SURİYEDE ALEVİ SOYKIRIMI DOSYASI 

Adım Adım Soykırım Gerçekliği

Haz. Avrupa Arap Alevileri Federasyonu & Ehlen Dergisi

Bölüm I – Katliam ve Soykırımın Başlangıcı

Aralık 2024 – Ocak 2025

Suriye’de 2024 yılının Aralık ayında yaşanan siyasi kırılma, yalnızca bir rejimin sonunu değil, aynı zamanda bir halkın varlığına yönelik sistematik imha sürecinin başlangıcını simgelemektedir. Beşar Esad yönetiminin devrilmesiyle ortaya çıkan iktidar boşluğu, El-Kaide ve IŞİD kökenli radikal İslamcı bir yapı olan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) tarafından hızla dolduruldu. HTŞ’nin lideri Ahmed el-Şaraa, bilinen adıyla Ebu Muhammed el-Colani, geçmişte El-Nusra Cephesi ve IŞİD’in Suriye emirliği görevlerini üstlenmiş bir isimdi. Esad rejiminin çöküşüyle birlikte Suriye’nin idari ve askeri yapısı, uluslararası hukukta terör örgütü olarak tanımlanmış bu yapılanmanın eline geçti.

Yeni rejim ilk günlerinde, özellikle Alevi topluluklarına yönelik “silahsızlanma” çağrısında bulunarak sükunet ve güvenlik vaadinde bulundu. HTŞ yetkilileri, yeni bir dönemin başladığını, eskiye dair hiçbir toplumsal intikamın güdülmeyeceğini belirtiyor; özellikle Tartus, Lazkiye, Homs ve Hama gibi Alevi nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde halka, silahlarını gönüllü şekilde teslim etmeleri çağrısında bulunuyordu. Ne var ki, bu çağrı kısa sürede organize bir aldatmacaya dönüştü. Silahlarını teslim eden köyler, günler ya da haftalar sonra HTŞ militanlarının gece baskınlarına maruz kaldı. Teslimiyet, beraberinde toplu katliamı getirdi.

7 Aralık 2024’te Hama’nın Rabia ve Zaghbah köylerinde silahsız köylere yapılan gece baskınında, kadın, çocuk ve yaşlılar dahil olmak üzere onlarca kişi ya kurşuna dizildi ya da evlerinde yakıldı. Bu saldırılar sırasında sosyal medyaya sızdırılan ses kayıtları ve yazılı mesajlar, HTŞ üyelerinin esirleri kameralar önünde “iyi muamele” görüntüsüyle sahneleyip ardından infaz ettiklerini ortaya koyuyordu. Aynı dönemde, Hama’da bulunan Ayasofya Kilisesi’nin ikonaları ve dini sembolleri paramparça edildi; kilise içindeki tahribat video kayıtlarıyla belgelendi.

Saldırılar yalnızca kırsal köylerle sınırlı kalmadı. 24 Aralık’ta Hama’dan dönen üç Alevi yargıç, Rabia-Masyaf yolu üzerinde infaz edildi. Bu kişiler, mülkiyet mahkemelerinde görev yapıyor; rejimle doğrudan bir bağlantıları bulunmuyordu. Yine bu dönemde, Homs Üniversitesi’nde görev yapan Alevi akademisyen Prof. Dr. Rasha Al-Ali, kampüs çıkışında maskeli kişilerce kaçırıldı. Kendisine dair bugüne dek hiçbir resmi açıklama yapılmadı.

Bu olayların ardından Suriye, yeni rejimin gölgesinde daha büyük bir katliam sürecine girdi. 5 Ocak 2025’te Homs’ta gerçekleşen toplu katliamda, en az doksan sivil evlerinde yakılarak öldürüldü. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve sivillerin hiçbir ayrım gözetilmeksizin hedef alındığı bu saldırı, HTŞ’nin uyguladığı şiddetin bireysel değil, organize bir yok etme stratejisinin parçası olduğunu açıkça ortaya koydu. Ölümler yalnızca sayıdan ibaret değildi; aileler toplu mezarlara gömülmeden önce işkence edilmiş, yakılmış veya teşhir edilmişti.

21–24 Ocak tarihleri arasında ise bir başka korkunç dalga başladı. HTŞ tarafından oluşturulan sözde güvenlik yapılanmaları, çeşitli şehirlerde “rejim kalıntısı” olduğu iddia edilen Alevi sivilleri gözaltına almaya başladı. Ancak bu kişilerin büyük çoğunluğu Esad döneminde hiçbir resmi görevi olmayan öğretmenler, esnaf ve köy imamlarıydı. Yalnızca Alevi oldukları için tutuklandılar. Dört gün içinde en az 35 kişinin infaz edildiği, bedenlerinin yol kenarlarında işkence izleriyle bırakıldığı belgelenmiştir.

Söz konusu dönemde yaşanan en dikkat çekici gelişmelerden biri de kitlesel kayıplar ve zorla kaybetmelerdir. HTŞ ve ona bağlı yapıların Aralık 2024 – Ocak 2025 arasında yaklaşık 9.000 Alevi genci kaçırdığı ve büyük bölümünün akıbetinin halen belirsiz olduğu bildirilmektedir. Kaçırılanların çoğunun IŞİD döneminden kalma gizli hapishanelere götürüldüğü, burada elektrik verme, tırnak sökme, çıplak bırakma, cinsel işkence ve psikolojik eziyet uygulandığına dair tanıklıklar, uluslararası raporlarla desteklenmiştir.

Medya kanıtları bu dönemi en çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. 22 Aralık’ta Al-Mayadin’de sızdırılan ses kayıtlarında HTŞ üyeleri, “kameralar önünde iyi davranın, sonra gereğini yaparız” ifadesiyle esirlere uygulanan sahte insancıllığı itiraf etmişti. 25 Aralık’ta Homs’ta Alevi protestoculara doğrudan ateş açıldı. 30 Aralık’ta Hristiyanların yaşadığı Maaloula’da toplu göç başlatıldı, çok sayıda ev ateşe verildi. 3 Ocak’ta ise Wadi al-Dahab’ta sokakta yürüyen siviller HTŞ militanları tarafından “kâfir” denilerek linç edildi. Bunların tümü görüntü ve tanıklıklarla belgelendi.

Bütün bu gelişmeler, uluslararası hukuka göre açık şekilde “soykırım” suçunu oluşturmaktadır. 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre, bir grubun tümüyle veya kısmen yok edilmesi amacıyla gerçekleştirilen öldürme, ağır fiziksel veya zihinsel zarar verme, yaşam koşullarını ortadan kaldırma ve zorla göç ettirme gibi eylemler, bu suçu tanımlar. HTŞ’nin Alevilere karşı uyguladığı bu sistematik şiddet politikaları, söz konusu tanımı eksiksiz biçimde karşılamaktadır.

Suriye’nin bu yeni döneminde Aleviler yalnızca bir inanç topluluğu değil; varlık mücadelesi veren, kültürü, hafızası, insanları yok edilmek istenen bir halktır. Katliamlarla başlayan bu süreç, ilerleyen aylarda tehcir ve demografik mühendislik operasyonlarına dönüşecektir. Dergimizin bu özel dosyasında, tanıklıklar, belgeler, video kayıtları ve uluslararası hukuk normları ışığında bu soykırımı kayda geçirmeye devam edeceğiz.

Bölüm II – Tehcir, Zorla Göç ve Demografik Dönüşüm

(Şubat – Mart 2025)

Suriye’de 2025 yılının Şubat ayı, Alevi topluluğu için yeni bir dönüm noktası oldu. Katliamlarla başlayan yok etme süreci, artık fiziksel tasfiyeden mekânsal yok etmeye, yani demografik mühendisliğe evrildi. Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ) rejimi, Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı kıyı ve iç bölgelerde sistematik bir göç ettirme ve nüfus değiştirme stratejisi izlemeye başladı. Bu strateji, yerel halkın zorla tahliyesini, mallarının gasp edilmesini ve yerlerine dışarıdan getirilen yabancı cihatçı unsurların yerleştirilmesini içeriyordu.

HTŞ’nin bu süreçte uyguladığı yöntemler çok katmanlıydı. Bir yandan doğrudan şiddet ve tehdit kullanılırken, diğer yandan “geçici güvenlik önlemleri”, “nüfus kaydı denetimi” veya “cihad emirliği bölge planlaması” gibi idari gerekçelerle kitlesel sürgünler organize edildi. Bu politikanın hedefinde, özellikle Lazkiye, Tartus, Hama ve Homs kırsalındaki Alevi köyleri ve mahalleleri vardı.

Şubat ayının ilk haftasında Latakia’ya bağlı Datour ve Khan al-Joz mahallelerinde başlayan tehcir dalgası, sadece birkaç gün içinde yüzlerce aileyi etkiledi. BBC muhabiri Quentin Sommerville’in sahadan aktardığına göre, silahlı HTŞ militanları siyah araçlarla mahallelere girerek, aileleri gece yarısı pijamalarıyla dışarı çıkmaya zorladı. Evler boşaltıldıktan hemen sonra HTŞ’ye bağlı militanların aileleri bu yapılara yerleştirildi. Evden zorla çıkarılan bir Alevi aile bireyi şunları söylüyordu: “Evimizi, içindeki ekmeğimizi bile almadan terk ettik. Ertesi sabah bizim yerde onların çocukları oynuyordu.”

Benzer bir durum, Hama’daki Fahel, al-Suqaylabiyah ve Rabiah köylerinde de yaşandı. Silahlı HTŞ birlikleri, köylere girerek halkı sabaha kadar süre vererek tahliyeye zorladı. Tahliye etmeyenlerin evleri yakıldı, tarım arazileri kamulaştırıldı ve bölgeye HTŞ’nin müttefiki olan yabancı savaşçılar yerleştirildi. Bu savaşçılar arasında Pakistan, Libya, Tunus, Çeçenya ve Afganistan kökenli militanlar da yer almaktaydı. Bu durum, uluslararası hukukta “etnik temizlik” tanımıyla birebir örtüşmektedir.

Zorla göç sürecinin yalnızca fiziksel bir yer değiştirme değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyolojik bir yıkım süreci olduğu görülmektedir. Göç ettirilen aileler, genellikle dağ köylerine, ormanlık alanlara veya güvenli olmayan sınır bölgelerine sürülmekteydi. Temel yaşam koşullarından mahrum bırakılan bu insanlar, sağlık hizmetlerine, gıdaya ve eğitime erişemeyecekleri alanlara itilmekteydi. Bazı Alevi aileler, Suriye-Lübnan sınırına kaçarken HTŞ milislerinin ellerine esir düştü. Videolar, teslim edilen Alevi askerlerin ve sivillerin kameralar kapandıktan sonra açık alanda dövüldüğünü ve aşağılandığını gösteriyor.

Bu dönemde HTŞ yetkililerinin demeçlerinde, göç ettirilen insanların “savaşın doğası gereği” ya da “rejime yakınlıklarından ötürü tehdit oluşturdukları” iddia ediliyordu. Ancak bu ifadeler, soykırımın klasik inkâr stratejilerinden biridir. Gerçekte olan ise, bir mezhebin demografik ve kültürel olarak coğrafyadan silinmesidir.

Şubat ayının son haftasına gelindiğinde, sivil toplum kuruluşlarının hazırladığı raporlarda, Homs ve çevresindeki köylerden en az 3.000 ailenin yerinden edildiği belirtilmiştir. Latakia’nın kıyı şeridi boyunca uzanan yerleşimlerde Alevi nüfusun oranı %50’lerden %20’nin altına düşmüş, bu boşluğa ise HTŞ yanlısı selefi nüfus yerleştirilmiştir.

Bu dönemde birçok kadın, yaşlı ve çocuk yürüyerek dağ yollarından göç etmeye zorlanmış, bazıları donarak veya açlıktan ölmüştür. Özellikle 23 Şubat’ta Lazkiye kırsalında kaçmakta olan bir ailenin 2 yaşındaki çocuğunun cansız bedeni, uluslararası basında yankı uyandırmış; ancak bu durum bile HTŞ rejiminin politikalarını durdurmaya yetmemiştir.

Soykırım yalnızca katliamla yapılmaz. Yerinden edilen her aile, yıkılan her türbe, boşaltılan her ev birer kültürel ve demografik imhadır. HTŞ’nin yürüttüğü tehcir politikası, Suriye’nin dini ve etnik çoğulculuğunu ortadan kaldırmayı amaçlayan uzun vadeli bir planın parçasıdır. Yerel kaynaklara göre, bu süreçte Alevilere ait mezarlıklar, okullar, cem evleri ya da ziyaretgâhlar ya yıkılmış ya da selefi sembollerle dönüştürülmüştür.

Bu gelişmeler, 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve 1998 Roma Statüsü çerçevesinde açıkça savaş suçu ve insanlığa karşı suçlar kapsamına girer. Yerinden edilme, zorla mülksüzleştirme ve nüfus değişimi, uluslararası ceza hukuku bakımından ağır ihlaller olarak kabul edilir.

Şubat ve Mart 2025’te yaşananlar, Suriye’nin kuzey ve batısındaki Alevi varlığını topyekûn hedef alan ikinci dalga soykırımın göstergesidir. Bu dönemi sadece bir “zorunlu göç” olarak nitelendirmek, yaşanan acının ölçeğini küçültmek olur. Aleviler artık sadece canlarını değil, kimliklerini, tarihlerini ve topraklarını da kaybetmektedir.

15 Mart 2025 tarihinde Köln’de Alevi kurumlarının Suriye‘deki soykırıma karşı yaptıkları mitingten görüntüler

Bölüm III – Dini ve Kültürel Yok Oluş

Türbe Yıkımları, Dini Lider Suikastleri ve İnançlara Saldırı (Mart – Nisan 2025)

Suriye’de yaşanan trajedinin en derin ve sessiz çığlıklarından biri, kültürel ve dini hafızanın sistematik biçimde hedef alınmasıdır. Katliamlar ve zorunlu göçlerle birlikte, Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ) yönetiminin uyguladığı bir diğer politika da Alevi inancının ve geleneğinin fiziksel izlerini ortadan kaldırma stratejisidir. Bu yönüyle soykırım, yalnızca insan bedenine değil; aynı zamanda hafızaya, kutsala, sembole ve kimliğe yönelmiş çok boyutlu bir yıkım halini almıştır.

Mart 2025’in ilk haftalarında Lazkiye’nin Datour mahallesinde gerçekleşen saldırılar yalnızca sivilleri değil, aynı zamanda Alevilere ait kutsal mekanları da hedef aldı. Mart ayının 4’ü ile 7’si arasında gerçekleşen ve insanlık dışı boyutlara ulaşan saldırılar sırasında çok sayıda ev, okul ve ziyaretgâh yakıldı. Alevi inancının toplumsal hafızasında önemli bir yere sahip olan şeyh türbeleri ve cem alanları, HTŞ militanlarınca “bidat unsuru” olarak ilan edildi ve ya tamamen tahrip edildi ya da üzerine HTŞ’ye ait semboller yerleştirildi. Bu saldırılar sırasında 2.246 Alevi sivilin öldürüldüğü, 25 ayrı katliamın üç gün içinde kaydedildiği ve 800’ün üzerinde videonun delil olarak toplandığı İnsan Hakları ve İnsani Takip Komitesi tarafından açıklanmıştır.

Bu süreç yalnızca fiziksel tahribatla sınırlı kalmamış, dini liderlere yönelik suikastler ve kaçırmalar da aynı hızda devam etmiştir. Ocak sonundan itibaren artan saldırılar, Mart ayında yoğunlaşmış ve Suriye’nin farklı bölgelerinde Alevi din insanları ya öldürülmüş ya da kaybedilmiştir. Özellikle dikkat çeken bir örnek, Lazkiye’ye bağlı Danibah köyünde yaşayan 65 yaşındaki Şeyh Ali Deeb Abu Rami ve eşinin kaçırılıp iki gün sonra işkence izleriyle yol kenarına bırakılan bedenleri olmuştur. Bu olay, hem yerel halkta hem de dini camiada büyük bir infiale neden olmuş; buna rağmen HTŞ yetkilileri olayla ilgili herhangi bir açıklama yapmamıştır.

Bir başka kritik olay ise Abu Abdullah al-Hussein al-Hasibi türbesine yönelik saldırıdır. Aleppo’daki Meyseloun semtinde bulunan bu türbe, Alevilik inancında “ikinci kurucu” kabul edilen ve Nusayri geleneğini biçimlendiren en önemli figürlerden biri olan al-Hasibi’ye aittir. 1 Aralık 2025’te HTŞ’ye bağlı militanlar tarafından saldırıya uğrayan türbe, yakılarak kullanılamaz hale getirildi. Türbeyi korumaya çalışan beş gönüllü sivil infaz edildi ve bu infaz anı, sosyal medya platformlarında propaganda aracı olarak paylaşıldı. Bu eylemin amacı yalnızca yok etmek değil; aynı zamanda kutsala karşı psikolojik bir üstünlük kurma stratejisidir.

Dini liderlerin ve türbelerin hedef alınması, uluslararası hukukta kültürel soykırımın en temel göstergelerindendir. 1954 tarihli Lahey Kültürel Mirası Koruma Sözleşmesi ve 1998 Roma Statüsü’ne göre, dini ve kültürel mekanların kasten yok edilmesi, savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamındadır. Ayrıca, 2007 yılında UNESCO tarafından kabul edilen “Silahlı Çatışmalarda Kültürel Mirasın Korunmasına Dair Kılavuz” bu tür saldırıların yargılanabilir nitelikte olduğunu vurgular.

HTŞ’nin bu dönemde yürüttüğü ideolojik propaganda da dikkat çekicidir. Mart ayında yayınlanan bazı bildiri ve hutbelerde, Aleviliğin “İslam dışı”, “dönüştürülmesi gereken bir sapkınlık” olduğu belirtilmiş; halkın bu türbelere gitmemesi gerektiği empoze edilmiştir. Ayrıca, bazı sosyal medya hesaplarında Alevilere ait mezarlıkların tahrip edildiği görüntüler paylaşılmış, bazı bölgelerde Alevi mezar taşlarının üzerine İslamcı sloganlar kazındığı belgelenmiştir.

Bu tür saldırılar, yalnızca bir inanca değil; bir topluluğun tarihine, köklerine, hafızasına ve varoluş hakkına yöneltilmiş kasıtlı bir silme hareketidir. Dini alanın yok edilmesi, doğrudan inanç pratiklerinin engellenmesiyle birlikte kimliksizleştirme amacını güder. Zira soykırım yalnızca fiziki yok etmeyi değil; aynı zamanda kültürel ve manevi yok etmeyi de içerir.

Mart – Nisan 2025 arasında yaşanan bu süreç, HTŞ rejiminin uyguladığı imha politikalarının en belirgin ve belgeli örneklerinden biridir. Katledilen dini liderler, yok edilen türbeler, tahrip edilen mezarlıklar ve tehdit edilen ibadet özgürlüğü, Suriye’de Alevi inancının artık sadece bir inanç sistemi değil; hedefe konmuş, yok edilmek istenen bir kimlik haline getirildiğini açıkça göstermektedir.

Bugün Aleviler, yalnızca yaşama hakkı değil, inanç hakkı da gasp edilmiş bir halk olarak tarih sahnesinde hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Soykırımın bu inanç ve kültür boyutunun görünür hale getirilmesi, uluslararası hukuk açısından hem tanıklık hem de adalet çağrısıdır.

Bölüm IV – Uluslararası Sessizlik ve İkili Standartlar

Diplomatik Tepkiler, Protestolar ve Etik Çöküş

Suriye’de 2024 Aralık’ından itibaren başlayarak hızla bir soykırım boyutuna ulaşan katliamlar, tehcirler ve kültürel yok oluş, şaşırtıcı şekilde uluslararası kamuoyunun büyük bir kısmı tarafından ya görmezden gelindi ya da bilinçli olarak meşrulaştırıldı. Oysa aynı uluslararası sistem, geçmişte benzeri olaylarda daha erken ve daha kararlı refleksler göstermişti. Bosna’da Srebrenitsa, Ruanda’da Tutsi halkı, Myanmar’da Rohingyalar için oluşturulan hukuki, siyasi ve diplomatik mekanizmalar; Suriye Alevileri söz konusu olduğunda devre dışı bırakıldı. Bu durum, insan hakları mücadelesinde çifte standartların ne denli yerleşik hale geldiğini dramatik biçimde gözler önüne sermektedir.

HTŞ yönetimi, iktidara geldikten sonra uluslararası imajını yumuşatmak adına bir dizi sembolik hamleye başvurdu. En dikkat çekeni, lideri Ahmed el-Şaraa (Colani) hakkında ABD tarafından konmuş olan 10 milyon dolarlık ödülün Aralık 2024’te kaldırılması oldu. ABD Dışişleri yetkililerinin Colani ile “geçiş süreci ve kapsayıcı yönetim” konusunda temaslar kurduğu, basına sızan diplomatik belgelerle ortaya çıktı.

Bu adım, özellikle Batı medyasında “HTŞ değişiyor mu?” başlığıyla yorumlandı. Sakalını kesmiş, kravat takmış ve Batı başkentlerinde boy gösteren bazı HTŞ yöneticileri üzerinden, örgütün geçmişinden kopmakta olduğu yönünde bir propaganda yürütüldü. Ancak sahada belgelenmiş binlerce cinayet, tecavüz, zorla göç ettirme ve kültürel yıkım bu makyajı kolayca silip atmaya yetiyordu.

Öte yandan Avrupa’da bazı ülkeler, rejimin katliamlarına karşı ihtiyatlı eleştiriler sunsa da, HTŞ’nin radikal İslamcı ideolojisine karşı net bir duruş sergilemekten kaçındı. Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde dışişleri bakanlarının ortak açıklamalarında, yeni yönetimin “azınlıkların güvenliğini sağlamakla yükümlü” olduğu hatırlatıldı. Ancak sahada bu azınlıklar katledilirken, Batı başkentlerinden gelen bu açıklamalar cılız kalıyor; diplomatik uyarılar etkisiz hale geliyordu.

Aynı dönemde, Almanya merkezli Uluslararası İnsan Hakları Derneği (IGFM), Bistum Regensburg ve PRO gibi Hristiyan medya organları, Hristiyan azınlıkların karşı karşıya kaldığı tehditleri sıklıkla gündeme taşıdı. Kiliselere yönelik saldırılar, başörtüsü zorunluluğu, Noel ağacının yakılması gibi olaylar bu raporlarda yer buldu. Ancak Alevi toplumuna yönelik soykırım ve tehcir politikalarına dair somut vurgular, yalnızca birkaç bağımsız medya kuruluşu tarafından kayda geçirildi.

Bu bağlamda dikkat çeken bir başka gelişme, uluslararası toplumun tepkisizliği karşısında Avrupa’daki Alevi kurumlarının doğrudan harekete geçmesidir. 28 Ocak 2025’te Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu, Avrupa Arap Alevileri Federasyonu ve Alevi Bektaşi Federasyonu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvuruda bulundu. Başvuruda, işlenen suçların 1948 BM Soykırım SözleşmesiCenevre SözleşmeleriRoma Statüsü ve Azınlık Hakları Bildirgesi çerçevesinde savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırım kapsamına girdiği ayrıntılı olarak ortaya kondu.

Aynı haftalarda, Almanya’nın Hamburg kentinde 10 Ocak 2025 tarihinde düzenlenen kitlesel protesto, Suriye’deki azınlıkların yaşadığı krizi uluslararası kamuoyuna duyurmayı amaçladı. Suroyo TV’nin canlı yayınladığı gösteride, Süryani, Alevi ve Hristiyan topluluk temsilcileri HTŞ rejimini “terör eliyle kurulan etnik-dini temizlik yönetimi” olarak tanımladı. Bu protesto, Batı basınının görmezden geldiği gerçekleri halklar düzeyinde sahiplenme örneği olarak kayda geçti.

Bu dönemde yaşananlar yalnızca uluslararası siyasetin ahlaki erozyonunu değil, aynı zamanda “insan hakları” kavramının ne denli seçici kullanıldığını gösterdi. Batı başkentlerinde bir kadının başörtüsüne müdahale, haftalarca manşet olurken; Lazkiye kırsalında yakılan çocuklar, toplu mezarlara gömülen siviller ve paramparça edilen türbeler sessizliğe mahkum edildi. Küresel vicdan, jeopolitik menfaatlerle susturulmuştu.

Alevi topluluğunun yaşadığı bu süreçte, diplomatik düzeyde tam bir izolasyon yaşanması, uluslararası sistemin yapısal çöküşünü de gözler önüne serdi. BM Güvenlik Konseyi’nin harekete geçmemesi, ICC’nin soruşturma başlatmaması ve Batı’nın “ılımlı HTŞ” hayaline kapılması, gelecekte yaşanacak daha büyük krizler için tehlikeli bir emsal oluşturmaktadır.

Bölüm V – Tanıklıklar, Video ve Belge Kanıtları

Görünmez Soykırımın Görsel Arşivi

Suriye’de Aralık 2024’ten itibaren Alevi topluluğuna yönelik başlatılan soykırımın en çarpıcı boyutu, sessizlikle örülmüş bu kıyımın görsel ve dijital izlerle bizzat belgelenmiş olmasıdır. Binlerce kişinin gözaltına alındığı, yüzlercesinin katledildiği, kutsal mekânların yıkıldığı bu süreç, yalnızca tanık anlatımlarıyla değil; video kayıtları, ses dosyaları, sosyal medya içerikleri ve WhatsApp mesajlarıyla da belgelenmiştir. Bu materyaller, bir halkın silinmeye çalışılan varlığına dair hem tarihsel bir hafıza hem de hukuki bir delil teşkil etmektedir.

Görsel kanıtların büyük çoğunluğu, bizzat saldırıları gerçekleştiren grupların kendi iç yazışmaları, propaganda videoları ve şantaj mesajları üzerinden açığa çıkmıştır. HTŞ militanlarının oluşturduğu “Euphrates Shield News” adlı WhatsApp grubunda, birçok kez “kamera önünde iyi davranın, sonra infaz edin”, “öldürdüğünüzü paylaşmayın, Batı izliyor” gibi ifadeler geçen sesli mesajlar ve yazışmalar bulunmuştur. Bu içeriklerde, suçun inkâr edilmediği; aksine bilinçli olarak perde arkasına çekilmek istendiği açıkça görülmektedir.
📎 [Kaynak: 32†Videos-Descriptions]

Belirli tarihlerde gerçekleşen bazı olaylar, video kayıtları ve tanıklıklarla doğrulanmıştır:

  • 7 Aralık 2024 – Hama, Rabia ve Zaghbah köyleri: Silahsızlandırılmış Alevi köylerine gece baskınları düzenlendi. Erkekler kurşuna dizildi, kadın ve çocuklar evlerinde diri diri yakıldı.
  • 22 Aralık 2024 – Al-Mayadin, Deir ez-Zor: Ses kayıtlarında HTŞ üyeleri, esirlerin kameralar önünde “iyi muamele” gördüğünü gösterip, ardından infaz ettiklerini itiraf etti.
  • 25 Aralık 2024 – Homs, Al-Hadara Caddesi: Barışçıl Alevi göstericilere doğrudan ateş açıldı. Çok sayıda sivil yaralandı.
  • 27 Aralık 2024 – Maaloula: Hristiyanlar göçe zorlandı, kiliseler yakıldı, mezarlıklar tahrip edildi.
  • 5 Ocak 2025 – Homs: 90 kişinin yakılarak öldürüldüğü büyük katliamda görüntüler sosyal medyaya sızdırıldı.
  • 9 Ocak 2025 – Latakia, Ain Sharqia: Alevi bir çiftçi ailesi, tarlada çalışırken vurularak öldürüldü.
  • 21–24 Ocak 2025 – Homs – Tartus: HTŞ’nin “yerel güvenlik güçleri” tarafından gözaltına alınan 35 kişi işkenceyle öldürüldü, cesetleri sokak ortasına bırakıldı.

Bu olaylara ilişkin videolar yalnızca saldırganlar tarafından değil, olay yerindeki siviller, kaçabilen tanıklar ve gazeteciler tarafından da kayda alınmıştır. 2025 Ocak ayında bir grup Alevi hukukçu tarafından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunulan başvuru dosyasına bu videolar fiziksel olarak USB bellek içinde teslim edilmiş ve uluslararası kamuoyuna kanıt olarak sunulmuştur.

Öne çıkan video kanıtlarının özetlenmiş örnekleri:

TarihOlay Tanık / Medya Notu
22.12.2024Esirlere kamera önünde iyi muamele, ardından gizli infazSesli itiraf, WhatsApp grubu
27.12.2024Alevi vatandaşlara “Dinin ne?” sorusu sonrası hakaret ve dayakYol kesme görüntüsü, sosyal medya
28.12.2024Hristiyan mahallesinde IŞİD bayrağı açılmasıBab Touma, Şam – Video kaydı
03.01.2025Savunmasız sivillere linç girişimiWadi al-Dahab, Homs – görsel kayıt
04–07.03.2025Latakia’daki Datour mahallesinde 600’ün üzerinde infazToplu mezar görüntüleri, saha görüntüsü

Bu belgelerin tamamı, yalnızca akademik çalışmalar için değil; aynı zamanda uluslararası mahkemelerde delil niteliğitaşıyabilecek özgünlükte içeriklerdir. Özellikle 23 Mart 2025 tarihli “Human Rights and Humanitarian Follow-up Committee” raporunda 800’ün üzerinde görsel delil kataloglanmış ve 2.246 kurbanın ismi teyit edilmiştir.
📎 [Kaynak: 33†The Alawites; 30†UN Application; İnsan Hakları Komitesi Raporu, 23.03.2025]

Bu kayıtlar, soykırımın yalnızca sayı ve teori değil, insan bedenine, inancına, kimliğine ve belleğine indirilen somut bir darbe olduğunu belgelemektedir. Görüntülerde ağlayan çocuklar, annesini sırtlayan yaşlılar, yıkılmış mezar taşları ve kurşunlanmış türbeler yer almakta; bu sahneler Alevi toplumunun çığlığına dönüşmektedir.

Bu bölüm, bir medya arşivinden ibaret değildir. Aynı zamanda gelecekte açılacak uluslararası yargılamaların, soykırımı inkâr edenler karşısında tarihin susmayacağını gösterecek kanıtlardır. Her bir kare, her bir çığlık, bir halkın yok edilişine karşı insanlığın belleğinde yer etmesi gereken tanıklıklardır.

Bölüm VI – Uluslararası Hukuki Değerlendirme ve Sorumluluk

Soykırım Sözleşmesi, Roma Statüsü ve R2P Bağlamında

Suriye’de Aralık 2024’ten itibaren Alevi topluluğuna yönelik yürütülen operasyonlar, sadece yerel bir şiddet dalgası değil, uluslararası ceza hukukunun tanımladığı biçimiyle açık bir soykırımdır. Bu tanım, yalnızca duygusal ya da etik bir ifade değil; çok sayıda uluslararası sözleşmeye, mahkeme kararına ve insan hakları normuna dayanır.

1. 1948 Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (UNGC)

Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen bu sözleşmenin 2. maddesi, soykırımı şöyle tanımlar:

“Bir ulusal, etnik, ırksal veya dini grubu tamamen ya da kısmen yok etmek amacıyla, bu gruba karşı gerçekleştirilen öldürme, ağır bedensel veya zihinsel zarar verme, yaşam koşullarını yok edici eylemler, doğumları engelleme ve çocukları başka bir gruba aktarma.”

Suriye’de Alevi topluluğuna karşı gerçekleştirilenler bu tanımın birden fazla maddesini karşılamaktadır:

  • Katliamlar ve toplu infazlar → (Madde II-a)
  • İşkence, yakma, canlı canlı gömme → (Madde II-b)
  • Tehcir, açlığa terk etme, barınaksız bırakma → (Madde II-c)
  • Alevi kadınların sistematik cinsel şiddete uğraması → (Madde II-d) 📎 [Kaynak: 30†UN Application; 31†UNSC Petition; 33†The Alawites]

Bu suçlar, sadece “savaş ortamı” gerekçesiyle hafifletilemez; çünkü grubun dini kimliği hedef alınmakta, eylemlerin amacı bu grubun varlığını ortadan kaldırmaktır.


2. 1998 Roma Statüsü – Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC)

Roma Statüsü’nün 7. ve 8. maddeleri, sırasıyla “insanlığa karşı suçlar” ve “savaş suçları”nı tanımlar:

  • Madde 7: Öldürme, tehcir, işkence, cinsel şiddet, din temelinde zulüm insanlığa karşı suçtur.
  • Madde 8: Sivil nüfusa yönelik kasıtlı saldırılar, silahsız insanlara işkence ve kutsal mekânların yıkımı savaş suçudur.

HTŞ rejiminin 2024–2025 dönemindeki uygulamaları bu maddelerin her birini ihlal etmektedir:

  • 2.246 kişinin öldüğü katliamlar (Mart 2025)
  • Alevi kadınlara yönelik toplu tecavüz ve işkence
  • Türbelerin yakılması, mezarlıkların tahribi
  • Hristiyanlara, Kürtlere ve Alevilere yönelik sistematik dini temizlik

Roma Statüsü kapsamında bu suçlardan sorumlu kişiler –ki aralarında HTŞ lideri Ahmed el-Şaraa (Colani) ve atanmış bölge valileri yer almaktadır– bireysel olarak yargılanabilir.
📎 [Kaynak: 30†UN Application; 34†Alman Basını; ICC Hukuki Yorumlar]


3. 2005 – R2P İlkesi (Responsibility to Protect)

“Koruma Sorumluluğu” (R2P), BM Genel Kurulu’nca 2005’te kabul edilen ve 4 temel suçun önlenmesini devlete yükleyen ilkedir:

  • Soykırım
  • Savaş suçları
  • Etnik temizlik
  • İnsanlığa karşı suçlar

Suriye’deki HTŞ rejimi, bu dört suçun tamamını işlediği gibi, merkezi devlet de azınlıkları koruyamamakta, aksine suça ortak olmaktadır. Bu durumda R2P’ye göre:

  • Uluslararası toplum, müdahale etmeye yetkili ve sorumludur.
  • Sadece diplomatik değil, gerekirse insani müdahale zorunlu hale gelir.

Ancak bu ilke, Suriye özelinde hâlâ uygulanmamış, BM Güvenlik Konseyi’nde siyasi blokajlar nedeniyle harekete geçilememiştir. Bu durum R2P’nin ahlaki ve hukuki güvenilirliğini sorgulatmaktadır.


4. Lahey Sözleşmeleri, ICCPR ve CAT

  • Lahey 1954: Kültürel mirasın silahlı çatışmalarda korunması. Türbelerin ve kiliselerin yıkımı → ihlal.
  • ICCPR (1966): İnanç, ibadet ve yaşam hakkı → ihlal.
  • CAT (İşkenceye Karşı Sözleşme): Alevi tutuklulara yönelik belgelenmiş işkenceler → ağır ihlal.

📎 [Kaynaklar: 30†UN Application; 33†The Alawites; SOHR, HRW, ICC sözleşmeleri]


5. Uluslararası Sorumlular ve Yargılanabilir Aktörler

Belgeler, tanıklar ve medya içerikleriyle sabittir ki:

  • HTŞ lideri Ahmed el-Şaraa
  • Bölge valileri (örneğin Anas el-Ayrout – Tartus Valisi)
  • HTŞ askeri komutanları
  • Sessiz kalan ve işbirliği yapan yerel idareciler
    → Bu isimlerin tamamı Roma Statüsü’ne göre yargılanabilir.

Uluslararası Sistem Test Ediliyor

Tarih boyunca soykırımlar, “çok geç kalındığında” tanındı. Suriye’de bugün belgeleriyle, tanıklarıyla, videolarla açıkça yaşanan bir etnik-dini imha girişimi vardır. Buna rağmen hâlâ sessizlik hâkimse, sorun yalnızca Suriye’de değildir – sorun uluslararası vicdandadır.

Alevilere yönelik yürütülen bu sistematik yıkım, uluslararası hukuk açısından hem önlenebilir bir soykırımdır hem de yargılanabilir bir suç zinciridir. Sessizlik, tarafsızlık değildir; işlenen suça ortak olmaktır.

25 Ocak 2025 tarihinde Frankfurt’ta gerçekleştirilen miting ve protesto yürüyüşü

Bölüm VII – Sonuç ve Tarihe Not

Suriye Alevileri Neden Hâlâ Ayakta?

2024’ün Aralık ayında başlayan süreç, sadece bir rejimin çöküşü değil, bir halkın topyekûn hedef alınarak yok edilmek istendiği organize bir soykırımın başlangıcıydı. Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) liderliğindeki yapı; Alevileri geçmişin intikam objesi, bugünün ideolojik düşmanı, geleceğin yok edilmesi gereken unsuru olarak tanımladı. Fakat bu karanlık planlara rağmen, Suriye Alevileri hâlâ ayakta.

Bu sorunun cevabı sadece fiziki bir direnişte değil; kolektif hafızada, inançta, kültürel mirasta, hayatta kalma inatçılığında saklıdır. 14 yüzyıldır coğrafyanın en kadim topluluklarından biri olan Aleviler, tarih boyunca da benzer kıyımlardan geçti. Ancak her defasında; inançlarını, değerlerini, dualarını, türbelerini, sazlarını ve sözlerini koruyarak yeniden ayağa kalktılar. Çünkü Alevilik yalnızca bir mezhep değil, bir yaşam felsefesi, bir direnç kültürüdür.

Bu rapor boyunca ortaya koyduğumuz tanıklıklar, belgeler, videolar, yıkılan türbeler, yakılan köyler, işkence altında kaybedilen canlar… Hepsi sadece bir yıkımı değil, aynı zamanda bir direnişin belgeleridir. Çünkü bu belgeler, Alevilerin sahipsiz olmadığını, bu suçların tarihe yazıldığını, unutulmayacağını göstermektedir.

Bugün Lazkiye’de, Tartus’ta, Hama’da, Homs’ta ailesini toprağa vermiş bir dede; türbesi yıkılmış bir ziyaretçi; yürürken hakaret yemiş bir genç kız; türkü söylemeye devam eden bir yaşlı kadın… Her biri, bu toprakların sesi, hafızası ve direnişidir.

Bu yazı, bir tarihsel belge, bir çağrı ve bir utanç defteri olarak kaleme alındı. Tarihe not düşmek, yalnızca akademik bir görev değil; aynı zamanda insan kalabilme cesaretidir. Sessizlik, suç ortaklığıdır. Tanıklık etmek, adaletin ilk adımıdır.

Biz bu yazıda tanıklık ettik. Geriye kalansa, bu tanıklığın karşılık bulacağı bir dünya düzenini hep birlikte inşa etmektir.

Çünkü bazen “Neden bu kadar sessiz kaldık?” sorusu, “Neden hiçbir şey yapmadık?” kadar ağırdır.

Uluslararası Suç Ortakları

Suriye Alevilerine Yönelik Soykırımın Sessiz Müttefikleri

2024 Aralık ayından itibaren Suriye’de Alevi topluluğuna yönelik başlayan sistematik imha süreci, yalnızca sahadaki radikal silahlı grupların işi değildi. Bu kıyım, aynı zamanda uluslararası sistemin sessizliği, Batılı başkentlerin hesapçı diplomatik çıkarları, komşu ülkelerin mezhebi çifte standartları ve küresel kurumların işlevsizliğiyle birlikte şekillendi. Alevi çocuklar diri diri yakılırken, kadınlar kaçırılırken, kutsal türbeler yıkılırken; dünya, bu karanlığın ya failiydi ya da suç ortağı.

En başta Amerika Birleşik Devletleri’nin tavrı, bu soykırım sürecinin meşrulaşmasına doğrudan hizmet etti. HTŞ lideri Ahmed el-Şaraa (Colani), El-Kaide ve IŞİD geçmişine rağmen 2024 sonunda Washington tarafından “temiz sayfa açılan” bir aktör haline getirildi. Hakkındaki 10 milyon dolarlık ödül sessizce kaldırıldı. Ardından diplomatik temaslar kuruldu. ABD, “ılımlı cihatçılarla geçiş hükümeti” kurgusu üzerinden Colani rejimini dolaylı yoldan tanımış oldu. Oysa bu temaslar sürerken HTŞ militanları Hama’da köyleri ateşe veriyor, kadınlara toplu tecavüz ediyor, türbeleri yıkıyordu. Washington’un diplomatik mühendisliği, Alevilere ölüm, Colani’ye meşruiyet getirdi.

Türkiye’nin rolü daha karmaşık ama daha ürkütücüdür. Resmî olarak HTŞ’yi terör örgütü saymayan Ankara, uzun yıllardır bu yapıyla ideolojik yakınlık kurmuş Suriye muhalefetinin önemli bir hamisidir. 2024 sonrası süreçte Alevilere yönelik katliamlar basına yansımasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti devletinden tek bir açıklama yapılmadı. Ne bir kınama, ne bir diplomatik girişim, ne de Alevi toplumunun yanında duracak bir duruş… Sessizlik, bu kez coğrafyanın içinden yükseldi ve faillerin elini rahatlattı. Türkiye bu süreçte yalnızca susmadı; aynı zamanda Suriye’nin selefi temelli siyasi yapılanmalarına zemin hazırlayan tarihsel angajmanlarının bedelini Aleviler’e ödetti.

Avrupa cephesi daha rafine ama bir o kadar da ikiyüzlü bir pozisyonda duruyordu. Fransa, HTŞ’yi resmî olarak terör örgütü kabul etmesine rağmen Suriye’de yeni rejime karşı ne bir yaptırım geliştirdi ne de Alevilere karşı işlenen soykırımı açıkça tanımlayabildi. “Geçiş süreci gözlemleniyor” türünden bürokratik cümlelerle cinayetlerin üzeri örtüldü. Almanya ise medyasında (DW, WDR, Junge Welt) soykırımı belgelerle işledi ama hükümet düzeyinde tek bir açıklama dahi yapılmadı. Berlin, Alevi kurumlarının çağrılarını cevapsız bırakarak Batı’daki sessizliğin sembolüne dönüştü. Kamuoyu biliyordu, devlet susuyordu.

Bu süreçte Rusya, daha çok susarak alan açan bir ortak olarak tarihe geçti. Esad rejiminin son dönemlerinde askeri gücünü geri çeken Moskova, özellikle Lazkiye ve Tartus hattındaki Alevi bölgelerinde savunmasızlık yarattı. HTŞ’nin saldırılarının büyük kısmı bu alanlarda gerçekleşti. Rusya, soykırımı doğrudan işlemedi ama zemini hazırladı. Diplomatik olarak da “Suriye’nin iç meselesi” ifadesinin ardına sığınarak uluslararası hukuktan kaçındı.

İran’ın tavrıysa tarihsel mezhebi gerilimlerin gölgesinde kaldı. Teorik olarak “Alevilere yakın” bir çizgide durması gereken İran, pratikte bu toplumu yalnızlığa terk etti. Ne İran destekli milisler Alevileri korudu, ne de Tahran yönetimi bir diplomatik açıklamayla onların yanında olduğunu gösterdi. İran, Aleviliği Şii eksene dahil saymadığı için, bu mezhebi “stratejik müttefik” olarak değil, “dışsal öteki” olarak gördü ve yaşanan kıyımı görmezden geldi.

Tüm bu devletlerin ötesinde ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin işlevsizliği ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin suskunluğu, küresel düzenin ahlaki çöküşünü belgeledi. Belgelerle, videolarla, tanık ifadeleriyle yapılan başvurulara rağmen Güvenlik Konseyi hâlâ bağlayıcı bir karar almadı. ICC, Colani ve HTŞ liderliği hakkında soruşturma dahi açmadı. Suriye Alevileri tüm bu sistemin terk ettiği bir halk olarak hem fiziksel hem diplomatik olarak yalnız bırakıldı.

Alevilere yönelik bu soykırımda, yalnızca tetiği çeken HTŞ militanları değil; susarak, görmezden gelerek, meşrulaştırarak veya stratejik denge bahanesiyle sessiz kalan herkes suçludur. Çünkü insanlık suçu yalnızca işlenmez – paylaşılır. Bu yüzden tarihe şu satır düşülmelidir:

“Bu suskunluk, Colani’nin kurşunundan daha soğuk ve daha ölümcüldür.”
— Suriye’den bir Alevi kadın, Mart 2025

Utanç Köşesi

Sessizlikle Kurulan Soykırım İttifakı – Avrupa ve Ortadoğu’nun Tarihsel Sorumluluğu

Suriye’de 2024 Aralık ayında başlayan Alevi soykırımı, yalnızca silahlı örgütlerin yürüttüğü bir katliam silsilesi değil, aynı zamanda uluslararası sistemin çeşitli aktörlerinin susarak veya örtülü biçimde onay vererek inşa ettiği kolektif bir suçtu. Bu suç, yalnızca doğrudan failin değil, eylemsiz kalanların, görmezden gelenlerin ve sessizliğini diplomasi diye pazarlayanların ortaklığıyla işlendi.

Bu nedenle artık sadece şunu sormak yeterli değildir: Kim sustu?
Asıl sorulması gereken şudur: Kim, bu soykırımı fiilen destekledi?

Avrupa’nın Ahlaki İflası: Diplomatik Sessizlikten Stratejik Ortaklığa

2025 yılı boyunca Almanya, Fransa ve Avrupa Birliği, Suriye’de HTŞ liderliğindeki radikal yapının yürüttüğü Alevi soykırımını gerek siyasi gerek medya düzleminde izlemeyi tercih etti. Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Colani rejimiyle dolaylı diplomatik temas kurması ve HTŞ’nin kontrolündeki sivil yapılara “insani yardım” adı altında milyonlarca avro aktarması, sadece ihmalkârlıkla açıklanamaz. Bu, fiilî bir işbirliğidir.

Fransa ise, resmî açıklamalarında HTŞ’yi hâlâ terör örgütü olarak tanımlasa da, sahadaki realiteye uyum sağlayan bir dış politika benimseyerek, soykırımı görmezden geldi. Avrupa Birliği ise bu süreç boyunca Suriye Alevilerine yönelik işlenen suçlara ilişkin hiçbir resmî gündem oluşturmadı. BM’ye sunulan deliller ve başvurular karşısında yalnızca teknik sessizlikle değil, siyasi isteksizlikle hareket etti.

15 Mart 2025’te Köln’de düzenlenen ve binlerce insanın katıldığı protestoya Avrupa’nın hiçbir kurumu ne gözlemci gönderdi ne de bu kolektif haykırışa kamuya açık bir yanıt verdi. Sessizlik, burada yalnızca korkaklık değil, bilinçli bir tercihti. Çünkü HTŞ gibi yapılarla kurulmuş diplomatik angajmanların sürdürülebilmesi, bu soykırımın göz ardı edilmesini gerektiriyordu.

Ortadoğu’nun Mezhepsel Kapanı: Alevi Olmak Suçsa, Suçun Sessizliği Suç Ortağıdır

Ortadoğu devletlerinin büyük çoğunluğu, Aleviliği tarihsel olarak marjinalleştiren mezhepsel yaklaşımlarının da etkisiyle, bu trajedi karşısında tam bir sessizlik politikası izledi. Ancak bu sessizlik, yalnızca tepkisizlik değil; soykırımı onaylayan yapısal bir pozisyondu.

Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır, HTŞ’nin Alevilere karşı yürüttüğü operasyonlara karşı hiçbir açıklama yapmadı. Medyaları, katliamları haberleştirmedi. Diplomatik mekanizmaları bu konuyu gündemlerine almadı. Bu, ideolojik arka planı olan bilinçli bir suskunluktu.

Türkiye’nin pozisyonu ise yalnızca sessizlikle açıklanamaz. Ankara, HTŞ’yi resmî olarak terör örgütü kabul etmemekte, ılımlı muhalif bir yapı olarak tanımlamakta; hatta geçmiş yıllarda bu yapıya dolaylı olarak lojistik ve siyasi destek sağlamış olmaktadır. Alevi bölgelerine yönelik etnik ve inanç temelli saldırılar sürerken Türkiye’den ne bir kınama geldi ne de herhangi bir diplomatik refleks gösterildi. Bu suskunluk, bir tür diplomatik inkâr değil, etkin bir pasif onaydır.

İran, teorik olarak Aleviliğe yakın bir mezhebi temsile sahip olsa da, pratikte bu topluluğa yönelik hiçbir koruyucu adım atmamıştır. Alevilerin Şiilik içinde yer almadığına dair geleneksel yaklaşım, Tahran’ın bu sessizliğiyle birleşerek, mezhebi kırılganlıkların soykırımı meşrulaştıran ideolojik bir zemin olarak işlediğini göstermektedir.

Pakistan, Endonezya, Tunus, Ürdün, Cezayir ve Malezya gibi ülkelerden de tek bir açıklama dahi gelmemiştir. Bu devletlerin tamamı, Suriye Alevileri ile ilgili olarak uluslararası düzeyde herhangi bir hukuki veya siyasi girişimde bulunmamıştır. Bu kolektif ilgisizlik, İslam dünyasında mezhep dışı inançlara karşı yapısal bir duyarsızlığın açık bir yansımasıdır.

Tarih Not Tutuyor: Bu Sessizlik, Bir Politika Biçimidir

Suriye Alevilerine yönelik soykırım, 21. yüzyılda işlenmiş en sistematik ve belgeli etnik-dini kıyımlardan biridir. Bu kıyım, yalnızca radikal cihatçı bir yapı tarafından değil, Avrupa’nın stratejik suskunluğu ve Ortadoğu’nun ideolojik inkârı ile mümkün olmuştur.

Sessizlik, bir tercih; bu tercih ise artık yalnızca ihmalkârlık değil, siyasi suç ortaklığıdır.
Ve tarih, bu tercihi not etmiştir.

“Soykırım yalnızca faillerin değil; görmezden gelenlerin, sessiz kalanların, hatta kınamayanların suçudur.”

Eğitimi Ele Geçirmek: HTŞ Rejiminin Müfredat Darbesi ve Suriye’nin Belleğine Müdahale

2024 Aralık ayında Suriye’de Beşar Esad rejiminin çökmesinin ardından yönetime el koyan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ), yalnızca siyasi ve askeri alanı değil, toplumsal yaşamın en temel damarlarını da hızla dönüştürmeye başladı. Bu dönüşümün belki de en kritik başlığı ise eğitim sistemi oldu. Çünkü eğitim, yalnızca bilgi üretiminin değil, kimlik inşasının ve gelecek kuşakların düşünsel sınırlarının belirlendiği temel zemindir. HTŞ, bunu çok iyi biliyordu.

Yeni rejimin daha ilk aylarında “eğitim reformu” adı altında başlattığı değişiklikler, kamuoyunda bir müfredat düzeltmesi değil, bir ideolojik darbe olarak yankı buldu. Üstelik bu “darbe”, yalnızca içerikte değil, kavramların, değerlerin, simgelerin ve tarihsel anlatıların en derin katmanlarında gerçekleşti.

Müfredatta Neler Değiştirildi?

HTŞ’nin Eğitim Bakanlığı, 2025 yılı başında yaptığı duyurularla bazı ders kitaplarında “düzeltmeler” yaptıklarını açıkladı. Ancak bu düzeltmelerin niteliği, sahadaki gerçeklikle birleştiğinde, bir eğitim politikası olmaktan çok bir inanç dayatması ve tarihsel silme operasyonu olarak okunuyor. Değişikliklerin başlıcaları şöyle:

  • “Kanun” ve “adalet” kavramlarının yerine “şeriat” ve “ilahi hüküm” yerleştirildi.
  • “Vatana hizmet” gibi yurttaşlık temelli ifadeler kaldırılarak “Allah yolunda cihat” kavramı öne çıkarıldı.
  • “Anayasal haklar” yerine “şer’i görevler” vurgulandı.
  • İslam öncesi uygarlıklar, efsaneler ve mitolojik figürler tarih kitaplarından çıkarıldı.
  • Kadın tarihiyle ilgili olumlu figürler ve laik kadın liderlik örnekleri sistematik şekilde sansürlendi.
  • Baas rejimine dair tüm öğeler kaldırıldı; yerine HTŞ’yi meşrulaştıran anlatılar getirildi.

En dikkat çekici değişimlerden biri, felsefe kitaplarındaki “Tanrılar” kavramının ve çoktanrılı inançlara dair anlatıların çıkarılması oldu. Bunun yanında Osmanlı’yı eleştiren pasajlar da kaldırıldı; bu, rejimin tarihsel selefi anlatıyı yeniden tesis etme çabasının bir parçasıydı.

Neden Bu Kadar Hızlı?

HTŞ’nin bu kadar kısa sürede eğitim sistemine müdahale etmesinin arkasında ideolojik olduğu kadar stratejik nedenler de bulunuyor. DW Arapça’ya konuşan akademisyen Dr. Ahmed Jasim el-Hüseyin, “Bu bir meşruiyet inşasıdır. HTŞ, askeri kazanımlarını eğitim yoluyla siyasal-kültürel hâkimiyete dönüştürmek istiyor,” ifadelerini kullanıyor. Bir başka ifadeyle, HTŞ için eğitim artık bir araç değil, bir hakimiyet rejimi kurma yöntemi haline gelmiştir.

Bu bağlamda HTŞ, Esad rejiminin eğitim sisteminde yaptığı milliyetçi merkezli tekilleştirmeyi, bu defa selefi merkezli bir tek sesliliğe dönüştürmektedir.

Çoğulculuğa Açık Bir Saldırı

Suriye, binlerce yıllık çokkimlikli, çokdilli, çokdinli bir uygarlıklar alanıdır. Aleviler, Hristiyanlar, Dürziler, Şiiler, Ermeniler, Kürtler, Süryaniler ve seküler Sünniler bu toprakların birlikte yaşama belleğini taşımaktadır. HTŞ rejiminin müfredat hamlesi, bu zenginliği görmezden gelmekle kalmayıp bilinçli biçimde bozmaktadır.

Eğitim yoluyla inşa edilmek istenen gelecek, birlikte yaşamı değil; tek doğruya, tek mezhebe, tek yoruma biat eden bireyler üretmeyi hedeflemektedir. Bu, yalnızca pedagojik bir tercihten ibaret değildir; doğrudan bir sosyo-politik yeniden kurma operasyonudur.

Kadının Sesi Susturuluyor

Yapılan değişiklikler yalnızca dinî alanla sınırlı değil. Kadının toplum içindeki rolüne dair tüm ilerici örneklerin müfredattan çıkarıldığı görülüyor. Laik kadın figürler, Arap feminizmine öncülük etmiş isimler, sosyal mücadelelerde yer almış kadın karakterler sistematik biçimde sansürlendi. Bu, rejimin kadın bedeni ve kimliği üzerindeki ideolojik kontrol arzusunun en net yansımasıdır.

“Müfredat Darbesi”ne Gelen Tepkiler

Süveyda merkezli sivil toplum ağları, bu değişikliklere karşı çıkmaya başladı. Öğretmen sendikaları ve öğrenci velileri ortak açıklamalarla kararların geri çekilmesini talep etti. Aktivist Rukayya al-Shaaer, bu süreci “bir İslam devleti kurma çabasının eğitim eliyle dayatılması” olarak tanımlarken, “Suriye gibi çoğul yapılı bir ülkede bu tür kararlar iç savaştan bile tehlikelidir,” ifadelerini kullandı.

Uluslararası Sessizlik ve Çifte Standart

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın “kapsayıcı ve çoğulcu bir Suriye hükümeti” vurgusuna rağmen, HTŞ’nin eğitim sistemi üzerinden yürüttüğü bu ideolojik asimilasyon sürecine karşı herhangi bir açık kınama yapılmadı. Avrupa devletleri ise bu konuda teknik raporlara ve STK’lara dayanarak “izleme pozisyonunu” sürdürmeyi tercih etti.

Ancak eğitim sistemi gibi bir ülkenin geleceğini belirleyen alana karşı bu sessizlik, yalnızca diplomatik değil; ahlaki bir iflastır.

Sonuç: Gelecek, Ders Kitaplarında Yazılır

Bugün Suriye’de ilkokul çocuklarının ellerine tutuşturulan kitaplar, yalnızca bilgi değil; bir tahayyül dayatmasıiçermektedir. Bu tahayyül, Aleviliği, Hristiyanlığı, laikliği ve çokkimlikli yaşamı dışlayan bir siyasal doku örmektedir. Eğitimde başlayan bu müdahale, yakın gelecekte yaşam tarzlarına, ibadet özgürlüğüne ve bireysel haklara doğrudan sirayet edecektir.

Bu nedenle HTŞ’nin müfredat darbesi, yalnızca bir eğitim politikası değil; bir hafıza yıkımı, bir kimlik silme projesidir.

“Bir halkın çocuklarına neyi öğrettiğiniz, o halktan neleri unutturmak istediğinizin göstergesidir.”

Basel/İsviçre, 23 Mart 2025

Bilime Kurşun: Suriye’de Entelektüel Kıyım ve Sessiz Suikastlar

Savaş, sadece tanklarla, bombalarla ve ölümle yürütülmez. Bazen kalemlerin ucundan, laboratuvarların sessizliğinden, kitapların raflarından silinir bir halkın geleceği. Suriye’de 2025 yılının ilk aylarında yaşananlar, tam da böylesi bir entelektüel soykırımın izlerini taşıyor.

Yeni yönetimin hâkimiyeti altında, ülkenin bilimsel ve akademik belleğini taşıyan önemli figürler sistematik biçimde hedef alındı. Bu saldırılar, yalnızca bireysel infazlar değil; bilime, bilgiye ve sorgulama kültürüne açılmış bir savaştı. Bilimin bir ülkenin vicdanı olduğuna inanan iki ismin sessizce öldürülmesi, aslında tüm bir toplumun aklına sıkılan kurşunlardı.

Dr. Hassan İbrahim – Kimyanın Suskun Dehası

Tartus’un el-Şeyh Badr bölgesinde doğan Dr. Hassan İbrahim, Suriye Yüksek Bilimsel Araştırmalar Enstitüsü’nde yürüttüğü çalışmalarıyla tanınan bir kimyagerdi. Özellikle biyoyakıt teknolojileri ve farmasötik sentezler üzerine uzmanlaşmış, birçok genç araştırmacıya mentörlük etmiş, ulusal bilim camiasında saygı gören bir akademisyendi.

2025 Ocak ayında iş yerinden ayrıldıktan sonra kendisinden haber alınamadı. Beş gün sonra, Şam’ın Rif bölgesine bağlı Ma’araba’da, başından vurularak öldürülmüş olarak bulundu. Kimliği belirsiz silahlı kişilerce kaçırıldığı ve infaz edildiği ortaya çıktı. Ardında yarım kalmış projeler, yetişmekte olan onlarca öğrenci ve söylenmemiş cümleler bıraktı.

Hassan İbrahim’in öldürülmesi, sadece bir bilim insanının değil; eleştirel düşüncenin ve bağımsız araştırmanınortadan kaldırılmasıdır. Onun çalışmaları, Suriye’nin bilimsel atılım yapma ihtimaliydi. Ve şimdi, bu ihtimal gömüldü

Dr. Zahra Hemsiya – Mikrobiyolojide Kadın İzleri

Suriye’nin önde gelen mikrobiyologlarından olan Dr. Zahra Hemsiya, Aralık 2024’te Şam’daki evinde, gece saatlerinde düzenlenen silahlı bir baskında hayatını kaybetti. Uzun yıllardır nükleer mikrobiyoloji, antibiyotik direnci ve halk sağlığı üzerine çalışan Hemsiya, sadece akademik üretimiyle değil, kadın bir bilim insanı olarak da örnek bir figürdü.

Çalışmalarında özellikle savaş dönemlerinde yaygınlaşan enfeksiyonların kontrolü ve düşük kaynaklı bölgelerde uygulanabilir sağlık çözümleri üzerine yoğunlaşmıştı. Uluslararası bilim camiasında da tanınan bir isimdi. Onun öldürülmesi, yalnızca bilimsel bir sesin değil, kadınların akademideki yerinin de hedef alındığını gösteriyordu.

Zahra Hemsiya’nın öldürülmesi, doğrudan bir uyarıydı: Yeni rejim, yalnızca siyasi rakiplerini değil, bilgiyi cinsiyet eşitliğiyle bütünleştirenleri de istemiyordu.

Dr.Rasha Nasser el-Ali 

22 Ocak 2025 tarihinde Suriye’nin Humus kentinde cihatçı gruplar tarafından kaçırılan Alevi akademisyen Dr. Rasha Nasser Al-Ali’den hala haber alınamamaktadır. Öldürüldüğüne dair iddialar vardır. 

Bilimsel Sessizlik, Toplumsal Karanlık

Suriyeli akademisyen ve eleştirmen Rasha Nasser el-Ali’nin “kaçırılması” olayı, özellikle silahlı kişilerce öldürüldüğüne dair haberlerin ardından, Suriye’deki edebi ve kültürel çevrelerde ve sosyal medyada büyük ilgi uyandırmıştı. Rasha Nasser el-Ali, Humus Üniversitesi’nde Arap Edebiyatı bölümünde akademisyen ve Arap Yazarlar Birliği üyesiydi. Arap ülkelerinde tanınan  Rasha el-Ali, 2020 yılında Kahire’deki Arap Şiir Festivali’nde jüri üyesiydi.  

Bu suikastlar; rejim değişimiyle birlikte başlayan sistematik bir entelektüel tasfiye sürecinin parçaları olarak görülmeli. HTŞ ve müttefiklerinin yönetiminde şekillenen yeni dönemde, bilim artık eleştirel bir alan değil, kontrol edilecek bir tehdit olarak görülmektedir. Eğitim sisteminin radikalleştirilmesiyle eşzamanlı gerçekleşen bu infazlar, bilimsel düşünceyi potansiyel bir isyan olarak okuyan zihniyetin dışavurumudur.

Ve en tehlikelisi, bu cinayetlerin uluslararası alanda neredeyse hiç yankı bulmamış olmasıdır. Ne akademik birliklerden, ne de büyük üniversitelerden kayda değer bir tepki gelmemiştir. Bu sessizlik, sadece ahlaki bir çöküş değil; bilimsel dayanışmanın evrensel ilkesinin de sorgulanmasına neden olmuştur.

Sonuç: Hafızası Öldürülen Bir Ülke

Suriye’de kurşunlar sadece insanlara değil; birikimlere, bilgeliklere, kolektif ilerleme çabasına yöneltiliyor. Dr. Hassan İbrahim ve Dr. Zahra Hemsiya’nın öldürülmeleri, yalnızca onların hayatlarını değil; Suriye’nin alternatif, özgür ve üretken geleceğini de hedef aldı.

Bugün bir ülkenin geleceğini bilimsel katkı değil, siyasi biat belirliyorsa; en büyük kayıp, aslında düşünme hakkınınyitirilmesidir.

(Ehlen Dergisi’nin 7. sayısında yayımlanmıştır, Mayıs 2025, Yıl:3, Sayı:7)