. Önemi var mıydı? Avuçlarından, dizlerinden oluk oluk kan akıyordu. Ama bu soğuğa, bu yağmura, vücudundaki bu sızılara karşı koyamadı; ayakta duracak mecali kalmadığından çöktü dizlerinin üzerine. Onca gök gürültüsüne, onca ağlayışa, onca yakarışa kafa tutarcasına, gökyüzüne bakıp kollarını açıp bağırdı:

“Allah’ım beni almayı unuttun!”   

Belki bayıldım belki bitap düşüp uyuyakaldım, bilmiyorum. Gün yavaş yavaş ışıldamaya başladığında etraf tarif edilemez bir haldeydi. Bir yıkım değil felaketti. Bir gün önce evim, yuvam olan yer şimdi enkaz adı verilen mezara dönüşmüştü. Mahallem dediğim yer hayalet olmuştu. Bir sonraki sokağı zor gördüğüm yerden ucu bucağı görünmeyen enkaz yığınlarını, hatta oturduğum yerden karşı mahalleyi görebiliyordum. İnsanlar evlerinden ya da şimdiki adı ile enkazın üzerinden sevdiklerine sesleniyor, ellerindeki taş, sopa, kazma, kürek her ne varsa onlar ile sevdiklerini kurtarmaya çalışıyorlardı. Bazıları bir kenara çekilmiş gördükleri karşısında şoka girmiş vaziyette olanların soğuk gerçekliğini anlamaya çalışıyorlardı.

Ben de önce uzun uzun etrafa bakındım. Anlamaya çalışıyordum. Sonra bir ses duydum, o tarafa doğru kafamı çevirdim. Yaşlı bir kadın, 20- 25 yaşlarındaki bir kızdan medet umuyor bir haldeydi. Durdukları enkaz üç binanın birbiri içine girmiş haliydi. Enkazın başındaki kişiler kendi aralarında konuşuyorlardı: “Buradan kimse sağ çıkamaz, Allah buradaki kişilerin ailelerine sabır versin,” diye söylenip duruyorlardı.

Yaşlı kadın bunları duydukça kıza daha çok yanaşıyor ve ellerini tutmuş ona yalvarıyordu.

“Ne olur, ne olur, kurtar oğlumu!”

“Teyzeciğim ben ne yapabilirim, kurban olduğum teyzem ben ne yapabilirim?”

“Yaparsın kızım, ne olur çıkar çocuğumu!” Sonra kızın ayaklarına sarılıp “Gelinim vardı, torunlarım vardı, bari bana onlardan bir parça çıkar, onu gömeyim, mezar yapayım. Çocuklarımın mezarları olsun.”

Duyuyordum onları. Tepemde konuşuyorlardı, kulağımın arkasında konuşuyorlardı. Her yerde konuşuyorlardı. Mezarı mı olsun? Mezarsız olmaz mı? Durum bu kadar mı kötü, içimde bir yerde bu durumu kabul edemiyor, her şeyin bir oyun bir kurmaca olduğunu haykırmak istiyordum. Ama enkazın başındaki karınca misali insan toplaşmaları ve onların tepkileri, sözleri tokat gibi çarpıyor ve bana bunların gerçek olduğunu söylüyordu.

Duyduklarıyla bir saniye de olsa kendisine geldi ve dün geceki o karşısına çıkanın içindeki ses olduğunu acı bir gerçeklikle anladı. Yavrularını, sevdiği adamı ve birlikte daha yaşanmamış onca hayalini, anılarını o enkazdan çıkarmak isteyişinin çığlıkları olduğu gerçekliği ile kalakaldı.

Saçları kara kadın, acı her zaman vardı, yakındaydı. Ah saçları kara kadın, sen derin bir uykuda iken seni sevenler ve senin de bir mezarın olmasını isteyenler kendi çabaları ile enkazı kazdıklarında bebeğin bir kolunda sıkı sıkı sarılı halde, küçük bir köşede sıkışmış; dünün, bugünün, yarının ve kocan ile seni sarıp sarmalanmış bulacaklardı.

Ah insanoğlu, ah! Acı sen doğarken yaratılışına eklenmiş, sen onu nasıl görmezden gelirsin? Bak işte 80 saniyede neler oldu? Dün ile bugün arasında yıllar, anılar, var oluşlar ve yok oluşlar yok mu? Hayatı güzel kılan da sensin, hayatı çirkin yapan da sensin. Ah insanoğlu, bak gördün mü senin ellerinle yaptığını, senin ellerinden kaybettiklerini. Ah insanoğlu, ah! Sevgi sen doğarken yaratılışına eklenmiş, sen onu nasıl görmezden gelirsin?