Suriye’de Ne Oldu/Oluyor, Suriye’yi Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?

Emir Aşnas

Suriye’de dışarıdan destekli askeri darbe/operasyon

Daha önce Nusra Cephesi (Suriye “resmi” El Kaidesi) adını taşıyan ve tümüyle Türkiye sınırına yaslanan İdlib ve çevresini 2015 yılından itibaren hâkimiyetinde bulunduran Heyet Tahrir Şam-HTŞ denilen Suriyeli ve yabancı cihatçı ve El Kaideci gruplar topluluğu, 27 Kasım 2024 tarihinde Halep’in batısındaki yerleşimlere saldırdı. Bu saldırılarda doğrudan Türkiye’ye bağlı Suriye Milli Ordusu-SMO’nun yine bir kısmı cihatçı diğer bir kısmı çapulcu örgütleri de bu operasyonlara HTŞ ile birlikte katıldı. HTŞ ve müttefikleri daha sonra sürpriz bir şekilde Halep’i ve sonrasında da hızlı bir şekilde Hama, Hums ve Şam’ı ele geçirdi. Böylece 8 Aralık 2024 tarihinde başında Beşar Esad’ın bulunduğu yönetim düşmüş oldu, hatta devlet ortadan kalktı.

Bu operasyonda yıllardır süren çok ağır ekonomik koşullar nedeniyle esasen kadro, silah, teçhizat ve maaş/gelir açısından çok kötü durumda olan ve 13-14 yıllık savaş yorgunu Suriye ordusunun 1-2 cephe hariç hiç direnmemesi, neredeyse hiç savaşmaması ve âdeta ülkeyi HTŞ’ye teslim etmesi şaşırtıcı oldu. Bunun sebepleri, orduya kimin savaşmama emri verdiği, Esad’ın savaşma konusundaki talimatlarının yerine getirilmediği şeklindeki iddialar vb. hususlar henüz açıklığa kavuşmuş değil.

Öte yandan bu süreçte Suriye’nin dost veya müttefiki ülkelerin gerek Birleşmiş Milletler-BM gerek kendileri tarafından terörist örgüt olarak tanımlanmış HTŞ’nin dışarıdan desteklenen ve yönetilen bu askeri operasyonuyla/darbesiyle ilgili tutumları da Suriye yönetimi açısından şaşırtıcı oldu. Arap ülkeleri, Arap Birliği’nin özel olarak bu konuda acil toplantı yapması yönünde Suriye’nin talebini önce kabul edip, sonra süresiz ertelediler. Rusya’nın ise kendi çıkarları ve Türkiye ile olan ilişkileri-beklentileri açısından Suriye’yi bir süredir “yük” olarak gördüğü ve belki de uzunca bir süredir bu konuda Türkiye ile anlaşmış olduğu ortaya çıktı. Rusya, Suriye’nin acil askeri yardım talebini karşılıksız bıraktı. Bir süredir Suriye ile gergin ilişkiler yaşadığı belirtilen İran’ın ise yardım etme imkânı olmadığı ve/veya bu konuda çok da istekli olmadığı anlaşıldı.

Sonuç olarak Esad, son yıllarda özellikle ağır uluslararası ambargo ve yaptırım rejimi altında çökmüş bir ekonomi koşullarında, ülkesinin bağımsızlığını ve egemenliğini muhafaza edebilmek için Arap/Körfez ülkeleri, İran ve “Rusya-Türkiye” üçlüsü arasında manevralar yaparak durumu idare etmeye çalıştı. Ancak deyim yerindeyse ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabildi ve ancak bu kadar dayanabildi. Ülke içi olumsuz koşulların yanı sıra uluslararası ve bölge konjonktüründeki değişiklikler (Trump’ın seçilmesi, İsrail karşısında Direniş Eksenindeki gerileme ve başta Hasan Nasrallah olmak üzere kayıplar) müttefiklerinin geri çekilmesinde ve sonuçta ABD-Türkiye-İsrail kampının operasyonu konusunda boyun eğmeyi ya da iş birliği yapmayı tercih etmelerinde etkili oldu.

Esad ve hataları konusunda tabii ki çok şey söylenebilir, eleştirilebilir, eleştirilecek de. Bununla birlikte, objektif değerlendirme yapılırsa, gidişinin en temel nedeni –kimilerince olumsuz olarak görülen- ülkesinin bağımsızlığına ve egemenliğine dair “inadı” ve bu konuda taviz vermeyi son ana kadar reddetmesi, ne İsrail’e ne de Türkiye’ye teslimiyeti kabul etmesidir.

Türkiye’nin bu operasyondaki/darbedeki rolüne gelince, Arap dünyasında ciddi analistler, uzmanlar, emekli diplomatlar vs. bunun arkasında Türkiye’nin olduğu konusunda hemfikirler. Çoğu, söz konusu operasyonun ABD ve İsrail’in de onayı çerçevesinde bizzat Türkiye tarafından yönetildiğini iddia ediyorlar. Hâlihazırdaki Suriye’yi de fiilen Türkiye’nin vesayeti (protektora/himaye) altında olan bir çeşit vasal devlete benzetiyorlar.

Öte yandan, İsrail istihbarat şeflerinin söz konusu operasyondan 10 gün önce Ankara’ya yaptığı gizli ziyaret, İsrail medyası tarafından sızdırıldı.[i] Bunun üzerine söz konusu ziyaret ve toplantının Gazze’de ateşkesle ilgi olduğu şeklinde resmi olmayan açıklamalar ve sızdırmalarla olay geçiştirilmeye çalışıldı. Ancak, Arap kamuoyunda bu, Suriye’ye yönelik operasyona son noktanın konduğu toplantı olarak değerlendirildi.

Ayrıca Türkiye’nin 2014’ten bu yana kendisinin de terörist ilan etmiş olduğu Nusra Cephesi/HTŞ ile ilişkisi ve iş birliğinin en geç İdlib’i ele geçirdiği 2015’e (kimilerine göre ise 2012’ye) dayandığı biliniyor. Haritaya bakıldığında bile böyle bir operasyonun Türkiye’nin bilgisi ve onayı olmaksızın gerçekleşemeyeceği görülür. Zaten Türkiye cumhurbaşkanı Erdoğan, 4 Ocak 2025 tarihinde “Suriye’yi evelallah her yönüyle ele almak suretiyle şu andaki hale getirdik” diyerek Türkiye’nin rolünü kabul etmiştir.[ii] ABD’nin seçilmiş başkanı Trump ise Türkiye’nin rolünü şu şekilde dile getirdi: “Türkiye, Suriye’ye çöktü. İçeri giren bu insanlar (HTŞ, SMO) Türkiye tarafından kontrol ediliyor.”[iii]

Askeri darbenin/operasyonun sonuçları

HTŞ’nin/El Kaide’nin askeri darbesiyle yalnızca Esad yönetimi yıkılmış olmadı, kelimenin tam anlamıyla Suriye’de devlet yıkıldı.[iv]

– Mevcut seçilmiş parlamento olan Halk Meclisi ve devletin birçok kurumu (ulusal ordu, polis teşkilatı, istihbarat kurumları) dağıtıldı.

– Anayasa ve kanunlar fiilen askıya alındı. Ülkede uygulanan yazılı herhangi bir anayasa ve kanun bırakılmadı; her şey, BM’de ve tüm ülkelerde terörist olarak tescil edilmiş olan HTŞ’lilerin keyfine bırakıldı.

-HTŞ’nin başı terörist Abu Muhammed Colani ya da sonradan değiştirdiği ismiyle Ahmed Al-Şara fiilen devlet başkanı yetkileri kullanmaya başladı. Bu terörist yine kendisi gibi uluslararası terörist listelerinde bulunan El Kaidecilerden başbakan, savunma bakanı, adalet bakanı, dışişleri bakanı, içişleri bakanı, istihbarat şefi vs. atadı.

– Anayasa ve yasaların uygulanmadığı bu ortamda HTŞ’liler, tutuklama ve yargılamaya dair hiçbir kanun veya kurala dayanmaksızın insanları keyfi bir şekilde tutuklamaya, aşağılamaya, işkence yapmaya, hayvan muamelesi yapmaya, kaçırmaya, kaçırdıktan bir süre sonra öldürüp oraya buraya atmaya, mallarına/paralarına el koymaya ve gasp etmeye, tehcir ettirmeye vs. başladılar. Bu uygulamalarda özellikle Aleviler hedef alındı.

– Anayasa ve referandum konusu olan bayrak ve milli marş, halka sorulmaksızın ve herhangi bir onama mekanizması olmaksızın değiştirildi.

– Dağıtılan ordunun 9-10 bin mensubu (subay-astsubay-er) açık bir suç isnadı olmaksızın hapishanelere süresiz olarak tıkıldı. Bazı kaynaklar bu şekilde hapishanelere tıkılan ordu, güvenlik kurumları ve diğer kamu görevlilerinin sayısının bunun çok üzerinde olduğuna, tüm bu kişilerin tamamen keyfi bir şekilde tutuklandıkları için bunların sayılarına ve durumlarına dair kesin bilgi elde etmenin mümkün olmadığına işaret ediyorlar.

– Dünyada terör listesinde bulunan yabancı (Çinli Uygur, Özbek, Çeçen, Arnavut, Türk, Mısırlı, Dağıstanlı vd.) ve Suriyeli HTŞ mensuplarının general ve albay olarak atandığı bir “Uluslararası El Kaide Ordusu” kuruldu. Yine bu bağlamda aynı anlayışla polis teşkilatı oluşturulmaya başlandı.

– 13 yıldır Suriye’deki Alevilere, Şiilere, Hristiyanlara, laiklere karşı savaşan on binlerce El Kaide mensubu yabancıya vatandaşlık verileceği açıklandı.

– Buna karşılık kamuda yüz binlerce insan işten atıldı veya zorunlu izne çıkarıldı ya da maaşı ödenmedi.

– Eğitim müfredatı değiştirildi. Arap ulusuna dair öğeler ve evrim teorisi başta olmak üzere bilimle ilgili konular müfredattan çıkartıldı. Eğitimin daha da dinselleştirilmesi, daha doğru bir ifadeyle Sünnileştirilmesi yönünde değişiklik ve eklemeler yapıldı. Keza Osmanlı devletine ve Araplar arasında seffah (kan dökücü) olarak anılan Osmanlı valisi Cemal Paşa’nın Araplara (Suriyeli ve Lübnanlı) karşı uygulamaları hakkındaki “olumsuz” öğeler de müfredattan ayıklandı.

– HTŞ’nin dışişleri bakanı tarafından Davos’ta, Suriye’nin gelmiş geçmiş tüm anayasalarına aykırı şekilde, Suriye’de devlete ait varlıkların (limanlar, fabrikalar, hava alanları, demiryolları, karayolları, petrol ve pamuk tesisleri, tüm fabrikalar) özelleştirmeye ve uluslararası sermayeye açılacağı açıklandı.

Bu dönemde Suriye’deki devletin yıkılarak yerine HTŞ ve müttefiki diğer cihatçı-tekfirci grupların geçirilmesi, Suriye’nin savunması ve geleceği açısından telafisi mümkün olmayan çok daha büyük olumsuz sonuçlara yol açtı.

Öncelikle uluslararası hukuka uygun bir şekilde Suriye hükümetinin davetiyle Suriye topraklarında bulunan yabancı güçler dahi ülkeden çekilmesine rağmen, gayrı meşru bir şekilde Suriye’de bulunan yabancı güçler, Suriye’deki varlıklarını sürdürmeye devam etti. Bunların varlığı meşrulaştırıldı. Yanı sıra ve daha önemlisi İsrail, daha önce işgal etmiş olduğu Golan’ın bir bölümüne ek olarak geri kalan bölümünü, ülkenin stratejik ve hem Şam’a hem Lübnan’ın bir bölümüne hem de Şam-Beyrut yoluna hâkim olan en yüksek dağını (Cebel Al-Şeyh/Hermon Dağı), ülkenin su kaynaklarının %30’unu sağlayan barajı, Kuneytra ilini işgal etti. Şam’ın 15-20 km yakınına yerleşti. İsrail işgal ettiği bölgelerde sabit üsler kurmaya başladı. Fiilen yönetimde bulunan HTŞ/El Kaide güçleri ise İsrail’in bu işgaline karşı tek kurşun atmadığı gibi, yönetimdekiler âdeta İsrail’in işgal ve tacizlerini mazur gösteren açıklamalar yaptılar.[v]

İsrail elini kolunu sallayarak yaptığı 500’ün üzerindeki saldırıyla Suriye ordusunun 80 yıllık tüm birikiminin (tanklar, uçaklar, füze sistemleri, hava savunma sistemleri, savunma sanayii ar-ge merkezleri ve üretim tesisleri, donanma vs.) neredeyse tümüyle yok etti. Böylece Suriye, yönetimde kimin olduğundan bağımsız olarak, askeri teçhizatı ve silahları olmadığı için işgalcilere ve topraklarında emelleri bulunan ülkelere karşı savunma yapamayacak duruma getirildi. Benzetme yerindeyse, Lübnan gibi oldu. Adı ordu olan bir kurumu olacak; ancak fiiliyatta bu kurum, bir polis-jandarma gücünden ibaret olacak.

Suriye’de esasen mevcut istikrasızlık ve bölünme daha da arttı. Mevcut bölünmelere Dürzilerin Süveyde bölgesi de eklendi. Hatta yine güneyde Ahmed Al-Oudeh güçleri de ayrı bir otorite olarak ortaya çıktı.

Sonuç olarak operasyonun başarıya ulaşmasının üzerinden geçen bir buçuk aylık süre içerisinde bir devlet yıkıldı ve yıkılanın yerine hiçbir meşruiyeti olmayan üstelik BM’de terör örgütü olarak sınıflandırılmış bir yapı tarafından yukarıda belirtilen uygulamalarla kendi ideolojilerine (cihatçı-tekfirci) uygun bir devlet oluşturulmaya başlandı. Bunda önemli bir mesafe aldıkları görülüyor. Oysa gerek HTŞ gerek onun başta Türkiye olmak üzere pazarlayıcıları bu de facto/fiili yönetimin değil, ülkedeki tüm tarafların temsilcilerinin katılımıyla 1 Mart 2025’te göreve başlayacak bir geçiş yönetiminin yeni devleti ve anayasayı oluşturacaklarını söylemişlerdi!

Aleviler ve diğer gruplara yönelik uygulamalar

Başta Colani/Ahmed Al-Şara olmak üzere yöneticileri, Irak’ta ve Suriye’de Şiilere, Alevilere, laiklere karşı vahşi cinayetler, katliamlar yapmış ve bu nedenle BM’de terör örgütü olarak sınıflandırılmış olan HTŞ’nin Suriye’de fiilen yönetimi ele geçirmesi, bu ülkede Aleviler başta olmak üzere birçok halk grubu (Aleviler, İsmaililer, Şiiler, Dürziler, Hristiyanlar, Laik Sünniler, Kürtler vd.) nezdinde korku ve endişeye yol açtı. Nitekim HTŞ’nin bu bir buçuk aylık performansı, özellikle Alevilerin, Şiilerin ve Hristiyanların korku ve endişelerinin yersiz olmadığını tartışmaya yer bırakmayacak şekilde gösterdi. 

Aleviler ve diğer Sünni olmayan gruplar HTŞ’lilerin ülkeyi ele geçirmesinden itibaren çeşitli saldırılara ve hak ihlallerine maruz kaldı. Özellikle Alevilere yönelik bu uygulamalar, HTŞ’nin yönetimi ele geçirdiği ilk günden başlayarak azalmadan hatta artarak devam etti. Bazı bölgelerde (özellikle Alevilerin çoğunluk olmadığı Hums ve Hama illerinde; Hums şehri ve kırsalı ile Hama kırsalında) tehcirler ve etnik temizlik özellikleri gözlendi.  

Alevilerin HTŞ gibi cihatçı-selefi ve tekfirci bir grubun ilk hedefinde olması hem işin tanımı gereği hem de tarihin gösterdiği gibi beklenen bir şeydi. Yanı sıra Suriye’ye yönelik olarak yıllardır yürütülen ve Türkiye tarafından da ifade edilen Suriye’deki devletin bir Alevi (kendi deyimleriyle Nusayri) devleti olduğu şeklindeki gerçek dışı aldatıcı propaganda, ülkedeki tüm olumsuzluklardan ve sorunlardan Alevileri sorumlu tutma ve daha tehlikelisi bir topluluk olarak Alevilerden intikam alma histeryası oluşmasına yol açtı. Bu ve benzeri nedenlerle tüm Alevilerin âdeta ipinden boşanmış bu yerli ve yabancı silahlı barbar sürülerinin insafına kaldığı bir durum ortaya çıktı.

Esad yönetimi muhalifi Suriye İnsan Hakları Gözlemevi-SOHR’un müdürü Rami Abdurrahman ortaya çıkan bu durumu şöyle özetledi: “Bugün Suriye’de her Alevi suçsuz olduğu ispat edilene kadar suçlu muamelesi görüyor.”[vi] Abdurrahman 10 Ocak 2025 tarihinde katıldığı bir TV programında ise, Suriye’de yönetimin yıkıldığı 8 Aralık 2024 ila 10 Ocak 2025 tarihi arasında Alevilere yönelik toplam 80 ayrı cinayet suçu olduğu ve bunun sonucunda aralarında çocukların da bulunduğu toplam 157 Alevinin öldürüldüğünü tespit ettiklerini, yanı sıra Colani ve yönetiminin kamuoyu önünde Alevilerin hedef alınmasına karşı olduğunu belirtirken el altından bunu teşvik ettiği kanaatinde olduğunu ifade etti.[vii]

Alevilere yönelik saldırı ve öldürmelerin hiç durmadığı ve özellikle son birkaç günde Hums’un batı kırsalında Alevilere (ve Şiilere) yönelik şu ana kadarki en büyük katliamların işlendiği dikkate alındığında, işbu yazının kaleme alındığı 25 Ocak 2025 tarihi itibariyle HTŞ’lilerin katlettiği Alevilerin sayısının 200’ün üzerinde olduğu söylenebilir.

Âdeta Alevilere (ve son günlerde Şiilere) karşı her şeyi yapmanın mübah olduğu anlayışıyla icra edilen uygulamaların bazıları şöyle:

– Tutuklama ve yargılamaya dair herhangi bir yasal süreç izlemeksizin, evleri basarak istediği insanları tutuklamak,

– Tutuklananların bir kısmını öldürerek cesedini oraya buraya atmak,

– Bazı bölgelerde tehcir ettirmek,

– Hakaret etmek, aşağılamak, işkence etmek, hayvan muamelesi yapmak

– Mallarına/paralarına el koymak-gasp etmek,

– Dini olarak baskının yanı sıra silahlılar tarafından sözüm ona gönüllü “tebliğ” uygulamalarına tabi tutmak, camilerde de imamlar/şeyhler tarafından aşağılanmak, tehdit edilmek ve hedef gösterilmek.

Üstelik bunların bir bölümüne dair onlarca-yüzlerce video, bazı İsrail askerlerinin Gazze’de yaptığı gibi, bizzat bu uygulamaları yapanlarca çekildi ve paylaşıldı.

Ayrıca, HTŞ görevlilerinin bazı Alevileri suçsuz yere tutuklayarak ailelerinden yüz binlerce dolar fidye istedikleri görüldü. 2012 yılında yönetime karşı olduğu için ayrılarak muhalefet saflarına geçen ve o tarihten bu yana Türkiye’de yaşayan Tuğgeneral Ahmed Rahhal da buna dair bir örnek vererek HTŞ’yi eleştirdi.[viii]

Öte yandan 8 Aralık 2024’ten bu yana aralıksız devam eden ve hem nicelik hem de nitelik açısından artan bu uygulamaların ve katliamların, bu kadar uzun süreyle ve bu kadar çok sayıda tekrarlanması, yönetimin onayı, hoş görmesi hatta teşviki olmaksızın gerçekleşemeyeceği açıktır.

Nasıl bir gelecek?

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Suriye’de yalnızca bir yönetim yıkılmadı, bir devlet ortadan kaldırıldı. Yıkılan devletin yerine yenisi oluşturulmaya çalışılıyor. Ancak kurulmaya çalışılan bu devlet, modern anlamda vatandaşlık esasına dayalı ve bağımsız bütünleşik bir yapı/entite olabilecek mi? Doğrusu, bugüne kadarki gelişmeler bu konuda pek umutlu olmaya imkân tanımıyor. Zira bunun önünde yapısal engeller var.

Öncelikle ülkenin yönetiminin teslim edildiği örgüt ya da örgütler koalisyonu HTŞ, Birleşmiş Milletler tarafından ve dünyanın belli başlı tüm ülkeleri (Tüm BM güvenlik konseyi üyeleri, Avrupa Birliği, Türkiye vd.) tarafından terör örgütü olarak tanımlanıyor; yine BM kararlarına göre bu örgütle iş birliği yapılması değil tam tersine savaşılması gerekiyor. Komşu Arap ülkelerinin (Lübnan ve Irak) mahkemelerinin HTŞ yöneticileri hakkında tutuklama kararı bulunuyor. 

Suriye, çevresindeki her ülke gibi çok dinli, mezhepli ve etnik yapılı bir topluma sahip. Oysa HTŞ’nin BM ve dünya tarafından terörist olarak tanımlanması, zaten diğer din/mezhep mensuplarını (Aleviler, Şiiler, İsmaililer, Dürziler, Hrıstiyanlar, Laikler) tekfir ederek kimlik bazlı öldürme ve katliamlar uygulaması nedeniyleydi. HTŞ’nin son 1,5 aylık uygulaması da zihniyetinde bir değişiklik olmadığını, yalnızca şartlara göre davranmaya ve geçmiştekinden farklı olarak suçlarını reddetmeye ve gizlemeye çalıştığını gösterdi.

Esasen son yıllarda de facto olarak bölünmüş olan ülke bugün daha da bölünmüş bir duruma geldi. Suriye eskisine göre yabancı ülkelerin daha çok etkisi altına girdi. Colani’nin Türkiye’nin emri altında olduğu Arap medyasında sıklıkla işleniyor. Ayrıca Colani İsrail’den korktuğu için Dürzilere taviz vermek zorunda kaldı. SDG ilk kez İsrail’le temas kurdu. Bu kadar parçalı ve üstelik her parçası dışarıya bağımlı bir ülkenin ortak değerler ve ilkelerde uzlaşarak bir devlet oluşturması daha da zor bir hale geldi.

İran’ın Suriye’den çıkması genel olarak Arap ülkelerini rahatlatmış olsa da bu kez yine Arap olmayan bir gücün yani Türkiye’nin çok daha büyük ölçüde etkisi hatta vesayeti altına girmesi, onlar açısından müdahale edilmesi gereken bir sorun olarak ortaya çıktı. Yanı sıra Suriye’de tekfirci bir selefi ve/veya İhvancı bir yönetim özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri hatta Ürdün açısından tehlikeli olarak değerlendiriliyor. Her ne kadar HTŞ yönetimi esas itibariyle Türkiye’ye (ve Katar’a)  bağlı ise de, gerek tanınma ve meşruiyetini kabul ettirme gerek Suriye’nin yeniden imarına yönelik finansal kaynaklar açısından Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerine muhtaç durumda. Esasen Türkiye de bunun farkında ve bu nedenle HTŞ yönetimi ile Körfez ülkeleri arasında temas ve işbirliği için her iki taraf nezdinde çaba sarf ediyor. Dolayısıyla Türkiye ile Suudi Arabistan (ve BAE vd.) arasında Suriye konusunda hem iş birliği hem de çekişmenin olacağı bir dönemin görülme ihtimali yüksek.

Esasen Suudi Arabistan’ın yıllar sonra yeniden Lübnan’a dönmesinde ve ağırlığını koymasında, Suriye’deki durumun veya tehlikenin de etkili olduğu ve bunun Suudi Arabistan’ı bu amaçla Lübnan’da yeniden konumlanmaya ittiği yorumları yapılmaktadır. Öte yandan Arap ülkelerinin –özellikle Şii ağırlıklı nüfusa sahip Irak ve Lübnan- HTŞ’nin Aleviler, Şiiler vd. gruplara karşı ağır ateşte yürüttüğü uygulamalara karşı sessiz kalma politikasını sürdürmeleri de gittikçe zorlaşıyor. Keza ülkedeki istikrarsızlığın ve parçalanmışlığın sürmesinin yaratacağı riskler Arap ülkelerini de zorlayacak, hatta güvenliklerini tehdit edecek boyutlara ulaşabilecektir.

Tüm bu nedenlerle, ülkede çoğunluğun kabul edebileceği ve tüm dini ve etnik grupları önemli ölçüde tatmin edecek bir yönetime bir an önce geçilmesi Arap ülkelerinin lehinedir. Ancak, böyle bir “kabul edilebilir” yönetime dayanan çözüm,

– İsrail ve Türkiye’nin işine ne kadar gelecektir, bu iki ülkenin Suriye’de ve/veya Suriye’ye yönelik çıkarlarını ne ölçüde karşılayacaktır?

– Bunun için, ülkenin fiilen teslim edilmiş olduğu ve hâlihazırda kurulmakta olan yeni devlete yerleşen selefi-tekfirci yapı ne ölçüde temizlenebilecek veya iktidardan uzaklaştırılabilecektir?

Bu sorulara cevap vermek ve Suriye’nin geleceğine dair öngörülerde bulunmak kolay değildir.


[i] https://serbestiyet.com/haberler/sinbet-187990/

[ii] https://www.aa.com.tr/tr/politika/cumhurbaskani-erdogan-su-anda-suriyede-yeniden-bir-gunes-doguyor/3441764

[iii] https://yetkinreport.com/2024/12/17/trumpin-turkiye-suriyeye-coktu-sozu-ve-erdogan-ovgulerinin-anlami/

[iv] https://x.com/AsnasEmir/status/1882151640385622511

[v] https://haber.sol.org.tr/haber/htsnin-sam-valisi-abdye-cagri-yapti-israille-daha-iyi-iliski-kurmamizi-kolaylastirin-397049

[vi] https://x.com/AsnasEmir/status/1877077036688118214

[vii] https://www.youtube.com/watch?v=aQxFAFfGZW0

[viii] https://www.youtube.com/watch?v=EcdaAZZ4pCQ

(Ehlen Dergisi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır, Ocak 2025, Yıl:3 Sayı:6)