Hasan Sivri
Ehlen Dergisi için Avukat Mehmet Horuş ile ekoloji ve hukuk mücadelesini, Filistin’den Afrin’e ve Antakya’dan Akbelen’e zeytini ve direnişin yollarını konuşacağız.
Doğa, Toplum ve Hukuk
Zeytin, Toprak ve Direniş: Coğrafyaların Ortak Sesi
Av. Mehmet Horuş, Türkiye’de ekoloji mücadelesinin önemli hukukçularından biri. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Horuş, Ankara Barosu’na bağlı serbest avukat olarak çalışıyor. Bergama’dan Akkuyu’ya, Kanal İstanbul’dan Cerattepe’ye kadar çevre davalarında yöre yurttaşlarının avukatlığını yaptı. Saint Simon Manastırı’daki RES davası ve Arsuz’daki maden davalarında yöre halkının yanında yer alıyor. Jeoloji Mühendisleri Odası hukuk müşaviri olarak deprem sonrası Antakya’daki ve Türkiye Barolar Birliği’ndeki çok sayıda bilgilendirme toplantına katıldı. Sosyalist Emek, Bianet ve çeşitli platformlarda politik ekoloji yazıları yayımlandı.
1-Türkiye’de ekoloji mücadelesinde, farklı davalarda yer alan bir hukukçu olarak bu alandaki en temel sorunları nasıl tanımlıyorsunuz?
Maden, enerji, sanayi, kimya veya hangi isimle olursa olsun neredeyse her köy ve mahallede ekolojik açıdan riskli bir proje var. Yerel düzeydeki bu ekolojik baskılanmaya son yıllarda belirgin şekilde kuraklık ve susuzluk tehlikesi eşlik ediyor. Kentler ise hepimizin malumu; depreme hazırlıksızlık, betonlaşma, plansızlık, artan trafik ve gürültü sorunlarına eklenen pahalılıkla iyice yaşanmaz hale geliyor. Sistemin çoklu krizi içinde ekolojik kriz giderek başat bir noktaya yükseliyor. “Aşırı iklim olayları” denilen seller, yangınlar, hortumlarla ekolojik kriz her an kendini hatırlatarak 21.yüzyılın ana gündemine giderek daha fazla yerleşiyor. Türkiye için bir önem sıralaması yapmak çok zor ama dananın kuyruğu su meselesinden kopacak gibi görünüyor. Madenler ve termik santrallerin bulunduğu yöreler susuzluk alarmı vermeye başladı.
2-Ekoloji hukuku dediğimiz şey bugün hangi imkanları ve hangi sınırları içeriyor?
Çevre Hukuku’ndan hukukun bir alt dalı olarak çok sık bahsedilmeye başlandı. Ancak hukukun bir alt dalından değil, bir bütün olarak hukukun dönüşümünden konuşuyoruz. Modern hukukun bütün yerleşik kalıpları ekolojik kriz karşısında sorgulanmaya başlıyor. Mülkiyet, egemenlik, yurttaşlık gibi kavramlara ekolojik gözle yeniden bakmak durumunda kalıyoruz. En son Uluslararası Adalet Divanı 23 Temmuz’da “devletlerin iklim değişikliğiyle ilgili yükümlülükleri” konusunda “tarihi” olarak nitelendiren bir karar aldı. İklim krizi üzerinden genel olarak ekolojik sorunlara yaklaşımla ilgili devletlere yeni yükümlülükler getirmeye dönük bu karar, bir dönüm noktası olarak görülüyor. Tavsiye niteliğinde olsa da hukuk alanında dünyaya insan merkezli bakışı sorgulayan bir karar. Bu ve benzer kararların bir ilk adım olabilmesi için köleliğin kaldırılması ya da kadınlara seçme hakkının verilmesinde olduğu gibi, geri planında güçlü bir toplumsal hareketin varlığı, ekoloji mücadelesinin güçlenmesi gerekiyor.
3-Türkiye’de ekoloji davalarının çoğunda yöre halkı büyük bir fedakârlıkla mücadele ediyor. Siz bu davalarda halkın katılımını, toplumsal direnişi ve yerel toplumun hukuk mücadelesine katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz? Halkın sahadaki direnişi ile hukukun kesiştiği noktalar size ne söylüyor?
Öncelikle son yıllarda artan yargılama giderleri, adalete erişim hakkının önünde önemli bir engel haline gelmeye başladı. Bir taş ocağı ÇED davası için 150-200 bin lira dava masrafı gerekiyor. Bu, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen yurttaşın çevreyi koruma ödevinin maliyeti. Yani bu davaları açmak bile büyük fedakarlıklarla oluyor.
Çevre davalarını adliye duvarlarıyla sınırlı görmüyorum. Doğanın hak öznesi olarak tanındığı yeni bir hukuk inşa ediyoruz. Bolivya ve Ekvador anayasalarında doğa bir hak öznesi olarak tanımlandı. İspanya, Hindistan gibi ülkelerde nehirlerin ya da bazı türlerin hak öznesi kabul edildiklerine tanık oluyoruz. Çevre davaları bu yeni hukukun taşlarını döşediğimiz pratikler. Bergama Köylüleri köylerinde noter huzurunda referandum yaparak çevresel konularda halkın katılımını hepimiz için bir hukuksal kazanıma dönüştürdü. Bugün ÇED süreçlerinde halkın katılımı toplantıları sınırlı olabilir. Ama yöre yurttaşları kendi görüşünü her düzeyde belirleyici kabul eden meşru eylemler düzenliyor. Arsuz’da köylüler, görüşlerini yok sayan maden şirketlerine bu yüzden ÇED toplantısı yaptırmıyor. Hep tekrar ettiğimiz gibi, Havva Ana “devlet benim” derken, kadınlar derelerin başında nöbet tutarken ya da zeytin ağacına sarılırken aynı zamanda hukuk yaratıyorlar.
4-Bu röportajımızın odağında yer alan konulardan biri de zeytin. Antakya’daki toplum açısından da zeytin yalnızca bir tarım ürünü değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi ve kültürel belleğin de parçası. Reyhanlı’da doğup büyüyen biri olarak bu coğrafyanın hem tanığı hem de savunucususunuz. Çocukluğunuzdan bugüne zeytin sizin için ne ifade ediyor?
Zeytin, dünyaya Doğu Akdeniz’den yayılmış. Zeytinin anavatanındayız. Gastronomi kısmında, zeytin ve zeytinyağı hayatımızda önemli bir yer tutuyor. Yemekler üzerine sohbet etmeye bayılıyoruz. Başka bölgelerin zeytinleriyle karşılaştırmalarda taviz vermiyoruz. Gastronomi pratiklerimiz kesinlikle mutfakla sınırlı değil. Ya da tersten söyleyecek olursak; yemekle ilgili her şey kamusal bir etkinlik. Kültür ve kimlikle bu kadar özdeşleştirilmesi bu kamusal niteliğinden kaynaklanıyor.
Zeytinin mitolojisinin bu kadar zengin olması, bulunduğu bütün coğrafyalara yaşam vermesinden kaynaklanıyor. Zeytin, insanlar arasındaki barışın sembolü olduğu kadar, insanla doğa arasındaki sembiyotik bağın da en güçlü ifadesi olarak görülebilir. Doğayla barışımızın da simgesi. Geleneksel şifa kültürümüzde bu kadar yaygın kullanılması, pratik faydaları yanında doğayla kurulan bu içsel bağın bilincini de yansıtıyor. Endüstriyel tarımın gücüne ve piyasa ilişkilerine rağmen, zeytin halen küçük üreticiliğe olanak sağlıyor. Şirketlerin zeytin düşmanlığının arkasındaki nedenlerden biri de bu kendi kendine yeten üretici köylülükle çatışması. Zeytinin olduğu yerde toprağının kıymetini bilen, ailesini geçindirirken kimseye minnet etmek zorunda kalmayan, çocuklarını okutabilen, dayanışma ilişkileri güçlü yerel topluluklar var. Tarih boyunca da bu komünal kültürel gelenekler zeytinden beslenmiş. Yoğun emek ve imeceyle üretimi ve işlenmesi yapılıyor. Ölmez ağaç, bin yıldan fazla yaşayarak kültürel süreklilik sağlıyor. Savaşlar, kıtlık, doğal afetler nedeniyle yaşanacak kuşaklar arası kırılmalarda onarıcı bir rol üstleniyor. Balık açısından zayıf Akdeniz Havzası’nda, uygarlıkların yaratılmasında dayanıklı ve besin değeri yüksek zeytinin önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.
5-Depremin ardından Hatay-Dikmece’de zeytinliklerin kesilmesi ve rezerv alan ilan edilmesi yalnızca bir mülkiyet kaybı değil, aynı zamanda bir yaşam alanının, bir kültürel belleğin kaybı oldu. Dikmece ayrıca biyoçeşitlilik açısından çok zengin olan Amanos Dağlarının eteklerinde yer alıyor. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu örnek bize hukuk ve ekoloji açısından ne söylüyor?
Depremden sonra insanlar tarihteki örneklerine benzer şekilde zeytin ve mandalina bahçelerinin olduğu köylerine sırtlarını dayayarak ayakta kalmaya çalıştılar. Dikmece’ye iş makinelerini sokmak, bu son sığınma alanlarını da betona boğarak yok etmek anlamına geliyor. Depremden sonraki bütün panel ve söyleşilerde sermaye için depremin bir fırsata çevrileceğini anlatmaya çalıştık. İçinde yer aldığımız dönemle ilgili “Felaket kapitalizmi” analizi üzerinden bir literatür oluşmaya devam ediyor. Rezerv alan uygulamasında Antakya bir laboratuvar olarak kullanıldı. Buradaki şirketler, yaratılan mevzuat, bürokratik yapı ve işleyiş bütün Türkiye için bir birikim modeli olarak kullanılıyor. Yani Dikmeceliler, sadece kendi toprakları için değil, hepimiz için direniyorlar.
6-Dikmece örneğinde gördüğümüz gibi, devlet çoğu zaman ‘acele kamulaştırma’ kararlarıyla halkın yaşam alanlarını elinden alıyor. Siz bu uygulamayı hukuk açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Acele kamulaştırma yalnızca bir idari karar mıdır, yoksa toplumsal belleği ve yaşam biçimini hedef alan politik bir araç olarak da görülebilir mi?
1939 yılında çıkarılan Milli Müdafaa Mükellefiyeti Hakkında Kanun’a göre köylülerin topraklarına el konuluyor. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’na girme olasılığı nedeniyle çıkarılmış bir kanun. Ordunun ihtiyaçları için savaş sırasında normal kamulaştırmayla zaman kaybetmemek için “ciheti askeriyeye” verilmiş bir el koyma yetkisi. O zamanki ordularda süvari birlikleri olduğu için atlara yem için arpa tarlalarına nasıl el konulacağı, askerin yiyeceği ekmekler için fırınlara nasıl el konulacağı belirlenmiş. Yine hayvanlar için koşum malzemelerine el koyma usulleri anlatılmış. Şimdi bu Kanun ile hemen her hafta Resmî Gazete’de acele el koyma kararları yayımlanarak GES, RES, maden, kentsel dönüşüm vs. yapılıyor. Ne ilgisi var? Hem de Danıştay’ın acele kamulaştırma ancak savaş ve seferberlik gibi istisnai durumlarda uygulanabilir diyen yüzlerce değil, binlerce kararına rağmen. 1939 yılındaki kanunda dahi köylülerin geçinebilmeleri için gerekli olan mallarına el konulmayacağı yazılı. Bir sabah uyandığınızda doğup büyüdüğünüz, yaşadığınız köyünüze, mahallenize el konulduğunu gelen iş makineleriyle öğreniyorsunuz.
Ayrıca, el koyma kararları parsel bazlı uygulanıyor. El konulan yörenin bir ekosistem, yaşam alanı, kültürel ve sosyal bir bölge olduğu görülmüyor. Sanki bütün bu değerler fiyatlandırılabilirmiş gibi kamulaştırma bedelleri depo edilerek arazilere giriliyor. Hukuki ağır bir baskı aracı olarak kullanılarak sermaye lehine servet transferi gerçekleştiriliyor.
7-Zeytin bu coğrafyada sadece bir ağaç ya da ürün değil, yaşamın ve direnişin sembolü. Filistin’de İsrail işgali altında zeytinlikler sürekli olarak hedef alınıyor, raporlara göre 1967’den bu yana işgalciler bir milyondan fazla zeytin ağacını yok ettiler. Afrin’de cihatçı grupların Kürtlerin zeytinliklerini yağmalaması Türk ana akım medyasında ‘Afrin zeytini dünyaya açılıyor’ başlığıyla verilmişti. Türkiye’de de Bergama’dan Akbelen’e kadar farklı örneklerde zeytinlikler yok edilmek isteniyor. Bir yandan da zeytinlikleri koruyan yasalar var ama çoğu zaman uygulanmıyor ya da çeşitli yollarla delinmeye çalışılıyor. Zeytini korumak için gerçekten yeterli araçlarımız var mı?
İsrail’in “çevresel nekbe” politikasının baş hedefi de zeytinlikler oldu. Şimdiye kadar 160 bin zeytin ağacının söküldüğü rapor ediliyor. Zeytinle birlikte incir ve badem ağaçları Filistin’in coğrafi, tarihsel ve kültürel ekosisteminde belirleyici bir rol oynuyor. İsrail, coğrafyayı dönüştürerek söktüğü ağaçların ve yıktığı kentlerin yerine yerel ekosisteme yabancı çam ormanları dikerek veya soğuk iklim koşullarına göre tasarlanmış konutlar yapıyor. “Nehirden denize özgür Filistin” coğrafi bir bölgeyle birlikte bir ekosistemin savunmasını da ifade ediyor. Savaşın yol açtığı yıkım yanında bu ekolojik boyutu nedeniyle dünyada ekoloji hareketleri arasında Filistin halkının direnişine büyük bir destek var. İsrail, insan doğa ilişkisini parçalayarak acımasız bir işgal harekatı gerçekleştiriyor. Bunu yaparken sistematik bir yeşil boyama (greenwashing) faaliyeti yürütüyor. Bu yüzden Global Sumud Flotilla, dünyadaki ekoloji örgütlerinden de büyük bir destek aldı. Kasım ayında Brezilya’nın Belem kentinde BM’nin iklim değişikliği ile ilgili COP30 zirvesi var. Hazırlık toplantılarında muhalif ekoloji hareketlerinde Filistin vurgularına ve sembollerine çok sık rastlıyoruz.
Türkiye’de Filistin direnişi, daha ziyade etnik ve dini yanıyla gündeme geliyor. Ama İsrail’in yaptıkları önemli bir ekokırım boyutu taşıyor. Afrin’de de cihatçı çetelerin zeytin ağaçlarını sökmelerini gördük. Dünya kapitalizmi ve gericiliğinin emperyalist yağma ve savaş siyasetinin hedefinde zeytin var. TBMM’den geçen zeytin mevzuatı değişikliği teklifini ilk duyduğumda aklıma Filistin ve Afrin’deki zeytinlikler geldi. Milas’ta zeytinlikler sökülecek, onlarca köy taşınacak. Aynı yerleşimci işgalci zihniyetin bir başka versiyonu. Mülksüzleştirmeden öte bir “Yurtsuzlaştırma” var. Zeytini korumak için, zeytine dokundurmamaya ve her yere zeytin ekmeye devam etmeliyiz.
8-Bugün hem Türkiye’de hem de bölgede zeytinlikler, ormanlar ve yaşam alanları ciddi tehdit altında. Sizce önümüzdeki dönemde ekoloji mücadelesi nasıl bir yol haritası izlemeli? Bu mücadelede halkların ve hukukçuların rolünü nerede görüyorsunuz?
İklim krizi derinleştikçe zeytinin önemini daha çok fark edeceğiz. Kuraklığa dayanıklılığı, karbon yutağı olması, ev sahipliği yaptığı arılar ve kuşlar ile birlikte dirençli ekosistemler kurması zeytinin değerini daha da arttıracak. Depremin yol açtığı toz kirliliği ve rezerv alanlar için yok edilen zeytinlik alanlardaki kayıplar giderilebilir. İnşaat amaçlı çok fazla beton santralinin yarattığı tahribat da var. Ama büyük çimento fabrikaları kurulmadı. Reyhanlı’da Akpınar Köyü yakınında denendi ama duyarlı STK’lar sayesinde çimento fabrikası kurulamadı. Fakat Amanoslar’daki maden ocakları birer yara gibi çoğalıyor. Benim özel olarak dikkat çekmek istediğim en hassas alanlardan biri Mileyha Kuş Alanı. Yakın tarihte resmi koruma statüsü güçlendirildi ama yurttaşlar olarak duyarlılık göstermemiz lazım. Tuzlalar, sulak alan ekosistemleri olarak iklim değişikliğine karşı özellikle önlem alınması gereken alanlar. Diğeri Dağ Ceylanı yaşam alanları. İnsan doğa ilişkine dair muazzam bir kültürel miras. Gölbaşı ile Yalangoz arasındaki bölgede yüzyıllardır topraklarına bereket getirdiklerine inandıkları ceylanları insanlar kutsal kabul ediyor. Maden ocakları, yollar veya başka her türlü çevresel dış müdahaleye karşı duyarlı olmak gerekiyor.
Tarihi, kültürel mirasımız ve kimliğimiz, içinde yaşadığımız coğrafyayla birlikte var oluyor. Saint Simon davasında Anayasa Mahkemesi aşamasında bu konuyu somut olarak tartışma şansımız oldu. Biliyorsunuz Samandağ’ın ismi buradan geliyor. Saint Simon’un bitişinde Al Arabi Ziyareti var. Erken Hristiyanlık döneminden yaşamış Saint Simon ile Al Arabi hakkındaki söylenceler arasında büyük benzerlikler var. Tarihsel bir süreklilik içinde sonraki kültürlere ilham kaynağı olan bir mekândan konuşuyoruz. Bu mekânsal hafıza içinde aynı yörede yetişen bitkilerin de şifa getirdiğine dair inanışlar var. Yaşadığımız ekosistemi böyle bir bütünlük içinde hissetmeliyiz. Doğal, tarihi, kültürel değeri olan dünya çapında değerli bir yerde, bir şirket gelip adını “Ziyaret RES” koyduğu projeyle müdahalede bulunuluyor. Belen üzerinden kuş göç güzergahları üzerinde şimdiden RES’lerin ciddi zararları olduğuna dair araştırmalar yapılıyor. Deprem, yaşattıkları bütün acılara rağmen yaşadığımız coğrafyanın kıymetini daha çok bilmemize de vesile oldu. Ekolojik bilinçle ilgili artan bir duyarlılık ve bu konuya ilgi duyan çok sayıda genç hukukçu arkadaşlarım var. Önümüzdeki yıllarda insan doğa birlikteliğine dair örnek çalışmalara ev sahipliği yapacağımıza inanıyorum.
Ehlen Dergisi’ne bana bu fırsatı verdiği için teşekkür ediyorum.