Müslüm Kabadayı
Neolitik dönemde tarım ve hayvancılık alanındaki gelişmelerle birlikte sınıfların ortaya çıktığını, Sümerlerden başlayarak kent uygarlıklarının “köleci devlet”in alt ve üst yapısını meydana getirdiğini biliyoruz. “Sur” sözcüğünün de bu dönemin anahtarı olduğunu, böylece kaleler içinde güvenliği sağlanan kent zenginlerinin saraylarda yaşadıklarını da görüyoruz. Yemen, Mezopotamya ve Suriye coğrafyasında kurulan “Sur” sözcüğüyle ilgili kentlerin varlığı (Günümüz Lübnan’ındaki Sur antik kenti vd.) bunun kanıtıdır.
Suriye, tarihsel ve toplumsal bağlamıyla insanlık tarihinin çok önemli verilerini sunan bir coğrafya olarak hem yeni uygarlıkların oluşumuna ve bunların başka coğrafyalara yayılmasına vesile olmuş hem de farklı uygarlıkların kozlarını paylaştığı bir merkez haline gelmiştir. Yaygın bilinen iki örnekle bunu somutlamak mümkündür. Mısır ve Hitit uygarlıklarının klasik sömürgecilik, yayılmacılık politikalarının çatıştığı yer Suriye’dir ve burada yapılan Kadeş Anlaşması (M.Ö. 1274) “savaş”ın ekonomi politiğini yansıtması bakımından önemlidir. Arada aynı coğrafyada birçok savaş ve anlaşma yapılmıştır ama Mısır-Anadolu uygarlıkları ya da egemen sınıfları arasındaki sömürge-yayılma savaşları bakımından son büyük çatışma 1516-17 yıllarında Osmanlılarla Memluklular arasında Suriye coğrafyasında gerçekleşmiştir. Yemen-Mezopotamya-Suriye ve Anadolu coğrafyasında (Ön Asya) sınıflı toplumlarda yaşanan savaş, katliam ve yıkımlar kadar sömürü-işgale karşı direnişler ve zaferler de vardır. Mitolojik bir boyut da kazanan Demirci Kawa’nın diktatör Dehak’a direnmesi ve onu yenmesi, M.S. 3. yüzyılda Palmira Kraliçesi Zenobya’nın Roma işgaline karşı savaşması ve yenilmesi[1], 9.-10. yüzyıllarda Mezopotamya-Suriye coğrafyasında etkili olan Zenc isyanı ve Karmatiler[2], 12. yüzyılda Selahattin Eyyubi’nin ve 13. yüzyılda onun yeğeni Dayfa Hatun’un işgalcilere karşı bölgede yaşayan Arap-Kürt-Türk vd. halklardan direniş geliştirmeleri, Haçlı saldırısını püskürtmeleri ve zaferlerini devletle taçlandırmaları tarihsel olgulardır. Bugünkü tablonun birçok yönüyle benzerlik gösterdiği yüz yıl önceki Suriye merkezli Ön Asya gerçeğinden dikkate almamız gereken bir ortak direniş örneği de şudur: Geç ortaya çıkan Alman emperyalizminin saflarında 1. Paylaşım Savaşı’na katılan Osmanlı’nın yenilgiyi kabul etmesiyle birlikte Fransız işgalcilerine terk edilen Suriye coğrafyasındaki Cebel-i Nusayri’de Şeyh Salih El-Ali’nin önderlik ettiği bir direniş hareketi başlar. Aynı dönemde Fransız işgalinde bulunan bugünkü Hatay coğrafyasında da halk arasında “çete savaşı” denilen Kuvayi Milliye direnişi gelişir. Antakyalı bir öğretmen olan Nuri Aydın’ın (Konuralp) öncülük ettiği Kuvayi Milliyecilerle Lazkiye-Tartus bölgesindeki Arap Alevilerin yetiştirdiği Şeyh Salih El-Ali önderliğindeki direniş hareketi buluşur ve işgale karşı dayanışarak mücadelelerini sürdürürler. Bunun oluşmasını destekleyenlerin başında da Mustafa Kemal Paşa gelir ve Şeyh Salih El-Ali’ye özel silahını göndererek onu onurlandırdığı bilinir.[3]
Yukarıda dile getirdiğimiz işgale, klasik sömürgeciliğe karşı direnişlerin dinamiklerine baktığımızda iki unsurun belirgin olduğunu görüyoruz. Birincisi, sömürü ve zulme karşı direnen emekçiler; ikincisi de topraklarının işgaline karşı direnen ve bağımsızlığı hedefleyen yurtsever askerlerdir. Bu olgu, 20. yüzyıldaki direniş, yenilgi ve zaferler açısından da böyledir, bir farkla. 20. yüzyılın ikinci yarısında etkili ve başarılı olan BAAS’ın kurucuları ve ideologları Arap toplumundan yetişen yurtsever-laik aydınlardır. Hıristiyan Mişel Eflak, Sünni Selahaddin El-Bitar, Arap Alevi Zeki Arsuzi’nin öncülük ettikleri BAAS’ın “Birlik-Özgürlük-Sosyalizm” şiarı, I. Paylaşım Savaşı sonrası emperyalist devletlerin (özellikle İngiliz) Ön Asya’yı kendilerine bağlı sınırları cetvelle çizilen ülkelere dönüştürmelerine karşı kısa sürede etkili olur ve Irak’tan Mısır’a kadar Arap halkları arasında “diriliş”in öncüsü haline gelir. BAAS’çılar, 1963’ten itibaren Suriye’de, ardından Irak’ta yönetime gelirler. Yugoslavya’nın başını çektiği “Bağlantısızlar Hareketi”nin içinde yer alırlar ve Sovyetler Birliği’nin desteğini alarak 1966-1990 arasında toprak reformu, petrollerin kamulaştırılması, sulu tarım, elektrik enerjisi ve sanayide önemli hamleler yaparak ülkenin kalkınmasına, halkın eğitim-kültür düzeyinin yükseltilmesine katkıda bulunurlar. Sosyalizan uygulamaların kazanımları önemli olmakla birlikte eşitlik ve özgürlük alanlarında sorunların büyümesine de neden olur. Özellikle 1966’dan itibaren ittifak halinde çalıştığı Suriye Komünist Partisi, Nasırcılar Sosyalist Partisi, Suriye Milli Sosyal Partisi vd. siyasal örgütleri denetimine alarak etkisiz hale getirir.[4]
Bu ön bilgilerden hareketle bugün Suriye coğrafyasında yaşananları, emperyalist-kapitalist işgalin aldığı boyutları ve bölgenin geleceğine ilişkin öngörü ve önerilerimizi dile getirebiliriz.
Ön Asya’nın tarihi, kültürü, edebiyatı, siyasi durumu üzerine birçok makale, eleştiri, röportaj, günlük ve öyküler yazmış biri olarak daha çok Suriye üzerinde durduğumu belirtmek isterim. 2011’de bu ülkeye karşı başlatılan işgal süreciyle ilgili benimle söyleşi yapan şair Edip Yeşil’in sorularına verdiğim yanıta bakılmasını yeterli görürüm.[5] Emperyalist işgalin, ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist devletler, bunların Ön Asya’daki koçbaşı İsrail, yeni emperyalist devlet Rusya, NATO üyesi Türkiye ve dolaylı yoldan İran’ın mutabık kaldıkları bir çerçevede 27 Kasım’da başlayıp 8 Aralık’ta sonlanan operasyonla Suriye’nin işgale karşı direnen güçleri dağılınca, aynı gün WhatsApp’tan şöyle yazmıştım:
“1. Suriye devleti, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra BAAS’ın inisiyatifiyle gelişen sermayenin güçlenmesi çerçevesinde biçimlendi. Dolayısıyla emperyalist müdahale ve işgal sürecinin yoğunlaştığı 14 yılda bu sermaye, rant-kâr kaynaklarını genişletme konusunda açmaza girince, emperyalist ülkelerin tekelleriyle ilişkiler kurmaya başlamıştı ve son dönemde işbirliği yaptı. Dolayısıyla sermayenin vatanının olmadığını Suriye sermayesi gösterdi.
2. Emperyalist kuşatma ve işgalin yarattığı ekonomik ve siyasi bunalım yanında 2019’dan bu yana Suriye devletinin hakim sınıfı ve siyasal iktidarı, ülkenin ayağa kaldırılması yerine kaynakların tekellerde toplanmasına yol açtıkları için yoksullaşmanın ve emekçi halkın devletten, yönetimden umudunu kesmesine neden oldu.
3. Eski emperyalist blok olan ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist devletlerin koçbaşı İsrail siyonizmi üzerinden Ön Asya’nın yapısı değiştirilirken, Rusya’nın da yeni bir emperyalist devlet olarak pazarlık içinde olacağı ve konjonktürel çıkarları için BAAS yönetimini satabileceği öngörülmedi. Oysa kapitalist hiçbir devlet, emekçi halk için güvence olamaz. Bu bir kez daha görüldü.
4. Her şeye rağmen İsrail’in, dolayısıyla emperyalizmin bölgemizi parçalayarak ve emekçi halkları düşmanlaştırarak sömürme stratejisine çomak sokmanın yolunu bulmalıyız. Emperyalizme, işgale karşı olan tüm güçlerin birleşik mücadelesini örgütlemek zorundayız.
5. Suriye’deki son durum üzerinden Arap Alevilerin korku-kaygıları çok önemli. Türkiye sermayesinin siyasal rejimi Türkiye’deki tüm Alevi toplumuna bu korku ve kaygıyı yayarak mücadeleden uzaklaştırmak istiyor. Bu kabuğuna çekilme, Türkiye’deki çok az komünist-devrimci örgüt dışında umutsuzluk sola hâkim oluyor. Öncelikle bu umut krizini aşmamız gerekiyor.
6. Diğer görüş ve önerilerimi olgunlaştıkça paylaşacağım.”
Bu makalemi, 6. maddenin gereği olarak kaleme alıyorum.
Eşitlik ve özgürlüğün toplumsal yapıyı belirlediği ortaklaşmacı yaşamı benimsediğim elli yıldır, her yerde ve ortamda doğanın yağmalanmasına ve insan emeğinin sömürülmesine karşı mücadele etmeyi, emekçi halkımıza ve yaşam kaynağımız doğaya duyduğum sevginin, bağlılığın gereği olarak görev bildim. Dolayısıyla başta ülkemiz Türkiye olmak üzere tüm ülkelerdeki yaşamsal konulara duyarlı oldum. Ülkemizin ve bölgemizin geleceğini yakından ilgilendiren Suriye’nin işgali ve BAAS yönetiminin yıkılmasıyla ilgili gerçekleri tarihi ve diyalektik materyalist yöntemle değerlendirmek, geleceğe dair perspektif sunmak istiyorum. Çok kapsamlı ve boyutlu olan bu konuyu, yukarıda dile getirdiğim sosyal medyadaki açıklamam üzerinden özlü biçimde betimlemeye çalışacağım.
Öncelikle ülkemiz ve bölgemizde emperyalizme karşı bağımsızlık, işgale karşı direniş mücadelesi veren tüm siyasi yapılara, emekçilere, aydın ve sanatçılara çok saygı duyduğumu belirteyim. Emperyalizmin dayanağı olan kapitalizme karşı mücadeleyi başa yazanların ise yoldaşı olduğumun altını çizeyim.
Kapitalistleşme trenine çok geç katılmış Türkiye’nin 1946’dan itibaren ABD emperyalizmine bağımlı hale getirilmesiyle ve NATO üzerinden Ön Asya’nın jandarması rolü üstlenmesiyle hep dengelere oynayarak politikalar geliştirdiğini görmekteyiz. Özellikle Turgut Özal yönetimiyle “dışa açılan kapitalizm” stratejisi doğrultusunda Ön Asya ve Afrika’ya inşaat, tekstil, beyaz eşya sanayi alanlarındaki sermaye açılımı, son 20 yılda silah, çimento, maden, sağlık, teknolojik yatırımlarla gelişmiştir. Suriye’ye yönelik Beşar Esad’la kankalık yapılarak geliştirilen ekonomik-kültürel açılım, siyasal dayatmalarla (Lübnan halkının 1975-1990 arasında yaşadığı korkunç iç savaş benzeri bir iç savaşa, Suriye’nin dağılmasına yol açacağı bilinen) pekiştirilmek istenince sekteye uğramıştır. Çubuk bu kez Katar’a bükülmüştür. Neden bunları dile getiriyorum? Mart 2011’den 8 Aralık 2024’e kadar yaşananları dikkatle takip edenlerin bildiği gibi, Suriye’ye yönelik Türkiye sermayesinin emperyalist devletlerle bağlantılı biçimde belirlediği politikaların ne kadar etkin olduğu görülecektir.
Suriye’ye 2002’de, 2006’da ve 2010’da olmak üzere üç kez gittim. Bu gezilerimdeki izlenimlerimi, gözlem ve incelemelerimi kaleme aldığım yazılar yanında, söyleşilerle de dile getirdim. Son dönemde Suriye’deki sermaye sınıfının eğilimleri ve BAAS iktidarının bu eğilimlere göre izlediği politikalar üzerinden 2011’de başlayan emperyalist işgale karşı Direniş Cephesinin yenilebileceğine dikkat çekiyordum. BAAS’ın yarattığı sermaye sınıfının niteliğine dikkat çektiğim görüşümü kentteşim Prof. Dr. Mehmet Yuva’yla paylaştığımda, bu sermayenin ne olduğunu kanıtlamamı istemişti. Suriye’de yaptığım gözlem ve incelemelerden saptadığım gerçeği Mehmet Hocamız, kendisi yazmak durumunda kaldı:
“Türkiye’de okuyamayan başörtülü kızların imkan bulduğu yer oldu. Fethullah Gülen Cemaati şimdi FETÖ, hükûmetin Suriye ve Esad ile yaşadığı mümtaz ilişkilerin kanatlarında her yere sızdı. Şeker, demir, çimento, sigara, alkol, kahve ithalatı Esad ailesinin uygun gördüğü muteber tüccarlara tahsis edilmişti.
Tüm ordunun et ihtiyacı, giyim ihtiyacı Esad’ın çocukluk arkadaşları eski Savunma Bakanı Mustafa Tlass’ın oğulları Menef ve Firas Tlass’a tahsis edilmişti. Suriye bankalarını bir emirle milyarlarca krediyi üç şahıs arasında paylaşıyordu.
2011 olayları patlak verdiğinde tüm bu menfaatperverler Suriye’den kaçtı. Muhalif ve devrimci oldu. İtiraz eden, eleştiren BAAS kadroları tasfiye edildi. Ordu komutanları erken emekli oldu. Aydınları korktu sindi.
İlginçtir o tarihlerde liberalizm, serbest piyasa, dış yatırım, özelleştirme diyen Esad’ın yönetiminden hiç şikayetçi olmayanlar, Müslüman Kardeşler örgütü ve tarikatlardı. Zira Suudi hanedanlığı memnundu. Batı medyasında Esad ve eşi Esma için övgüler ilk sayfadan veriliyordu. Suriye’nin parlayan yıldızları, Hollywood artistleri gibi tanıtılıyordu.”[6] Bu süreçte giderek güçlenen sermaye sınıfı, işgal döneminde yeni kaynaklar biriktirmekle birlikte “dışa açılmak” için yaşanan sorunları aşmak, özellikle de yıkıma uğrayan ülkenin inşaat başta olmak üzere birçok sektöründe büyük kârlar oluşturacak yeni sermaye birikimi sağlamak amacıyla arayış içindeydi. Bu gerçeğin özünü aşağıdaki haber açık biçimde yansıtmaktadır:
“Suriye’de 8 Aralık sabahı HTŞ liderliğindeki cihatçıların Şam’ı ele geçirmesi ve geçiş hükümeti kurmasının ertesi günü geçiş hükümetinin ekonomi bakanı Basil Abdülaziz Suriye Ticaret Odaları Birliği Genel Merkezi’ne gitti, burada patronlarla bir araya geldi.
Suriye Ticaret Odaları Birliği ve Şam Ticaret Odası Başkanı Basil Hamevi’nin daveti üzerine yapılan toplantı sonrasında patron örgütü bir açıklama yayımladı, “yaşasın halk iradesi” diyerek Şam’daki cihatçı yeni yönetimi tebrik etti. Açıklamada ‘tüm tüccar ve sanayicilere yüce Allah’ın izniyle yapılan zafer ve kurtuluş sonrası anavatanları Suriye’ye dönme’ çağrısında da bulunuldu.”[7]
Sermaye sınıfının vatanın, dininin kâr-rant olduğunu gösteren bu tabloya baktığımızda neler görmekteyiz Suriye coğrafyasında? 8 Aralık’tan bu yana yaşananların gösterdiği ilk gerçek, eksik ve yanlışları bir yana işgale karşı direnen güçlerin yenilmesinin temel amacının Siyonist İsrail’in ve Batılı sermayenin yayılmacı-sömürgeci hedefinin önündeki engelleri kaldırmak olduğu anlaşılmıştır. 27 Kasım’a kadar ABD, Türkiye ve BM’nin “terörist” olarak nitelediği HTŞ’nin başını çektiği emperyalizmin koçbaşı devletine, beş yün üzerinde hava saldırısıyla Suriye’nin askeri ve sanayi kaynaklarını yok eden İsrail’e bırakalım karşı çıkmayı, tek düşmanlarının İran ve Hizbullah olduğunu açıklamışlardır. 8 Aralık’ta Suriye’nin başına getirilenlerin, başka kanıta gerek olmayacak biçimde ABD, AB ve İsrail’in hedeflerine hizmet edecekleri anlaşılmaktadır.
HTŞ yönetimiyle uzlaşan Rusya’nın çıkarları karşılığında İsrail saldırılarına da hiç ses çıkarmaması göstermektedir ki emperyalist devletler, hiçbir zaman bağımsızlık, eşitlik-özgürlük mücadelesi verenlerin gerçek dostu olamaz. Bu gerçek, Irak’ın işgalinden bu yana sırtını ABD emperyalizmine dayayarak yol alan Kürt güçleri için de öğretici olmalıdır. Emperyalist devletlerle işbirliği yaparak başta petrol olmak üzere kaynaklarını kapitalist piyasaya sunan Kürt sermaye gruplarının da, başta emekçi Kürt halkı olmak üzere bölgedeki emekçi Arap, Türkmen, Asuri, Arap Alevi halkların da hayrına olmadığı açıkça görülmüştür. Özal döneminden beri Türkiye sermayesinin bu çerçevede “bir koyup beş alma” politikasının Davutoğlu dönemiyle birlikte “Yeni Osmanlıcılık”a anlayışına dönüştüğü bilinmektedir. Bugün bu politikanın, emperyalizmin Siyonist İsrail’in yayılma stratejisine hizmet edeceği, “birlikte büyüyelim” tuzağının Türkiye’yi de parçalamaya dönüşeceği, yurtsever-sosyalist güçler tarafından yaygın biçimde dile getirilmektedir. Hatta, 27 Kasım’la başlatılan sürecin, İran’dan önce Türkiye’yi İsrail’e komşu yapmasının ülkemiz açısından tehlikenin boyutunu çeşitlendirdiğini ve zamanını hızlandırdığı da vurgulanmaktadır.[8]
Bu süreçte her yönüyle kaybeden tek ülkenin İran olduğu genel kabul görmektedir. İran rejiminin sosyo-ekonomik iç sorunları derinleşirken, İsrail’le stratejik ortaklığı olan Azerbaycan üzerinden İran’ın da çökertilmek istendiğinin altı çizilmektedir. Filistin’in özgürlüğü için mücadele yürüten Filistin halkının direnişinin soykırım saldırılarıyla kırılması, ardından Lübnan’ın, özellikle Hizbullah’ın yıkıma uğratılması, şimdi de Suriye’nin düşürülmesi kim(ler)in işine yaramıştır? Bu soruyu gerçekçi yanıtlayanlar, şimdi şu sorunun yanıtını oluşturmak durumundadırlar: “Emperyalizmin, Siyonist İsrail’in ve Ön Asya’daki sermaye güçlerinin sömürgeci, katliamcı, işgalci politikasına karşı nasıl bir strateji, program ve mücadele geliştirmek gerekir?”
Benim doğup büyüdüğüm topraklarda yüz yıl önce Antakyalı Öğretmen Nuri Aydın Konuralp’le Lazkiye-Tartuslu Şeyh Salih El-Ali’nin Fransız işgaline karşı başlattıkları ortak mücadele, bizim için önemli bir tarihsel dayanaktır. Bugün din-mezhep, etnik-aşiret-kabile aidiyeti üzerinden parçalanan milyonlarca emekçinin hem tek tek ülkelerdeki sermaye sınıflarınca hem de emperyalist devletlerce, şirketlerce sömürülmekten kurtarılmasını hedefleyen bir strateji geliştirmek gerekiyor. 8 Aralık sonrasında, Türkiye sermaye sınıfının çok ucuz işgücü olarak sömürdüğü Suriye kökenli emekçiler ülkelerine dönecek diye nasıl kaygılandığını dikkate aldığımızda, bu işçilerin Türkiyeli işçilerle bazı fabrikalarda ortak yaptıkları eylemlerin sınıf kardeşliğini geliştirdiğini görmekteyiz.[9] Bu deneyimler de sınıfsal dayanağımızdır.
İşgale, emperyalizme karşı yaşadığı toprakları, ülkelerinin bağımsızlığını savunan yurtseverlerle emeklerinin sömürülmesini ve doğanın yağmalanmasını ortadan kaldırmak, eşit ve özgür bir toplumda yaşamak isteyen işçi sınıfının ittifakını kurarak ortak mücadele cephesini kurmaktan başka bir yolun, emperyalizme yeniden bağımlı hale gelmenin ötesinde bir çözüm getirmeyeceğini yakın tarih göstermiştir. Emperyalist işgale ve emek sömürüsüne karşı ortak cepheyi yaratacak siyasi güçlerin, demokratik kitle örgütlerinin gündemine bunu taşımakla işe başlayalım.
[1] https://iskenderunses.net/kose-yazilari/ortadogunun-yararli-kalbi-palmira-262.html
2002’de görme-inceleme yapma olanağı bulduğum Palmira’nın tarihsel, kültürel ve siyasal önemiyle ilgili slaytlar eşliğinde birçok kentimizde söyleşiler yaptım. Kaleme aldığım makale, birçok gazete ve dergilerde yayınlandı. “Suriye Günlüğü” kitabımda yer aldı. 2015’te bu tarihi kentin, emperyalist devletlerin maşası IŞİD tarafından tahrip edilmesi üzerine “Çölün Gelini” öykü kitabım okurla buluştu. Merak edenler bu yayınlarıma bakabilirler.
[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Karmatilik
[3] Nuri Aydın Konuralp, Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Tarihi, Hatay Postası Basımevi, I. Baskı 1970, 2. Baskı 1996
[4] Mehmet Yuva, Esad’ı Deviren Esad-1, Aydınlık, 11.12.2024
[5] https://www.gazeteduvar.com.tr/muslum-kabadayi-milliyetcilik-ve-dincilik-birbirine-bagli-insanlari-her-zaman-bolmustur-haber-1536204
[6] https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/esadi-deviren-esad-1-498967
[7] https://dergi.sendika.org/sayi-11/mehmet-turkmenle-soylesi-gaziantepte-suriyeli-ve-turkiyeli-iscilerin-ortak-mucadele-zemini-nasil-kuruldu-598268
[8] Suriye gerçeğini bütün boyutlarını dizi yazı halinde inceleyen ve geleceğe ilişkin projeksiyon tutan https://haber.sol.org.tr/haber/suriye-dosyasi-3-yenilgide-esadin-gunahi-neydi-396721 dört dizilik yazının okunmasını öneriyorum.
[9]https://haber.sol.org.tr/haber/amana-foods-turk-ve-suriyeli-isciler-suriyeli-patrona-karsi-ortak-mucadelede-383377