Güneşteki Adamlar

Sena Akparlak

Bildiğimiz tek şey, yarının bugünden daha iyi olmayacağı ve nehir kıyısında, asla gelmeyecek bir gemiyi özlemle beklediğimiz. Her şeyden koparılma hükmünü giydik; kendi yok oluşumuz dışında her şeyden.”

Ghassan Kanafani

Filistin direnişinin ateş etmemiş komandosu olarak anılan Ghassan Kanafani 1936 yılında Filistin’de dünyaya geldi; babası avukat olan Ghassan içinde doğduğu topraklarda iyi koşullarda yetişme şansı bulabilen sayılı çocuklardandır. Ancak kimlik bilinci kendisinde küçük yaşlardan beri önemli karakteristik bir özellik olarak baş göstermiştir; Fransız misyonerlerin okulunda okumuş olması kendisini hep rahatsız etmiş ve Arapça üzerine çalışmalara çok erken yaşlarda başlamıştır. 

​Doğduğu Filistin toprakları İsrail tarafından işgal edilince ailesiyle birlikte Şam’a yerleşmiş ve hayatına orada devam etmiştir. Bir anda mülteci konumuna düşen diğer binlerce Filistinli aile gibi Kanafani ailesi de zor duruma düşmüş ve Ghassan Kanafani daha çok küçük yaşlarda BM kamplarında öğretmenlik yaparak ailesinin geçimine katkıda bulunmaya çalışmıştır. Bu durum bir anlamda politik duruşunun da doğuşuna kaynaklık etmiştir. Bu arada da Şam Üniversitesi Edebiyat Fakültesine başlamış ve çok genç yaşlarda Arap Edebiyatının en önemli yazarlarından biri olacağının sinyallerini vermiştir. Halkının içine düşürüldüğü duruma sessiz kalamayan Kanafani, 1967 yılında kurulan Filistin Halk Kurtuluş Örgütünün sözcülüğünü üstlenmiştir.

​Kanafani’nin Güneşteki Adamlar romanı modern Arap edebiyatının en etkileyici eserlerinden bir tanesi. Roman üç kahramanın yaşadıkları üzerinden yerlerinden yurtlarından edilmiş Filistinli mültecilerin durumlarını tüm çıplaklığı ile anlatıyor, bunu yaparken hiç ajitasyon yapmıyor. Romandaki her bir karakter özgün ve karmaşık. Güneşteki Adamlar yazarın edebi dehasını kanıtlayacak şekilde kurgulanmış başarılı bir kitap. Kitapta tanıştırıldığımız ilk karakter Ebu Kays yeni doğan bebeğine ve karısına bakabilmek ve yaşamlarını sürdürmeye yetecek geliri kazanmak için onları geride bırakmak ve Kuveyt’e gitmek zorunda kalır. Yaşlı zihninde ise evinde bıraktığı on tane zeytin ağacı vardır; koparıldığı ağaçlarına ve toprağına kavuşursa dünyada her şey yerli yerinde olacakmış gibi zeytin ağaçlarını düşünüp durur. Yerinden yurdundan kopuyor olmanın acısını ve bilinmezliğin korkusunu yüreğinde duyar. Onu yola sürükleyen şey ise ‘böyle yaşamanın ölmekten daha iyi olmadığı’ gerçeğidir.

​Esad ve Mervan da genç yaşlarında ailelerinin sorumluluklarını üstlenmek zorunda kalan binlerce Filistinli genç gibi bir çıkış yolu arıyorlar. Kuveyt’e gitmek para kazanabilmek ve aileye bakabilmek umudu ile dolu bir hayal. Esad ve Mervan’in Ebu Kays ile yolları kendilerini Basra’dan Kuveyt’e götüreceklerine inandıkları bir insan kaçakçısının dükkanında kesişiyor. Sahne çöl, zaman ise Ağustostur. Sıcaklık kelimelerden yükselip okur tarafından hissedilebilir, sadece yaşayabilmek için topraklarından koparılan bu üç kahramanın çaresizlikleri de öyle.  Yazarın böylesine yoğun acıyı ajitasyon yapmadan nasıl anlattığını düşünüyor insan son sayfaya varınca, tabi önce nefes alabilmeyi başardıysa. Zira öylesine etkileyici bir son var ki boğulmamak elde değil.

​Ortadoğu “bataklığı” günlük hayatta dilimize pelesenk edilmiş bir kara propaganda. Kapitalizmin tuzaklarından biri olan “influence” devrinde günlük binlerce bilgi ile “influence” edilmek ancak hiçbirinin nedenini sorgulayacak kadar zaman tanımamak kimseye, toplumsal çöküşün sonuçlarından bir tanesi. İnsanlar Ortadoğu denilen coğrafya neden bataklık olarak anılır, halklar hangi şartlara zorlanır da ölmeyi ve aşağılanmayı göze alarak mülteci olmak zorunda kalırlar diye sorgulamıyor. Kanafani, bu gerçekliği kitabında özgün bir şekilde ele alıyor. Dili akıcı ve politik yönü ile de insanları düşündürmeyi başaran bir eser ortaya koyuyor. Kitap biterken okurun aklında “ölmek böyle yaşamaktan daha iyi mi?” sorusu kalıyor. Ölmek, çıkmak istemedikleri bir yolculuğa zorlanan kahramanların arkalarından gelenler için yol açmak pahasına göze aldıkları ufak bir detay gibi. Ve direniş böylece, ölüme mahkûm edilen topraklarda hayatta kalmaya çalışmak olarak kendini gösteriyor, bir kez daha.