Deprem Dosyası: Güncel Durum – Röportajlar

Ehlen ekibi olarak, depremin ağır bir bicimde yaşandığı Antakya bölgesindeki güncel durumu anlamak için konuyla ilgili STK’lara, araştırmacı ve aktivistlere önemli bulduğumuz bazı soruları yönelttik. Okuyucularımız için zengin bir dosya oluşturduğumuzu düşünüyoruz.

SORU 1- Depremin üzerinden yaklaşık 20 ay geçti ama bazı bölgelere baktığımızda deprem sanki dün olmuş! Birçok temel soruna çözüm üretilmemiş görünüyor. Gelinen son durumu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

CEVAP 1-

Hatay Deprem Dayanışması (HDD):

Depremin yaşandığı 6 Şubat gününden itibaren aslında 20 ay sonra ne yaşanacağını kestirebilmek mümkündü. 6 şubatta günlerce arama kurtarma için gelmeyen yetkililer sonrasında bu kentin sorunlarını da görmezden gelerek hareket etmiştir. Aradan geçen bunca zamanda maalesef ki hala enkaz kaldırma çalışmaları halk sağlığını olumsuz etkilemeye devam ediyor. Susuz ve kontrolsüz hiçbir güvenlik önlemi alınmadan yapılan yıkımlarla hasbel kader yaşamaya devam ediyor Hatay halkı. Geçici barınma koşullarının bile sağlanmadığı, yapılan TOKİ konutlarının denetlenmediği, depremde yıkılan onlarca okul ve hastanenin yerine tek bir okul tek bir yeni hastane bile inşaa edilmedi. Toplu ulaşım hala neredeyse yok denecek kadar az; çocukların okula gidiş gelişleri hala bazı bölgelerde otostop ile gerçekleşiyor. Emniyet müdürlüğü Antakya’nın en başarılı Anadolu lisesini işgal ederek faaliyetine devam ediyor. Kentin yeniden inşaası maalesef ki ranta talana emanet edilmiş durumda. Antakya’nın simgelerinden olan Büyük Parkının dibinde beton santrali kurulmuş, Samandağ da ise geçimini tarımdan seracılık tan sağlayan 3 mahalleyi çok kötü etkileyen bir alanda yine beton santrali ile insan yaşamını ve sağlığını hiçe sayıldığı gerçeği ile baş başayız. Büyük bir ekolojik yıkım yaratıyorlar. Asırlık zeytinler TOKİ’nin rantına heba ediliyor. Hatay da hala işsizlik ciddi bir sorun. Konteynerlarda faaliyet yürütmeye çalışan esnaflar oldukça kötü durumda. Yani 20 ayın sonunda Hatay halkı kendi kaderine terk edilmiş durumda. Yetkililerin hiçbir sorun alanına dair tek bir çözümü ve adımı yok.

İsmail Zubari:

Aslında hiçbir duruma gelinmiş değil. Yıkım vahşice hala sürüyor. İnsanlar toz ve sağlıksız koşullarda yaşamaya devam ediyor. Çözüm konusu rant odaklı olduğu için kalıcı bir çözüme ulaşılabilmiş değil. İlan edilmiş bir yol haritası bile yok. Bu yüzden insanlar ne yapacaklarını bilmiyor. Kendi adıma şunu söylemek isterim. Temel ihtiyaç maddelerini karşılamakta zorlanan birçok depremzede var ve bunların geleceği belirsiz. Konteyner kentlerde ne zamana kadar kalacaklar, temel ihtiyaçları ne zamana kadar karşılanacak? Bu konuda da bir netlik görünmüyor.

Tuğçe Tezer (Dr., Akademisyen):

Deprem bölgesinde en büyük yıkımı yaşayan kent olan Antakya’yı 2023’ün Şubat ayından beri belirli aralıklarla ziyaret ediyorum, Antakya’yla ilgili dahil olabildiğim tüm toplantılara katılıp, orada yaşamaya devam eden arkadaşlarımla düzenli olarak görüşüyorum. Yerel gazeteler ve gündeme ilişkin paylaşımlar yapan sosyal medya hesaplarını da düzenli olarak takip ediyorum. Gelinen aşamada Antakya’nın hiçbir konuda deprem yaşamış bir kentin depremden yaklaşık 20 ay sonra gelmesi beklenen aşamada olmadığını söylemeliyim. Afet sonrası kentin temel bileşenlerinden olan geçici barınma alanlarının ilk dört-beş aylık süreçte sosyal tesisleri, eğitim ve sağlık olanakları, erişim ve altyapı imkanlarıyla sağlanmış olması gerekirken bugün maalesef çadır, konteyner, sera ve az hasarlı konutlarda, erişim zorluklarıyla yaşamın devam ettiğini görüyoruz. Enkaz kaldırma çalışmalarının yapılma yöntemi ve hızı, halk sağlığı ve doğal alanlara kalıcı olması muhtemel büyük zararlar verdi. Bazı planlama çalışmaları yapılmakta olsa da; bütünsel, sürdürülebilir, afete dirençli ve engelsiz planlama açısından birbiriyle uyumlu ilerleyen bir süreçten bahsetmek mümkün değil. Bu sırada doğal alanlarda TOKİ konutları inşa edildi ve edilmeye devam ediyor. Kalıcı konutlar için çok sayıda taş ocağı ve beton santrali ruhsatı verilmiş olması, bu alanların yer seçimi koşuları, halk sağlığı ve doğal alanların sürdürülebilirliği açısından oldukça büyük sorunlara yol açabilir nitelikte. Eğitim ve sağlık faaliyetleri hala büyük ölçüde konteynerlerde devam ederken, güvenli ulaşım, temiz içme suyu ve güvenli gıdaya erişim, üretim faaliyetleri, çalışma olanakları ve mekanlarının durumu açısından Antakya halkı bugün hala büyük sorunlarla karşı karşıya. Üstelik geldiğimiz aşamada, halk depremden sonraki birkaç aya kıyasla çok daha yorgun, belirsizlikler ve kentteki güvenlik sorunları çoğaldıkça daha endişeli hâlde.

Taylan Koç (Dr., Akademisyen):

Bu durumun bana göre temel nedeni, devletin deprem bölgelerini yeniden yapılandırma meselesini öncelikleri arasına almaması. Hal böyle olunca da iki farklı durum meydana geliyor. Birincisi yeterli düzeyde kaynağın bu bölgelere aktarılması sağlanmıyor, ikincisi ise bu bölgeleri yeniden yapılandırma işi taşeron müteahhitlik firmaları aracılığı ile ve kâr hırsı ön planda tutularak sağlanmaya çalışılıyor. Yani deprem bölgeleri yeni rant alanları olarak görülüyor ve bir tür kazanç kapısı yaratılmaya çalışılıyor. Tüm bunlar ise bu bölgelerde yaşayan halkın depremin yaralarını hala ilk gün gibi hissetmesine neden oluyor.

Gelinen son aşamada hala yerinde sayan ve bin bir türlü belirsizlik içinde bir bölge var. Halkın bu bölgelerde en temel sorunlarının bile henüz kalıcı bir çözüme ulaşmamış olması ortada sosyal anlamda tümüyle yetersiz bir devlet olduğunu çok açık bir biçimde gösteriyor. Oysa ülkenin heba edilen veya belirli kesimlere aktarılan kaynaklarının yarısından azı bile deprem bölgelerini aradan geçen bunca zaman içinde kalkındırmaya yeterdi.

Fikret Abacı (Avrupa Arap Alevi Federasyonu Başkanı):

Depremi yaşayan biri olarak şunu söyleyebilirim: deprem sonrası ve bugünkü durum arasındaki fark, hasarlı evlerin yıkımlarının seyrekleşmesinden başka bir durum değişikliği bulunmamaktadır.  Yıkım için burada bulunan şirketlerin hepsi binalardaki demire göz diktiler. Demirleri ayrıştırılan hiçbir binanın parseli molozlardan arındırılmış değil. Bilhassa yağmur yağışı sonrası yollarda, her tarafa savrulmuş molozlardan dolayı göletler oluşuyor, demir ve çivilerden tekeri hasar görmeyen araba yok! Yollarda, toplu taşıma araçlarında hasarlar büyümekte; su-elektrik kesintileri, İletişim sistemleri ve alt yapılarında sorunlar kendini korumaktadır.

Nihat Çay (Sanatçı-Eğitimci):

Diğer illerde durum ne tam olarak bilemiyorum, konut ihtiyacının çoğunlukla çözüldüğü söyleniyor.  Hatay’da yıkımın olduğu bölgeler büyük bir şantiyeye dönmüş durumda. Samandağ için kısmi çalışmalar var ancak depremzedelerin sorunları çok, başta konut olmak üzere. Bu konuda maalesef eksiklik olduğu bir gerçektir.

Müslüm Kabadayı (Yazar-Eğitimci):

Doğal bir afet olan deprem, bugün insanlığın ulaştığı teknolojik ve bilimsel aşamaya göre, yapıların yıkımıyla insanların ölümüne, hele 6 ve 20 Şubat’ta ülkemizde gerçekleşen son depremdeki gibi büyük katliama kesinlikle yol açamaz. Bunu en büyük depremlerin yaşandığı Japonya’dan biliyoruz. Demek ki, bilim ve teknolojiyi Türkiye sermayesi, depremin yıkımını önlemek için sonuna kadar kullanmak yerine, 17 Ağustos 1999 depreminden sonra çıkarılan deprem yönetmeliğinin gereklerini yerine getirmediği gibi “imar barışı” gibi bilim ve yaşam hakkına aykırı uygulamayla, deprem için toplanan vergilerin otobanlara, köprülere aktarılmasıyla kamusal suç işlemiştir. 2001 krizinden bu yana enerji yasası başta olmak üzere madenler, ormanlar, meralar, zeytinlerle ilgili çıkarılan yasalar veya mevcut yasalarda yapılan değişikliklerle extraktivizm (kazıcılık) denen doğanın yağmalanmasına dayanan bir sermaye birikimi hedeflendiğinden, deprem bile “fırsat”a dönüştürülerek taş ocakları ve hazır beton santrallarıyla inşaat tekellerinin kârına kâr katılmaktadır. Bunu, depremden sonra Hatay Valiliği’nin ÇED raporu aranmadan bu tesislerin kurulmasının önünü açmasıyla 60                 civarında yeni taş ocağı ve santralın faaliyete geçirilmesi örneğiyle somutlayabiliriz. Özellikle ruhsatsız olduğu için Samandağ Belediyesi tarafından mühürlendiği halde okulun, üç mahalle halkının, işyerlerinin bulunduğu bir alanda kurulan hazır beton santralının 3 aydır çevreye zehir saçtığı ve buna karşı halk, sağlıklı yaşam hakkı için eylem yaptığı halde bu santralın kapatılmaması çok düşündürücüdür. Aylardır basın-yayın organları aracılığıyla sağır sultan bu halk ve yaşama hakkı düşmanı uygulamayı duyduğu halde, Samandağ Kaymakamlığı başta olmak üzere ilgili kamu kurumlarının gereğini yapmaması, çok daha vahimdir. Halkın sağlığını ve hayvan-bitkilerin var olma hakkını, gözü paradan başka bir şey görmeyen bir avuç parababası için hiçe sayan bir rejim yürümektedir. Aynı biçimde Altınözü’nde yapılmak istenen hazır beton fabrikasına karşı köylülerin ayağa kalkması sonucunda bu doğa düşmanı girişimden vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Halkın mücadelesinin başarıya ulaştığı İskenderun Akçay ve Arsuz’un Hüyük köylerindeki direniş önemlidir. Bunlardan ders çıkarılması gerekiyor.

Ceyhan Çılğın (Şehir Plancısı):

Deprem bölgesi uzun zamandır Türkiye’de depremi doğrudan yaşamamış kamuoyunun gündeminde değil. Seçimler, “değişim” meseleleri, “normalleşme” tartışmaları arasında deprem bölgesi görünmez hale geldi. Depremden sonra arama-kurtarma faaliyetlerinin ardından yapılması gereken en önemli iş, nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulmasıydı fakat henüz arama-kurtarma faaliyetleri sürerken kalıcı konutların yerleşeceği alanlar siyasetçiler eliyle önlerine aldıkları kağıtlara rastgele çizilmeye, Türk Tasarım Vakfı gibi çeşitli aktörlere kentler yeniden tasarlattırılmaya başlandı. Tüm bunlar kamuoyunun, kalıcı konutları öncelikli tartışma konusu yapmasına, nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulmasına dair ortak bir talep oluşturulamamasına neden oldu. Bugün deprem bölgesinde yaşanan sorunların en önemlilerinden biri, gündelik hayatın hane halkı ihtiyaçları bakımından olağan haline dönememiş olmasıdır. Barınma, yiyecek, giyecek, sağlık hizmetlerine vs. temel hizmetlere erişemeyen ya da yeterli düzeyde faydalanamayan insanların, deprem sonrasına ilişkin birçok başka sorun gibi kentlerin yeniden onarımına ilişkin süreçleri düzenli ve gerektirdiği düzeyde takip edebilmesi oldukça zor. Nitekim deprem bölgesinde yerel haber kaynaklarını takip ettiğimizde, birçok hususun kamuoyunun gündeminde yer bulmadan geçip gittiğini ancak aylar sonra görebiliyoruz. Tüm bunlara ek olarak, deprem sonrasında OHAL ilanıyla ve bu ilanın sona ermesini takip eden aylarda meclisten geçen yeni yasal düzenlemeler, kamuoyu takibini zorlaştırıcı çeşitli hükümler içeriyor. Kalıcı konut ihaleleri bunun en belirgin örneklerinden. Bu konutların nereye, nasıl yapılacağını, konut tipolojilerini, oluşturulacak yerleşimlerin niteliklerini öğrenmemiz mümkün değil. Bakanlık ya da Kentsel Dönüşüm Başkanlığı, az hasarlı ve hatta hasarsız yapıları kimi zaman bu yapılardan karot dahi almadan “yıkılacak derecede riskli yapı” kabul edip, kapılarına tebligatlar asıyor. Kamu idarelerinin bu uygulamalarına itiraz etmek, dava açmak gibi hak arama çabalarının süreleri yasa değişiklikleriyle kısaltıldı. Tüm bunların çözümü için ilk elden şunu söylemek mümkün: Deprem bölgesinde yaşamayanların deprem bölgesinde yaşayanların nitelikli geçici barınma alanlarında yaşama taleplerine dair seslerini çoğaltacak dayanışma pratikleri sergilemeleri gerekiyor. Çünkü kamu idarelerinin vurdumduymazlığıyla bireysel olarak mücadele etmek mümkün değildir. Taleplerin, ortaklık içeren itirazların görünür olabilmesi ancak bir arada durmakla mümkün.

Sabahat Aslan (Mersin Çevre ve Doğa Derneği Başkanı):

Ülkemizin kamu yararı olmayan, ranta dayalı politikalarla yönetilmesinden kaynaklı Kahramanmaraş depremi afete dönüşmüştür. Afetin getirdiği sorunları, bu politikalar uzun sürede çözemeyecektir. Kentin sorunları halktan yana ve kamu yararı içeren politikalarla ancak çözülebilir.

Barış Can (Araştırmacı-Yazar):

Depremin ilk 4 gününde yokmuş gibi davranan devletin, siyasal erkin, şu ana kadar temel sorunların çözümü konusundaki tutumu varmış gibi görünmesinden ibarettir. Varmış ile yokmuş arasında görünmesinde kategorik olarak bir fark yoktur. Karşımızda hamasetten öte bir şey yoktur.

Geçici barınma problemlerini insanlar kendi kendilerine çözmeye çalışmakta, kendi mülklerinde bile yaptıkları geçici yapılara elektrik verilmesi engellenmekte, hatta bu konutların kaçak olduğundan hareketle yıkımı talep edilmektedir. Devletin yapması gerekeni kendi başına yapmak zorunda kalan vatandaş cezalandırılmaktadır. Belki de en önemli konulardan biri olan çocuklarımızın eğitimi konusunda iki eğitim yılı geçmesine rağmen maalesef ki hiçbir mesafe alınmamıştır. Gene aynı binada birden fazla okul eğitim yapmaktadır. Ders saatleri kısaltılıp, öğrenciler sabahın köründe getirilmekte, öğlen gelenler öğrencilerde yatmaları gereken saatlerde ancak evlerinde olabilmektedirler. Sağlık konusunda ise acil bir durumda maalesef yaşama ihtimalinizin bulunmadığının bilinciyle buralarda yaşanmaktadır. Yani insanlar bilindik bir şekilde kaderleriyle baş başa bırakılmış ne barınma problemine, ne sağlık ne eğitim, ne ulaşım, ne elektrik, ne de su gibi temel ihtiyaçlara çözüm üretilmiştir. Bu durum insanların bir nevi adı konulmamış zorunlu göçe mecbur bırakılmasını akıllara getirmektedir.

SORU 2- Egemen kimliğin dışında yer alan toplulukların yaşadığı bölgelere kamu hizmetlerinin götürülmesi ile ilgili çok sayıda ciddi problem kendini göstermektedir. Bu bağlamda Antakya’ya yönelik olarak da özel bir politika olduğu, bilinçli bir ayrımcı siyaset yürütüldüğü yönünde çeşitli eleştiriler yapılıyor. Bu konuda siz ne düşünmektesiniz?

CEVAP 2-

HDD: Depremin üzerinden aylar geçmesine rağmen halen kamu hizmetlerine ulaşılamaması hem yerel yönetimler hem merkezi yönetimin en temel sorunları çözmede etkili olmaması, etkin oldukları ilçelerin merkezi hükümete yakın olmalarının bir tesadüf olmadığı görülmektedir. İktidarın özellikle Hatay’ın mahzun kalmasının nedenini kendisinin de oy vermediğiniz için hizmet gelmedi demesiyle göstermektedir. Başka ilçelerde en temel barınma hakkı sorunu devam etmesine rağmen ev teslimleri yapıldı tamamı olmasa da, fakat Samandağ gibi bir ilçede henüz tek bir ev bile teslim edilmedi. Doğal olarak insanların bunun açık bir ayrımcılık olduğunun farkında.

Zubari: Ayrımcılık konusu yeni değil. Özellikle Hatay’da yıllar önce oluşturulan yeni ilçelerin sınırlarına baktığınızda bunu çok rahat görebilirsiniz. Mesela İskenderun merkezinin içinde yer alan Karaağaç, 30 km uzaklıkta bulunan Arsuz’a bağlanmış. Aynı şekilde Antakya merkezin içindeki mahalleler sokak sokak ayrıştırılarak Defne diye uydurdukları bir ilçeye bağladılar. Bunun yanında hizmet alanında büyük bir ayırım söz konusudur.

Burada bir kimliksizleştirme politikası yürütüldüğünü düşünüyorum. Çok basit bir örnek vereyim. Köy, mahalle, ilçe, kent gibi yerleşimlerin sınırları belirlenirken genellikle doğal oluşumlar göz önünde tutulur. Yani bir dere, nehir, dağ veya farklı bir yapı gösteren yerler dikkate alınarak sınırlar belirlenir. Oysa Defne ilçesine baktığımızda ilk başta anlattığım sokaklar dışında çok daha bariz bir hata var. Normalde Asi Nehri ve Karaçay deresi doğal bir sınır oluşturur. Ancak Aknehir beldesine (Artık mahalle) geldiğimizde sınır Nehri geçerek Aknehir’i içine alır. İşin garip tarafı Aknehir Samandağ’a daha yakın ve St. Simon manastırı bu sınırlar içinde. Bunun ne önemi var diye düşünen olursa şunu ifade etmek isterim. Samandağ’ın adı St. Simon’dan gelir. Yani 1948 yılında Türkçeleştirme politikası gereği Süveydiye olan ilçemizin adı değiştirilirken atıf yapılan isim St. Simon’dur. O zamanlarda geleneksel olarak Seman diye bilinirdi. Seman Hıristiyanlığı çağrıştırdığı için Seman’ı Saman yaptılar. Yoksa sebze meyve cenneti ilçemizin adını niye Samandağ koysunlar ki?

Tezer: Depremi Antakya’da yaşamış olan nüfusun büyük bir kısmı, depremden sonra arama-kurtarma çalışmaları başta olmak üzere, enkaz kaldırma süreçlerinde, geçici barınma alanlarının oluşturulmasında, doğal alanların moloz döküm sahalarına dönüştürülmesinde ve deprem sonrası diğer süreçlere dair birçok ihmalden, bir tür yalnız bırakılma hissinden bahsediyor. Afetin büyüklüğü ve yayıldığı coğrafi ölçek düşünüldüğünde, resmî kurumların tüm yardım ihtiyacına yetişememesine anlayış göstermek istense dahi, ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarının farklı kaynaklarda öncelikle arama-kurtarma çalışmalarına katılmak konusunda karşılaştıklarını ifade ettikleri engellemeler, yalnız bırakılma ve ihmal ihtimalleri açısından düşündürücü. Kadim bir şehir olan Antakya, yüzyıllardır coğrafi açıdan ayrıcalıklı konumunun yanı sıra -tarihsel süreçte bazı değişiklikler geçirse de- farklı kültürlerin bir arada barış içinde yaşadığı, aynı zamanda toplumun politik kapasitesinin gelişmiş olduğu bir kent olarak bilinir. Antakya nüfusunun bu özel nüfus kompozisyonunun bozulmasından endişe etmesinin ise tarihsel geçmişe dayanan sebepleri mevcuttur. Bu nedenle, öncelikle nüfusun deprem sonrası kentin kalıcı koşulları oluşana kadar yaşayabileceği geçici dönemin asgari koşullarının barınma, çalışma, eğitim, sağlık, sosyal ve kültürel, erişim ve ulaşım, güvenlik, temiz içme suyu ve güvenli gıda konularını içerecek şekilde sağlanamamış olması, Antakya’nın (deprem öncesi) mevcut nüfusunun burada yaşamını sürdürebilmesinin önünde engel teşkil ediyor ve depremle beraber başlayan Antakya’dan başka şehirlere göç hareketi bugün de devam ediyor. Geçici barınma alanları henüz sağlanmamışken kalıcı konutların inşa edilmeye çalışılması, tamamlanan konutların “hak sahipleri”ne kura yoluyla dağıtılması ise mevcut nüfus için önemli olan komşuluk ilişkileri ve gündelik hayat açısından endişeleri beraberinde getiriyor. Depremin en çok etkilediği yer olmasına rağmen Antakya, geçici dönem yatırım ve destekleri açısından deprem bölgesinin geri kalanıyla aynı şekilde ele alınıyor. Depremden sonra Antakya’da kamu, özel sektör ve sivil toplum olanaklarıyla pek çok şey yapılmış olsa da, afetin Antakya’daki ölçeği düşünüldüğünde yapılanlar, ihtiyacı karşılamaktan uzak görünüyor. Bu durum, Antakya’da halkın deprem sonrası süreçlere ilişkin yeterince bilgilendirilmemesi ve belirsizliklerle birleştiğinde, halkın bir ayrımcılığına maruz kaldığına ilişkin düşüncesini anlaşılır buluyorum.

Koç: Bu konuda yapılan eleştirilerin büyük oranda doğru olduğunu söylemek mümkün. Zira bu durum, depremin ilk günlerinde de kendini göstermişti. Antakya’ya depremden sonra ilk 3 gün neredeyse hiçbir kamu yardımının yapılmadığını herkes biliyor. Ancak depremin üzerinden biraz zaman geçtikçe bu özel muamele yerini başka bir tür özel muameleye bıraktı bana göre. Depremin yaşandığı diğer illerde yetersiz de olsa kimi yeniden yapılandırma faaliyetleri başladı. Hatta bazı yerlerde kalıcı konutların az da olsa teslim edildiğini dahi gördük. Ancak Antakya’ya baktığımızda hala sürekli değişen rezerv alan bölgeleri, hala tamamlanamayan planlama faaliyeti, nüfusun homojenliğini kırmak için özel olarak ortaya konan kimi yerel uygulamalar görüyoruz. Özellikle Arap Alevilerin yaşadığı bölgelerde bu belirsizliklerin daha da yoğunlaştığını ve nüfusun bölgeyi terk etmesi için açık bir çaba sergilendiğini söylemek yanlış olmaz.

Abacı: Ayırımcı siyasi tutum yıllardır mevcut. Deprem sonrası yaşanan süreç ayrımcılığı teyit etmiş durumda. Kamuoyu ile gelişmelere dair paylaşılan bir şey de yok.

Çay: Antakya ve civarı için sistematik bir ayrımın olduğunu söylemek konusunda tereddüt içindeyim ancak konut vb. ihtiyaçlarla ilgili hizmetin geciktiğini söyleyebilirim. Özellikle Samandağ bu konuda en mahrum olan bölge konumunda. Bilinçli mi farklı etkenler mi bilemiyorum. Konut imarı konusunda henüz yeterince teslim edilmese de adımların atıldığını gözlemleyebiliyoruz.

Kabadayı: 6 ve 20 Şubat depremlerinde Hatay özelinde en çok Antakya, Defne, Samandağ, Kırıkhan, İskenderun ve Arsuz ilçelerimizin yıkıma uğradığını biliyoruz. Etnik ve dinsel ayrıma başvurularak bazı uygulamaların yapıldığına dair kamuoyuna yansıyan haberlere de vakıf olarak şunu vurgulamakta yarar var: Deprem yıkımının büyük olduğu mekanlardan başka kentlere çok fazla göç olduğu için gerek TOKİ konutlarının yapılacağı alanların saptanmasında gerekse risk-rezerv alan dayatmalarında en zayıf halkanın öne çıkarıldığını görüyoruz. Söz konusu “zayıf halka”, hem büyük rant sağlamak hem de orada yaşayan tüm halkı, özellikle depremzedeleri kendi aralarında kutuplaştırmaya uygun olanlar anlamında vurgulamak isterim. Zayıf halka görülmesine karşın, özellikle Arap Alevi halkın yaşadığı yerlerden gelen güçlü tepkiler nedeniyle bazı uygulamalardan vazgeçmek zorunda kalındığını da biliyoruz. Şunu unutmamak gerekir: Sermaye, her zaman büyük kâr edeceği alanlara ve sektörlere yönelir. Bakınız taş ocakları ve hazır beton sektörü deprem bölgesinde büyük kâr getirdiği için, son birkaç ayda Antakya-Yayladağı yolu üzerindeki dağlar delik deşik edilmeye başlandı. Temiz havası, zeytinciliği, tahıl ve hayvancılığıyla geçimini zor koşullarda sağlayan Yayladağı halkının tepkisi üzerine Belediye Meclisi, bu işletmelerin önüne geçileceğine dair karar alma gereği duydu. Altınözü’nün verimli topraklarına zarar verecek beton fabrikasının iyi ki önüne geçildi. Aynı acı tabloyu, insan sağlığının tehdit edilmesi yetmiyormuş gibi narenciye bahçelerinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelindiği İskenderun-Dörtyol arasındaki taş ocaklarıyla sanayi tesislerinin yol açtığı çevre yıkımında görüyoruz.  Dolayısıyla buradan çıkarmamız gereken ders, bir avuç patronun kasaları dolsun diye yok edilmek istenen sağlıklı çevrede yaşama hakkımızı korumak için tüm Hataylıların birlikte mücadelesini örgütlemek ve bu kötülüğe dur demektir.

Çılğın: Antakya’da, Defne’de, Samandağ’da görüştüğüm çok sayıda insanın, deprem sonrası arama kurtarma faaliyetlerinden, temel insani ihtiyaçların temininden, geçici barınma alanlarının oluşturulmasından ve bugün devam eden kaostan bahsederken ayrımcılığa maruz kaldıklarını söylediklerini çok kez duydum. Deprem bölgesine bir bütün olarak baktığımızda bu sorunların aynı sırayla kendini diğer şehirlerde de gösterdiğini görüyoruz. AFAD’ın süreci koordine etmekte başarısız olduğu, sivil inisiyatiflerin bölgeyle dayanışma çabalarının çeşitli engellerle karşılaştığı süreç diğer kentlerde de yaşandı. Antakya’da depremden bugüne yaşanan sorunların önemli bir kısmını Adıyaman’da, Maraş’ta görmek mümkün. Nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulamamış olması, rezerv yapı alanları kararları karşısında muhatapsız bırakılma ve sair meseleler deprem bölgesinin ortak sorunu. Ama elbette yıkımın en yoğun olduğu Antakya’da bu sorunlar çok başka bir düzeyde yaşanıyor. Şunu tarihsel olarak okumak mümkün: Antakya onlarca yıldır egemen siyaset yaklaşımının kalkınma hamlelerinin önemli ölçüde dışında kalmış bir yer. Bu gerekçeler bir araya gelince “ayrımcılığa maruz kalma” hissinin oluşması doğaldır. Belediyesinden Bakanlığına kadar kamu idarelerinin, deprem bölgesinin tamamında “muhatapsız bırakma” tavrından vazgeçmesi, şeffaf bir şekilde kamuoyunu bilgilendirerek süreç işletmesi gerekiyor. Aksi halde ayrımcılığa maruz kalmak gibi, dışlanmışlık gibi hisler, kalıcı hislere dönüşebilir.

Aslan: Bu görüşe katılıyorum. Depremden önce de yıllarca Hatay’da yaşayan, egemen kimliğin dışındaki kimliğe sahip insanlar her türlü ayrımcı politikalara maruz kaldı ve ötekileştirildi. Deprem afeti sırasında ve sonrasındada bu ayrımcı politikalarla ötekileştirilen insanlar yeterli hizmeti alamadı ve halen temel hakları olan hizmetleri almamaya devam etmektedir. Egemen politikalar, depremde bile ayrımcılık yaparak binlerce insanı enkazın altında öldürdü.

Can: Aslında bu bir eleştiri değil, tarihsel bir gerçekliğin deprem vesilesiyle en çıplak haliyle görünür olmasıdır. Deprem zamanında devletin ‘yokluk’ meselesini, ‘varlığı’ meselesi üzerinden tartışmak daha doğruydu. Çünkü tek başına ‘devlet yoktu’ demek tarihsel gerçekliğin üstüne perde çekmektir. ‘Devlet vardı’ ama tarihsel olarak misyonu gereği ‘devlet yokmuş’ gibi davrandı. ‘Devletin yokmuş’ gibi davranma durumu, rejimin niteliği ve tercihleriyle ilgilidir.  Burada yaşayan insanlar, tarihsel olarak baktığımızda inanç biçimi olarak, ötekileştirilen, asimilasyonu için politikalar üretilen, yok edilmesi vacip görülen bir kimlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu, kendini merkezde tanımlayan hegemonik olanın, yani Ortodoks olanın, kendince sapmış azınlıkta kalanı yani heterodoks olanı yok etme çabası olarak da okuyabiliriz. Dolayısıyla bu tarihsel gerçekler ışığında baktığımızda bu makbul olmayan vatandaşlara makbul vatandaşmış gibi muamele edilmesini, deprem sonrası ayrımcı politikalar üretilmemesini beklemek en afif tabirle büyük bir saflıktır. Kaldı ki deprem, yok edilmesi vacip olanın yok edilmesine, bir de asimilasyona, demografik yapının değiştirilmesine, yani yüzyıllar boyunca yapılmaya çalışılana olanak sağlıyor. Siyasal iktidar da bunu elinin tersiyle itmedi, bunu kullandı. Ve hala kullanmaktadır.

SORU 3- Rezerv alanı tartışmaları da önemli bir konu Antakya’da. Bu konuda depremzedeler, aktivistler ve muhalif politik gruplar arasında da bir netlik yok gibi, bu konuyu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

CEVAP 3-

HDD: Rezerv alan yasası aslında tam bir rant ve talan yasası. Bizler kentin yeniden inşasının kesinlikle bütüncül bir plan ve projeyle devlet eliyle yapılması gerektiği konusunda hem fikiriz. Depremzedelere bedelsiz konutların sağlanması konusunda da. Ancak bunun yolu zaten mağdur olan her şeyini kaybetmiş olan depremzedelerin parsellerine, sağlam evlerine el koyup orada yapılacak evleri halkı borçlandırarak halka ev satmak değil. Depremin ilk aylarından hemen sonra yetkililer evleri az ve orta hasarlı olanlara güçlendirme ve tadilatınızı yapın evlerinize geçin dediği gerçeği ortadayken elinde avucunda olan bütün parayı hatta banka kredileri de kullanarak evine geçen insanlara evleriniz rezerv alanda çıkın yıkılacak deniyor. Bunu kabul etmek mümkün değil. Yasada o kadar muğlaklık var ki hiçbir şey net değil. Net olan tek şey büyük bir mağduriyet sağlayacakları. Zaten her şeyini kaybetmiş insanlar ayrıca borçlandırma tehlikesi ile karşı karşıya. Mahallelerin demografik yapısının da değişime uğrayacağı ap açık ortada. Aylardır halk buna karşı direniyor. Kentin yeniden inşasında halk görmezden geliniyor; bilim insanları da! Hatay, sadece gözü dönmüş rant ve talan dışında bir kaygı hissetmeyen inşaat şirketlerine peş keş çekiliyor.

Zubari: Rezerv uygulaması, felaketi fırsat bilip halkın malına çökme projesidir. Evet belki daha planlı bir şehir -o da kısmen- inşa edilecek ama bu, halkın malına çökmeden bütün bir şehri kapsayan yeni imar planıyla yapılabilirdi. Rezerv alanı dışında kalan yerlerde hiç deprem olmamış gibi eski imar planı olduğu gibi korundu. Hatta Samandağ’da deprem sırasında askıda olan imar planı depremden sonra kaldığı yerden tekrar askıya çıkarılarak yasalaştı. Bu plana uyan da yok. Hala yol terk ve arka bahçe mesafeleri bırakılmadan inşaatlar yükselmeye devam ediyor… Denetim karmaşası var. Belediye ve diğer kamu kurumları görevini layıkıyla yerine getirmiyor. Kaçak yapılaşma, betonarme binalar her yerden yükseliyor. Denetim sadece ceza kesmekle yapılıyor. Halbuki cezadan önce toplum ve aile sağlığını ön planda tutan bir yaklaşım söz konusu olmalı. Temiz ve sağlıklı bir şehir inşa etme konusunda irade sahibi olunmalıdır.

Tezer: Depremden sonra Antakya’da planlama ve yapılaşma koşullarını ilgilendiren birçok yasal süreç ve tanım gündeme geldi. Deprem bölgesinde OHAL ilanı ve ardından 126 no’lu kararnameyle başlayan süreçte, 6306 sayılı yasa kapsamında Antakya’nın tarihi merkezinde “afet riskli alan” ilanı, ardından Asi Nehri’nin batı yakasında “rezerv yapı ilanı” gibi tanımlarla karşılaştık. Depremin Antakya’nın yapılı çevresinin yaklaşık olarak %85’ine büyük bir hasar verdiği düşünüldüğünde, yapıların ve kentsel altyapının onarılması için bazı araçlar geliştirilmesi anlaşılır olmakla birlikte; özellikle riskli alan ve rezerv alan tanımları, Antakya başta olmak üzere büyük endişelere neden oldu. Bu endişelerin temel kaynağını, daha önce farklı kentsel dönüşüm süreçleri kapsamında yapılan rezerv alan ilanlarını takip eden mülksüzleşme ve yerinden edilme ihtimalleri oluşturuyor. Öte yandan bu süreçte farklı iletişim kanallarında görülen “rezerv yapı alanı” sınırındaki değişiklikler, uygulama stratejilerinin belirsizliği gibi konular da, yerel halkın endişesini artıran unsurlar. Bu endişe ve kenti/kendilerini gelecekte nelerin beklediğini öğrenme ihtiyacı ise, rezerv alan ilanına karşı hukuki davaların yanı sıra Antakya’nın farklı mahallelerinde toplantılara, mahalle topluluklarına, dayanışma çağrılarına dönüşüyor. Bu açıdan yerel halkın mülkiyet ve barınma hakkı taleplerini geliştirmek için, özellikle 6306 sayılı yasa kapsamında on yılı aşkın yapılan uygulamalar konusunda teknik ve hukuki bilgiye sahip olan uzmanların desteğine ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Koç: Kanımca rezerv alan uygulaması yeni ve gerçekten devasa boyutları olan bir rant kapısı. Özellikle belirli kesimlere sermaye transferinin bir aracı olarak yereldeki unsurları tasfiye etmeyi önceleyen bir içeriğe sahip. Bu uygulamanın ileride çok ciddi demografik ve ekonomik sonuçları olacağını düşünüyorum.

Devlet eliyle el konulan veya konulacak olan taşınmazların yerine zamanla daha farklı demografik kesimlere hitap eden konutların ve sermaye gruplarının kâr hırsını önceleyen AVM türü mekânsal uygulamaların yapılacağını tahmin etmek zor değil. Mevcut siyasi iktidarın doğasına son derece uygun olan bu durum, yerel halkı ve kentin doğasını ciddi ölçüde değiştirecek diye düşünüyorum.

Abacı: Varlıklarını kaybetmiş, yaşam mücadelesinde yorgun-bitmiş bir halk var… Meydanlara inen, hak arayışı için mücadele veren insanlara yeterli derecede destek sunulmuyor. Her yürüyüş ve toplantıda birlikteliğe dair çağrılar yapılıyor ama bunun neticesi istenilen düzeyde değil maalesef. Eğitim düzeyi bu denli yüksek olan bir toplumda duyarsızlığın aynı şekilde yüksek olmasının sebepleri araştırmaya değer bir ayrıntı.

Çay: Yaşanan felaketin boyutlarını hepimiz çok iyi biliyoruz. Rezerv konusunda devletin bilgilendirme, anlatma, ikna etme durumu maalesef ki eksik kaldı. Bu net. Ancak muhalefet eden farklı kesimlerin tutumu tamamen karşıtlık üzerine kurulu bir hal arz etti. En bariz örneği Samandağ’da yaratılan algı ile toplumda bir korku atmosferi oluşturuldu. Devlet de madem istemiyorsunuz biz de rezervi iptal ederiz kozunu kullandı. Rezerve karşı olan arkadaşlar çok iyi biliyor ki devlet dışında bu şehri şehir kimliğiyle imar etmek imkânsız… Ancak tutumları farklıydı, buradan siyaset yapıp ön planda olma kaygısı taşındığı çok barizdi. Evleri yıkılmış, kirada, konteyner kentlerde zor durumda olan insanları anlayan empati kuran yerden bakan, öneri sunan bir tutum gözlemlemedim. Öneriler oldu ancak mevcut koşularda uygulanabilirliği çok zor.

Kabadayı: “Rezerv alan” kavramı ve bunun Türkiye pratiği 6 ve 20 Şubat depremlerinden sonra kamuoyunun gündemine oturdu. Afet riski taşıyan veya kamusal hizmet verilmesi gereken hazine arazilerinde uygulanan 6306 Sayılı Yasada yapılan değişiklikle kentsel alanlarda da “kentsel dönüşüm” sağlamak amaçlandı. Bilindiği üzere yasalar cilalanmış sözlerle şeker ambalajında kamuoyuna sunulur, bu yasa da öyleydi. Ancak, uygulamada özellikle deprem bölgesinde ve genel olarak da her yerde rantiyenin aracı oldu. Daha önceki yıllarda İstanbul Sulukule’de, Diyarbakır Sur’daki rantiyenin tüm ülkeye yayılmasını kolaylaştıran bir yasaya dönüştü. Bunun bir çıktısı da “mülksüzleştirme” olarak kavramsallaştırıldı ama bunu doğru bulmadığımı belirtmeliyim. Çünkü, sömürünün bir çıktısıdır “mülkiyet” ve bunun büyüğü küçüğü denmeden insanlığın gündeminden çıkarılması hedeflenmeden insanlığın ve doğanın yıkımdan kurtarılması mümkün değildir. Bu gerçeği, ideolojik ve siyasi anlamda kavramaktan uzak siyasi ve toplumsal örgütlerin kafası karışık olduğundan “rezerv alan” karşısında da doğru tavır koyamadılar ne yazık ki. Bu konudaki mücadele “mülkiyet hakkı” üzerinden değil, “konut ve sağlıklı yaşam hakkı” üzerinden yürütülmelidir. Bu doğrultudaki mücadele deprem bölgesiyle sınırlı kalmaz, ülkede konutu olmayan ve sağlıklı ortamda yaşamayan milyonlarca insanın talebi haline gelebilir. Buna odaklanmak gerekir.

Yeri gelmişken, kapitalist düzenin kuralsızlığı dayattığı extraktivizm döneminde bilimsel ve toplumsal gerçeklere aykırı biçimde rant yaratmaya başvurduğunun son örneğini de vermek isterim. Yanılmıyorsam 15 Temmuz 2023’te TBMM’den geçen torba yasayla zeytincilik yasasının koruyucu hükmü ortadan kaldırılmıştı. Hemen ardından da Dikmece bölgesindeki zeytin bahçelerinin sökülmesi saldırısı başlatılmıştı. Bunun en son örneği bir ay önce Ballıöz’de gerçekleştirildi. Geçen hafta Dikmece köylülerine zeytin bahçelerinin kamulaştırılması için verilen paraların iade edilmesine dair gönderilen yazıda “fay hattı geçtiği için konut yapımından vazgeçildiği” gerekçe gösterilmiştir. Deprembilimciler sıvılaşmanın yoğun olduğu yerlerde ve fay hattının geçtiği alanlarda yapılaşmaya izin verilmemesi, zeminin oturması için 2 yılın geçmesi gerektiğini defalarca vurgulamışlardı. Ayrıca Antakya için bilimsel veriler ışığında bölge koruma ve imar planları yapılmadan yapılaşmaya gidilmemesi gerektiğini mimar ve mühendisler hep dile getirmişlerdi. Yanlış hesabın Bağdat’tan değil, sürekli halkın emeğinden döndüğü bu düzenin değiştirilmesi elzemdir.

Çılğın: “Rezerv alanı yasası” diye bildiğimiz 6306 sayılı yasa, 12 yıldır yürürlükte ve 12 yıldır bu yasanın çok sayıda uygulamasını teknik ve hukuki boyutuyla, mahkeme kararlarını okuyarak, imar planlarını inceleyerek, yasaya konu edilen bazı mahallelerle gönüllü dayanışma sergileyerek aktif şekilde takip ediyorum. Depremin ardından Antakya, Defne ve Samandağ’da çeşitli dernekler ve STK’larla dayanışarak rezerv yapı alanları ve yerleşime dair diğer meseleler hakkında görüşmeler yapıyoruz. Siyasi partilerin ya da muhalif yapıların çoğunluğu ve mesela bazı hukukçular, rezerv yapı alanı kararlarının geçmişten bugüne nasıl uygulandığına, 6306 sayılı yasanın genel uygulanma biçimlerine, bu uygulamalara dair hak arama süreçlerinin nasıl işletildiğine bakmadan aktif bir tutum belirlemeye çalışıyor. Belirlenen tutum keskin ve net oluyor. Bir şeye karşı çıkmak ya da benimsemek için gereken asgari bilgiye sahip olmadan belirlenmiş tutumlar yanıltıcı olabilir, hele böylesi önem düzeyi yüksek meselelerde. Hal böyle olunca insanlar yüz yüze yaşadıkları komşularıyla, başka hiçbir şeye bakmadan “rezerve evet mi, hayır mı diyorsun” tartışması yapıyor, ayrışıyorlar. Bu yasanın uygulamalarının yaratacağı mağduriyetlere karşı yıllardır mücadele ve müzakere fasıllarını uygulayan çok sayıda mahalle var. Rezerv yapı alanı ya da yürürlükteki diğer kanunların uygulanma biçimi bize, Bakanlık tarafından yeni bir imar sistemi oluşturulmaya çalışıldığını gösteriyor. Öğrenmeli, birbirimize öğretmeliyiz. Tutumumuzu da bu bilgiye göre oluşturmalıyız.

Aslan: Rezerv alan yasası yanlış bir yasadır. Bu yasa insanları mağdur etmektedir. Deprem bölgesinde bilimsel metodlarla halkın rızası ve menfaatı doğrultusunda yıkılan evlerin devlet tarafından ücretsiz olarak yapılması gerekmektedir. Hatay’da depremden sonra kentte yanlış planlamalar yapılmaktadır. Fay hattı geçen, zemini inşaata uygun olmayan bölgelerde tekrar inşaat yapımlarına başlanmıştır. Bu bölgelerde yapılan inşaatlar olası bir depremde tekrar yıkılacaktır. Kent depreme dirençli olacak şekilde planlanmalıdır. Yapılan yanlışların düzeltilmesi için herkes itiraz etmelidir.

Can: Depremde yokmuş gibi davranan devletin depremden sonra en görünür olduğu yer rezerv alanlarıdır. Deprem buralarda bütün ihtişamıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu doğal afetin yarattığı olanaklarla, bundan sonraki süreçte burada yaşayanları, bizleri bekleyen ve kaygılandıran en önemli tehlike siyasal İslamcı iktidarın asimilasyon politikalarıdır. Bu asimilasyonu gerçekleştirebilmesi için öncelikle demografik yapıyı değiştirmesi gerekiyor, demografik yapıyı değiştirmenin yolu da oradaki insanları mülksüzleştirmekten geçiyor. Dolayısıyla siyasal iktidarın, devletin ilk yaptığı şey, yapacağı şey insanları mülksüzleştirmek olacaktır. Bu mülksüzleştirmenin en önemli araçlarından biri rezerv alanları oluşturmak olacaktır. Diğer bir yöntem de insanların topraklarını kamulaştırmak olacaktır. Nitekim yeni yerleşim alanları yaratma bahanesiyle hazine arazileri dururken, insanların zeytinliklerine, yaşam alanlarına, tarım alanlarına el konuluyor. Kamu yararına sığınıldığından, el koyma işlemine hukuki olarak itiraz etme hakkınız da yok, en fazla kamulaştırma bedeline itiraz edebilirsiniz. Bu durum insanları mülksüzleştirmek ve onları topraklarından koparmak için devlete çok büyük bir fırsat sunuyor.

Bir başka boyutu ise, Hatay’ın uzun yıllar bir inşaat sahası olacağı hesaplandığında da bu paranın deprem felaketi üzerinden yeni bir sermaye aktarımı olması, yeni rantlarla yeni zenginler oluşturma ihtimalini güçlendirmektedir. AKP’nin bu konudaki sicili akla geldiğinde, deprem üzerinden bir sermaye aktarımının, yeni rantlar, zenginler oluşturma ihtimalinin güçlendiğini görmekteyiz. Bugüne kadar AKP’nin yarattığı rant sermayesi ve sermaye aktarılma biçimleri göz önüne alındığında bu yorumu yapmak yanlış olmaz. Kaldı ki deprem sonrası imar politikasını makbul olmayan vatandaşları mülksüzleştirme üzerine kuran iktidarın varlığı ve rantçı zihniyet düşünüldüğünde rezerv alanına karşı çıkmanın nedeni daha iyi anlaşılabilir.

SORU 4- Deprem bölgelerinde yeniden inşayı, Antakya’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Ekolojik tahribat, tarım alanları ve zeytinliklerin acele kamulaştırılarak toplu konutlara tahsis edilmesini de göz önüne alarak bu soruyu cevaplandırmanızı rica edeceğiz.

CEVAP 4-

HDD: Antakyalıların en büyük korkusu kültürel yapısının, doğasının yaşam alanlarının rant uğruna talan edilmesi. Her gün yeni bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Dikmece’de zeytinlikler talan ediliyor. Mileyha kuş cenneti olan bir alan moloz alanı oluyor. Enkaz kaldırma işlemlerin de bile asbestli binaların yıkılmasına herhangi bir önlem alınmıyor. Dere yatakları birçok ağır metal ve asbest içeren molozların döküldüğü alanlar olabiliyor. Örneğin; Samandağ Yeşilada mahallesinde ilkokulun yanına beton santrali kuruluyor. Şimdide de rezerv alan kanunu ile yasal birçok boşluk barındırarak hayat boyu borçlanarak barınma hakkına erişebiliyoruz. Tüm bunların sonucunda yeniden inşa Antakya için koca bir talan ve rant alanı durumunda. Antakyalılar için bu kentte her sabah başka bir haksızlık ve kent için yeni bir soruna ve bununla ilgili mücadeleye uyanıyor. Yine de bu kentin öznesi olan bizler yapılan tüm talan ve rant politikalarına karşı birlikte mücadele etmeye devam da ısrarcıyız.

Zubari: Ben Samandağ özelinde görüş belirtmek isterim. Çünkü burada yaşıyorum ve gelişmelere birebir tanığım. Ne deprem öncesinde ne de sonrasında ekolojik yapıya saygı vardı. Samandağ ovası dünyanın en verimli arazilerinden biri ama yeni imar planında nerdeyse tamamı imara açılmış. Ortasından geniş bir çevre yolu açılmış ve inşaatlar hızla yükseliyor. Bu gelişmeleri göz önünde tutarak geleceğin pek olumlu olduğunu düşünmüyorum. Bir an önce bu hatalı uygulamalardan dönülmesi hayati önem taşıyor. Bir şehrin neredeyse tüm alanları imara açılmaz. Açarsanız hem tarımı hem doğal alanları yok edersiniz ve hizmet götürmekte çıkmaza girersiniz.

Tezer: Deprem bölgesinin tamamı ve özellikle Antakya için, kentlerin yalnızca fiziksel mekândan ibaret olmaması nedeniyle “yeniden inşa” tanımı yerine “onarım” ve “iyileştirme” tanımlarını kullanmayı daha doğru buluyorum. Antakya’nın deprem sonrası onarım süreci ve geleceğinde ise, geride bıraktığımız bir buçuk yılı aşkın süreye baktığımızda, mutlaka alınması gereken bazı tedbirler olduğunu düşünüyorum. Afet literatüründe tanımlanan afet sonrası yönetim süreçlerine göre depremden sonra Antakya’da yapılması gerekenler; arama-kurtarma çalışmalarının özenle tamamlanması, enkaz kaldırma süreçlerinin yasalarda tanımlanmış şekilde ve özenle gerçekleştirilmesi, moloz döküm sahalarının ve geçici barınma alanlarının yer seçimlerinin teknik uzmanlarca, doğal alanlar ve halk sağlığı korunacak şekilde belirlenmesi, geçici barınma alanlarının sosyal tesisler, eğitim ve sağlık tesisleri, erişim olanakları, çalışma mekanlarıyla birlikte hazırlanması ve nüfusun buraya yerleştirilmesi, bu sırada çok disiplinli ve bütünsel planlama çalışmalarının engelsiz ve dirençli kent ilkelerine uygun şekilde başlaması, kültürel mirasın yerinde korunması ve onarılması için gerekli uzman ekibin oluşturulması ve onarım çalışmalarının başlatılması olarak sıralanabilir. Fakat depremin hemen ardından Antakya ve çevresinde doğal alanların, tarım alanlarının, zeytinliklerin, sahillerin moloz döküm sahasına dönüştüğünü, bu alanların bazılarının ise geçici el koyma kararıyla konteyner ve çadır alanlarına dönüştüğünü izledik. Silika ve asbestten gereken özenle ayrıştırılmayan molozun doğal alanlara ve halk sağlığına negatif etkisini ise birçok yerde okuduk, dinledik. Bu nedenle doğal alanlara -eğer bertaraf edilmezse- kalıcı olması muhtemel büyük zararın, ilk olarak enkaz kaldırma süreçlerinde verildiğini söylemeliyim. Ardından son haftalarda ağırlıkla doğal alanlara ilişkin tahribatın, farklı yasal statüler tanımlanarak zeytinliklere, tarım alanlarına el konulması ve bu alanların toplu konutlara ya da bu konut alanları için servis yollarına dönüştürülmesi için üzerindeki ağaçların iş makineleriyle sökülmesine ilişkin görüntüleri izliyoruz. Bu yaklaşımın, yalnızca Antakya’nın, oradaki nüfusun ve doğanın sağlığı ve geleceğine değil, dünyanın doğal kaynaklarının sürdürülebilirliğine dair büyük bir yanlış olduğunu düşünüyorum. Literatüre ve dünyada yaşanmış afet deneyimlerine göre bu süreçte yapılması gerekenler ve yapılmış olanlar arasında süreç boyunca gözlemlenen büyük farklılıklar da, Antakya’nın geleceğini mevcut akışa bırakmak yerine, yerel halkı üniversitelerin ve sivil toplumun göstereceği dayanışmayla buradaki geleceğin temel aktörü olarak güçlendirmek gerektiğine işaret ediyor.

Koç: Aslında bir önceki sorunuza verdiğim yanıtta bu soruyu da kısmen cevaplamıştım. Biraz daha açmak gerekirse; devlet eliyle yapılan bu acele kamulaştırmalar aslında bir tür el koyma faaliyeti. Bu el koyma faaliyeti tümüyle mevcut iktidarın herkes tarafından bilinen genel eğilimleri doğrultusunda gerçekleşiyor. Bu anlayışa göre doğanın veya çevrenin korunması öncelikli bir mesele değil. Zeytinlikler, tarım alanları, ekolojik denge bu anlayışın çok da önem verdiği şeyler değil. Bu tür alanlar yüksek kâr getirici betonlaşmaya pekâlâ feda edilebilir. Yahut kültürel ve doğal zenginliklerin yerini şöyle afili bir alışveriş merkezinin alması bu anlayışa göre daha iyi bir şey.

O nedenle açık söylemek gerekirse ne Antakya’nın, ne de diğer deprem bölgelerinin geleceğini çok da parlak görmüyorum. Bu bölgeler 10 yıl kadar sonra eskiden olduklarından çok farklı ve hem ekolojik hem de kültürel olarak çok daha zayıflamış yerler haline gelecek böyle giderse.

Fakat bu gidişi durdurmanın da bir şekilde mümkün olduğunu unutmamak gerek. Hem tüm Türkiye için hem de özel olarak deprem bölgeleri için umut hala tümüyle tükenmiş değil. Her şeyi başlatan halk her şeyi değiştirip, sonlandırıp, yeniden kurabilir. Bunu da bilmek gerek.

(Foto: Hakan Mertcan / Temmuz 2024)

Abacı: Deprem bölgesinin yeniden inşaasında, afetselliğin her yerde aynı derecede önemsemediğini, denetimsizliğin hâkim olduğu gözden kaçmıyor. İnşaa edilen binalara kimlerin yerleştirileceği belirsiz; deprem öncesi var olan dokunun zarar göreceği, halkın gelir ve geçim kaynaklarına el konularak, yoksullaştırarak, bölgeden göçmelerinin önün açılmasının belirtileridir, zeytinliklere el koymak. Yüzlerce yıldır tüm toplumlar gibi yaşadıkları topraklarda dinleri, dilleri, inanışları ve yaşam tarzları ile oluşturdukları kültürlerinden, topraklarına el konulması ile koparılmış olacakları kaygılarını, yaşanan korkulara katmak mümkün. Topraklarının, doğanın, geçim kaynaklarının, kültürlerinin yok edileceğini, doğdukları yerde mülteci konumuna düşeceklerini görebiliyorum.

Çay: Samandağ için diyorum yıkımın yoğun olduğu bölgelerde rezerv ilan edilmesine karşı çıkıldı. Devlet de tamam deyip vazgeçti. Geriye devletin hazine arazileri kaldı bu sefer de bu duruma karşı çıkanlar oldu. Maalesef ki doğaya çevreye ve yerel dokuya saygılı bir imar anlayışı olduğunu söyleyemeyiz. Ne devletin imarında ne de kendi imkanıyla bir şekilde konut yapmaya çalışan vatandaşta saygılı bir tutum olduğunu gözlemleyemedik. Bu konuda somut, toplumun yararına; devleti de içine katarak bir üst akılla çözüm önerisi olması diretilmedi. Birileri bu şeklide yaklaşım sergilediyse söz konusu gruplar tarafından baskı yedi, tutum değiştirdi. En bariz örneği, Samandağ’da mevcut belediye yönetiminin başta farklı düşündüğü biliniyordu. En azından yıkımın yoğun olduğu bölgelerde rezervle devletin imar etmesi gerektiği fikrinde olunduğu duyumunu almıştık. Ancak etkileyenler, baskı kuranlar oldu, nötr kalındı sonrasında, karşıyız fikri ortaya çıktı. Bu bir gerçeklik, evimiz yıkıldı ve evsiziz bu durumda olan binlerce insanımız var. Ben çok umutlu değilim açıkçası, uzun zaman alacağını da düşünüyorum bu sürecin.

Kabadayı: Baştan altını çizmek istediğim bir olguya değinmek isterim. Kapitalizm art-değere el koyarak sermaye biriktirmek yanında zorla başka mülkiyetleri, kaynakları kendi hanesine aktarmakla kendini var eder. Bu nedenle her zaman yapısal kriz halindedir ve bu krizin kırılma noktalarında savaşlara başvurur. Türkiye kapitalizmi, yüz yıldır doğrudan bir savaşın içinde değildir ama dolaylı olarak bölgesindeki savaş oyunlarının bir parçasıdır. Suriye, Libya, Ukrayna’da yapılanlara bakmak yeterlidir bunu anlamak için.  Dış politika açısından emperyalist ülkelerin Türkiye’den büyük oranda değişik yollarla kaynak aktardığını, ülkenin fabrikalarına, önemli tesislerine çöreklendiğini biliyoruz. Bir de ülke içinde bölgeler, hatta iller arası kaynak aktarımının yapıldığı da ortada. Deprem bölgesindeki 11 ilin sosyo-ekonomik gelişmişliğiyle ilgili yapılan inceleme göstermektedir ki 2003’ten bu yana Adana, Hatay, Diyarbakır başta olmak üzere tüm iller, Türkiye sıralamasında geriye gitmişlerdir. Hatay özelinde durumun vahametini şu veri açıkça göstermektedir. 2003’te Hatay Türkiye sıralamasında 27. iken 2017’de 39. sıraya, depremden sonra (2023’te) 54. sıraya gerilemiştir. Türkiye kapitalizminin sürekli eşitsizlik ve adaletsizlik ürettiğini görmek için başka söze gerek var mı? Oysa, bizim gençlik dönemimizde Hatay, 67 il içinde sosyo-ekonomik gelişmişlik bakımından ilk 15’in içindeydi. O zamanlar nüfusuna göre en çok gazete-dergi çıkan ilk 10 il içinde olması, gerekli mesajı veriyor sanırım.

Bir grup Hataylı bilim, sanat-edebiyat insanı olarak Samandağ ve Arsuz Belediyesi’yle işbirliği yapıp “Hatay’da Deprem Sonrası Yaşam: Sorunlar ve Çözümler” başlıklı iki panel düzenledik 27-28 Ağustos günleri. 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası ortaya çıkan yıkımın sadece insan sağlığını değil, 300’e yakın endemik bitkisini ve bölgenin coğrafyasına özgü zengin hayvan popülasyonunu da ciddi oranda tehdit ettiği ortaya kondu. Mantar gibi çoğalan taş ocakları ve hazır beton santrallarının, yeni maden aramalarının önüne geçilemezse ekolojisi çok verimli olan Hatay’ın ekolojik yıkıma doğru gideceği vurgulandı. Bu gerçeklerden hareketle, deprem bölgesinde de tüm bu gerçekleri hesaba katan ortak, birleşik bir sınıfsal ve ekolojik mücadelenin örgütlenmesi şart. Bunun çabasını gösterenleri yürekten kutluyor, hepimize kolay gelsin diyorum.

Çılğın: Antakya’da çok sayıda habitat alanı enkaz döküm sahasına dönüştürülmüş durumda. Bu sahaların yakınında geçici barınma alanları var. Hem ekosisteme geri dönüşsüz bir zarar veriliyor, hem de halk sağlığı asbest ve benzeri kanserojenlerin etkilerine maruz bırakılıyor. Depremin ardından ilan edilen OHAL ile birlikte hayatımıza giren 126 no’lu kararname bugün 7452 sayılı kanuna dönüşmüş haliyle yürürlükte. Zeytinliklerin, tarım alanlarının toplu konut inşaatlarına açılabilmesi bu yasayla mümkün hale geldi. Planlama, projelendirme, ihale aşamalarına dair kamuoyu denetimi son derece sınırlı hale getirildi. Antakyalılar çok sayıda eylem, protesto, miting düzenliyor; kentine, kırsal alanlarına sahip çıkıyor ama Antakya’nın geleceğinin olumlu bir yöne doğru seyredebilmesi için deprem bölgesi dışında yaşayanların, deprem bölgesine sunacakları destek ve dayanışmaya son derece ihtiyaç var.

Aslan: Hatay’da kenti tekrar inşa etme bahanesiyle tarım alanları, zeytinlik alanlar yok ediliyor.  Binaların  kontrolsüz yıkımı, plansız kurulan ve işletilen taş ocakları, beton santralleri, kırma ve eleme tesisleri yüzünden halkın sağlığı bozulmuştur. Taş ocaklarının işletiminden kaynaklı ileride Hatay’da çok ciddi su sorunu yaşanacaktır. Depremden sonra Hatay’ın havası, toprağı, yeraltı ve yerüstü su kaynakları ve denizi kirletilmiştir. Kenti yönetenler yaşanan tüm olumsuzlukları bilmelerine rağmen kent suçu işlemeye devam etmektedir. Maalesef Hatay’da kent suçu ile ilgili açılan davalardan da sonuç alınamıyor. Hatay’da yaşanan adalet sorunu ayrımcı politikaların uygulandığının bir kanıtıdır.

Can: Bu soruyu yukarıdaki cevaplar ile birlikte düşünmek gerekiyor. Dikmece’de, Defne’ye bağlı Samandağ yolu üzerindeki Hancağız mahallesinde yapılan yeni yerleşim alanları, TOKİ’ler, hazine arazileri dururken insanların zeytinlik alanlarında yapılmakta, mülk sahiplerine haber verilme gereksinimi duyulmadan inşaata başlanmaktadır. Buralarda yeni yapılan yerlerin uzandığı sınırlar düşünüldüğünde, kimlerin toprağının alınıp kimlerin bu yaratılan yeni imar sonucu toprak değerinin arttığı düşünüldüğünde karşımıza amacı bilinen bir sonuç çıkmaktadır. Makbul olmayanların, ötekileştirilenlerin mülksüzleştirildiği, makbul olanın, öteki olmayanının, zenginleştirildiği bir durumla karşı karşıyayız. Depremin yarattığı sorunlar çözüleceğine her gün bir yenisi oluşturulmaktadır. Yerleşim alanının ortasında beton santrali kurulması, Mileyha’nın moloz alanına çevrilmesi gibi birçok doğa tahribatı oluşmaktadır. Tam da bu noktada direngen yerel yönetimlere, direngen belediyelere ihtiyaç duyulmaktadır. Devletin bu yok edici, jakoben tavrına karşı, halkın yanında olan, toprak gaspları, rezerv alanlar gibi insanları mülksüzleştirmeyi hedefleyen politikalarla ilgili bütün DKÖ ve STK’larla tepki geliştirip, bu tepkileri ören, aldıkları kararların hepsinde halkı sürece dahil edip siyasi erke karşı direngen yönetim anlayışı gerçekleştirilmesi elzemdir. Aksi durumda uzun vadede toplumsal bir yok oluşla karşı karşıya kalınması muhtemeldir.

(Ehlen Dergisi’nin 5. sayısında yayımlanmıştır, Eylül 2024, Yıl:2 Sayı:5)