Hüzünlü Bir İskenderun Yazısı

Selim Çakmaklı – Ağustos 04, 2018

Mekânların insan hayatında oynadığı rolü keşfetmek beni her zaman şaşırtır. Aslında bunu ilk kez, o zamanlar pek farkında olmayarak, babamın hikâyelerinde deneyimledim. Babam şofördü, ülkenin en ücra köselerine kadar direksiyon sallardı. Sabırlı ve geniş yürekli bir insan olduğundan, o evde yokken yaramazlıkta sınır tanımayan çocuklarına her zaman sabırla seslenmeyi bildi. Bunu da hikâyeler üzerinden yaptı. Babam, hikâyeye uzun tasvirlerle başlardı. Bu tasvirlerin ayrılmaz bir parçası mekânlardı. Zamanla babamla seyahat etme şansım da oldu. İş amaçlı ziyaret ettiğimiz şehirler, köyler ve mezralar hep tanıdık gelirdi ve zihnimin en değerli yerinde tutmaya çalışırdım onları. Babam gibi tasvir edebilmek için. Böyle bir yeteneği kazanamamış olduğumdan, İskenderun üzerine yazı yazmam istendiğinde yeniden babama başvurdum. Benim anılarım sınırlı. Ortaokul ve lise yılları dışında, İskenderun’un zihnimdeki en değerli yeri dedem ve nenemle Hemşin Pastanesi’ne Arsuz`dan getirdiğimiz taze süttü.

Babam, bir hikâye anlatmıştı. İskenderun’da 1960`larda, bugün eski bitpazarı olarak bilinen yerde, bir manavlar çarşısı bulunuyormuş. Civar mahalle ve köylerin çiftçileri taze ürünlerini bu pazarda satmak üzere, eşek sırtına koydukları sepetlerle buraya taşırlarmış. Ayrıca şehir dışından gelen diğer sebzelerin şehir piyasasına giriş yeri burasıymış. Bu pazar yerinin hamallarına ‘Suveydi’ diye seslenilirmiş. Samandağ’da ailelerini bırakıp İskenderun pazar yerine hamallık yapmaya gelen o isimsiz kahramanlar; ‘Suveydi’. 1960`ların mültecileri işte bu isimsiz, garip, yoksul emekçilerdi. ‘Suveydi’ denildi mi üzerinde dinlendiği kartondan fırlayarak yükü sırtlayan, yazın sokakta, tahta üzerinde ama çoğu kez kaldırım üzerine serili bir karton üzerinde uyuyan ‘Suveydi’ydi. Herhangi bir iş sözleşmesi çerçevesinde değil, kayıtlı ya da sosyal güvenceli de değil, gündelik işlerin varlığına bağlı olarak çalışıyorlardı. Ailelerinden uzak, ki 1960’ların ulaşım olanaklarını düşünürsek Samandağ’dan İskenderun’a gelmenin göç etmekle aynı anlama geldiği görülür. Kışın hep birlikte bir ev tutup, İskenderun’un insanın kemiklerine isleyen Yarıkkaya rüzgârından korunuyorlardı. ‘Suveydi’ benim çok ilgimi çekmişti, babam ilk anlattığında. Bir şehir kuruluyor, büyüyor, güzelleşiyor, göç kabul ediyor ve kimileri zenginleşiyor. Peki bunların taşıyıcısı kimlerdi? Bunca zahmete kimler katlandı? Bunun da takdir edilmesi gerekmez mi? Tüm şehirlerde devlet büyükleri adına düzenlenmiş parklar, sokaklar, caddeler ve kültür merkezleri bulmak mümkün. İskenderun’un bu eski manav çarsısı civarında bir küçük sokağa ‘Suveydi’ sokağı adını verselerdi ne güzel olurdu, değil mi? İste mekânların önemi bir kez daha karsımızda, zihin dünyamızı şekillendiriyor. ‘Suveydi’ deseydik, ismin veriliş hikâyesini içeren küçük bir açıklamayı da sokağın başına koysaydık, iste o zaman İskenderun şimdiki gibi ruhsuz olmazdı.

Unutulan yalnızca ‘Suveydi’ değil. Aslında İskenderun’da hatırlanan çok şey kalmamış. Tamamen modernleşen ama modernleştikçe anlamsızlaşan, yakın tarihine dahi yabancılaşan bir beton yığını arda kalan. Bunun tesadüfen gerçekleşmediği aşikâr. Devletin sistematik asimilasyon politikası ve sürekli denetim ve korku kültürünün rolü hiç de azımsanacak gibi değil. Bunlar bildiklerimiz. Bilmediklerimiz daha öğretici ve yol gösterici.

Bugün İskenderun küçük sanayisi sitesi ve üzerinde kalan bölge 1960`larda ‘Bagac (Bahceler)’ olarak adlandırılmaktaydı. Bagac tamamı Arap Alevilerden oluşan çiftçilerin ‘yarıcı’ olarak çalıştıkları bahçelerden oluşuyordu. Yarıcılık sistemi, karın arsa sahibiyle paylaşılması esasına dayanan bir sistem. Tabi işin ucunda zaman zaman zarar etmekte var. Ne de olsa tarım doğa ve piyasa şartlarına bağlı bir faaliyet (günümüz modern tarım faaliyetlerinin dahi bundan bağışık olduğunu ileri suremeyiz). Zarar yarıcılar için gelecek sene ödenecek borç anlamına gelirdi. Borç ya manavlardan ya da ağadan alınırdı. Ağanın rolü bildik. Babamların toprak sahibi, babamın değimiyle ağa, aynı zamanda mallarını sattıkları manavın sahibi. Babamların ailecek çalışarak ektikleri toprak parçası üzerinde emeği sayesinde değil, mülkiyet hakkı üzerinde pay sahibi olan ağa, aynı zamanda malın satışı üzerinden ek bir gelir daha elde ediyordu. İktisadi terimlerle söyleyecek olursak, babamların gece gündüz demeden yarattıkları artı değere iki aşamada el koyuyordu ağa. Tabi bunu anlatmak babama çok uzun zaman aldı. Babama göre, durum gayet normal, çünkü ağa mülk sahibiydi. Eee sorarlar mülk sahibi, mülk sahibi nerde bunun ilk sahibi? Babamlar sormamış maalesef.

Malın satış fiyatı belediyenin belirlediği rayiç fiyata göre yapılıyormuş. Babamın anlattığına göre, arz ve talebe göre belirleniyormuş. Mal çok olduğunda belediye rayici düşürüyormuş. Ah zalim arz-talep yasası! Doğa yüzüne gülse çiftçinin, rayiç gülmüyor. Rayicin gülmesi için ise arzın az olması yani doğanın kızması lazım. Bir türlü ikisi bir arada olmuyor. Neyse konuyu dağıtmayalım. Bir eşek sırtına yükledikleri yas sebzelerini İskenderun manavlar çarsına getiren babam ve dedemin tipik kıyafeti, şalvar. Ağa ise pantolon giyiyor. Baba sen de pantolon giymeyi hayal eder miydin, diye sordum ama aldığım cevap öğretici olmakla birlikte yürek burkucuydu; ‘hiç pantolonum olsun diye düşünmüyordum. Karnımız doyacak mı? Okula gidebilecek miyim? diye düşünüyordum”.

Babam okula, nenesinin ısrarıyla, 11 yaşında başlayabilmiş. Maalesef de çok sürmemiş okul macerası… Bir gün amcamdan gelen asker mektubunu okuması için komşuyu çağırmaya göndermiş babamı dedem. Tabi ki akşam karanlığında göndermiş, gündüz çalışmak gerektiğinden mektuba bakmak kimsenin aklına gelmemiş. Küçük bir çocuğu gece karanlığında karşısında gören komşu söylene söylene dedemlerin evinin yolunu tutmuş. Gaz lambasının aydınlattığı odada mektubu okuyan komşunun yanında babamın meraklı gözleri. Mektup okuyanı dikkatli dinler ve takip ederse belki bir şeyler öğrenebilirim umudu. İste o güzel gözlere vuran bu öğrenme ve okuma aşkını içinde hisseden babamın nenesinin ısrarı babama okulun yolunu açmış.

Babam, bugünkü Numune Mahallesi’nde (1960`larda mahallenin adı Ambar dolduranmış) yer alan o zamanlar Atatürk şimdilerde ise Gazi İlköğretim okuluna yazılmış. Okula gitmek için 20 dakikadan daha fazla yürümek gerekiyor. Ben de ilkokula beş yıl yürüyerek gittim. Bu babamla ortak yanımız ama benim yanımda kız kardeşlerim vardı. Ancak, 1960`ların İskenderun’unda yoksul, emekçi ailelerin kızlarına okul yolu maalesef kapalıydı.  O zamanlar yeni inşa edilmiş bu okula Çankaya Mahallesi’nden inen zengin çocuklarla civar mahalle çocukları kayıtlıymış. Birinci sınıf öğretmeninin Arapça biliyor oluşu babamın okula adaptasyonunu kolaylaştırmış. Babam 1.sınıfa tahta takunyayla yürüyerek gitmiş. Tahta takunya, 1960’ların Türkiye’sinde. Yeni tüketim kalıpları tüm dünya gibi Türkiye’yi de sarmışken, kimi evlere bulaşık ve çamaşır makinesi girmiş ve insanlar televizyon karsısında hayat denilen güzel deryanın tadını sürerken, Akdeniz’in bu küçük ama tarihi çok gerilerde şirin şehrinde, yoksul emekçi çocukları, sahip oldukları takunyalar çamurda kopmasınlar diye zaman zaman yalınayak okula gidiyorlardı. Neyse ki ʕAyn onlara bu ayaklarını temizleme imkânını cömertçe sunuyordu.

Bugün Pınarbaşı olarak bilinen mıntıka, 1960`larda ʕAyn olarak adlandırılıyordu.[1] Birçok çatlaktan yeryüzüne ulasan pırıl pırıl sular, ʕAyn, Pınarbaşı Caddesi’ni geçtikten sonra, eski Cuma Pazarı ve Çay Mahallesi’ni de geçerek denize dökülürmüş. İnsanlar akan suda çamaşırlarını, çocuklarını ve buğdaylarını yıkarlarmış.[2] ʕAyn, gözeneklere verilen bir isim ama aynı zamanda göz. Toprak ananın gözlerinden akan pırıl pırıl sular, zengin yoksul, Alevi, Hristiyan ve Sünni demeden herkese hayat veriyor. Değil mi ki topraktan ve sudan yaratıldık, değil mi ki bedenimizi ve dolayısıyla ruhumuzu her gün toprak ve suyla yeniden yeniden yaratıyoruz, peki bunca ayrımcılık bunca zulüm, bunca inkâr niye? Örneğin, Atatürk ilköğretim okulunun yani mezarlıkmış. Ada ada ayrılmış bu mezarlığa Aleviler kabul edilmiyormuş. Gürsel Mahallesi’nde yapılan bir mezarlığa gömülmek düşüyormuş Alevilerin payına.

Okul zilinin çalmasıyla evin yolunu tutan babamın derslerini yapması için aksam karanlığının çökmesini beklemekten başka bir çaresi yokmuş. Ya tarlada sebze ekimine yârdim etmek ya da hayvanları gütmek gerekiyor. Bir turlu bitmeyen işlerin yakasını bırakmadığı babam akşam karanlığında yere serdiği hasırın üzerine yatağı serer ve konserve kutusuyla yaptığı lambanın ışığında ders çalışırmış. Elektrik yok, gaz lambası yok, konserve kutusunun kapağının ortasına bir bez parçası geçecek şekilde bir boru geçirirlermiş. Borudan bezi geçirir ve kutuyu yağ ile doldururlarmış. Sürekli yanan yağ, simsiyah is ve koku sabah uyandıklarında vücutlarını kaplarmış. Bir gün çok yorgun olan babam, dersini yaparken uyumuş ve gaz aparatını devirmiş. Yorgan ucundan tutuşmuş. Babamın kör halası, Hatun Halam, kokuyu almış ve nenemi uyandırmış ve yangını söndürmüşler. Hatun Halamın bu hassas duyarlılığı olmasa 3 odası olan bu evde bir trajedi yaşanabilirdi. Bir odasında aile bireylerinin uyuduğu, bir odasını samanlık olarak kullanıldığı ve bir odasının hayvanlara ayrıldığı bu topraktan evde inekleri yoklamak için bir de iç pencere vardı; “bezle kapatsak dahi, kokuya engel olamıyorduk’ diye anlatırken, okul kıyafetleriyle uyku kıyafetlerinin aynı olduğunu öğreniyorum. “Okula gittiğimiz elbiseyle yatardık, ısınmak için yatağa önceden ısıttığımız iki taş koyardık, ayrıca demirden yapılmış mazgalın üzerine su koyup el ve ayaklarımızı yıkardık. Tabi dumanı sen düşün’. Babam ikinci sınıfta naylon ayakkabıya kavuşmuş, okulu da bitirebilmiş ama ortaokul birinci sınıftan sonrası mümkün olamamış maalesef.

İskenderun sahili çok sevilirmiş. Benim zihnimde kalan haliyle bile sevilesi bir liman şehriydi İskenderun. Şeker bayramı ve kurban bayramında lunaparklar kurulurmuş; dönme dolaplar ve sihirbazlar olurmuş… Sonra bir sahil turu ve dünyalar dolusu sevinç, mutluluk, eski zaman çocukları için. Her sene gitmek mümkün olmazmış eskiden, çünkü “önce iş ama iş bitmiyor”. Bayramlarda yamalı elbiselere ve lastik ayakkabılarına aldırmadan doyasıya yaşarlarmış o güzelim İskenderun sahilini.

Zaman geçtikçe değişen mekânlar, ah mekânlar… Bir zamanlar  ʕAyn`ın suladığı Pınarbaşı “işgal edilmeden” önce küçük tarlalardan oluşuyormuş. Babamın anlatırken yüzüne dolan heyecan ile hayal gücümü bir araya getirdiğimde o güzelim İskenderun’a üzülmemek elde değil. Şehir büyüyüp gelişince, ʕAyn`a ilk sondaj vurulmuş, daha sonra bir tane daha ve bir tane daha… Pınarbaşı’nda pınar yok artık. Ne dere, ne hayvanlar, ne de ağaçlar. Yükselip duran anlamsız binalar. Bugün orada doğan çocuklar şaşırıyordur Pınarbaşı ismine. Kimliksizleştirilen bir mekân daha.


[1] Babam Pınarbaşı mıntıkasında dünyaya gelmiş. Babam dünyaya geldiği zamanlarda dedem Pınarbaşı’nda 5 dönümlük bir tarlanın yarıcısı olarak çalışıyormuş. Nenem de tarlanın etrafına diktiği gülleri satarak evin bütçesine katkı sağlamaya çalışırmış. Sattığı güllerin parasının yarısını da toprak sahibine verirmiş. Babam “ağa almak istemezdi ama annem biz senin toprağını ekiyoruz, yarısı bizim yarısı senin deyip ısrarla paranın yarısını ağaya verirdi” diye anlattı. Ah nenem, güzel nenem bilmez ki toprak doğanın bize hediyesidir. Kim? Ne hakla? Ve Nasıl? onu ele geçirmiştir. Adam Smith, toprak özel ellerde birikmeye başlayınca, toprak sahibi hiç ekmediğini biçmeye bayılır diye yazmıştı. Burada toprak sahibinin iyiliği ya da kötülüğünden öte bir gerçeklik söz konusu. Beraberce ekmek ve beraberce tüketmek üzerine kurulu bir inancın mensuplarına o zaman bunu kimse anlatmamış. Belki de şimdi bu görev bize düşüyor. Düşmeli de. Karanlık atlara binmiş yaratıkların değil, aksakallı bilgelerin izinden yürüyen halkız biz. Kendimizi bu şekilde yeniden tanımlamalıyız.

[2] Pınarbaşı sakinleri, yoksul emekçiler, yaz aylarında çocuklarını ʕAyn`ın sularında yıkarlarmış. Gar sabunu ve pamuk yağıyla yapılan sabunun yanında beylun kullanımı da yaygınmış. Beylun bugün Arsuz’un Mercanköy olarak bilinen mıntıkasında bulunabilecek bir tur kil toprak. Beylun özellikle saçları yıkamak amacıyla yaygın biçimde kullanılmış.