Hasan Sivri
Maraş merkezli olmasına rağmen en çok Antakya ve civarının yıkıma uğradığı 6 Şubat deprem felaketinin üzerinden aylar geçti fakat en az deprem kadar yıkıcı etkileri olan politikalardan dolayı başta Antakya ve Samandağ olmak üzere halkın çoğunluğu çok zor şartlar altında yaşamaya devam ediyor.
Deprem bölgesini ziyaret eden herkes, yetkililerin izlediği afet yönetim politikalarının, birçok insanın enkaz altında ses vere vere hayatını kaybetmelerine neden olduğuna tanık oldu.
Gönüllü olarak bölgeye gidenler, bekletildiklerini ve engellendiklerini vurgulayarak tanıklıklarını anlattı. Öyle ki bu tanıklıklarını anlatanlardan gözaltına alınanlar oldu.
Deprem ile yıkılan binaların enkazı altında kalan canların kurtarılmasından tutun da arama kurtarma ekiplerinin yönlendirilmesi, gönüllülerin bölgeye ulaşımı, evleri yıkılan veya yaşanamaz durumda olan insanların ihtiyaçlarının karşılanması, kısacası, akla gelebilecek her konuda halk sahipsiz ve perişan halde bırakıldı. Bölgeyi ziyaret eden gazeteciler, sendikalar ve meslek odaları bu konularda ayrıntılarıyla raporlar yazdı.
73 yaşındaki nineler, yarım litrelik pet şişeye doldurulmuş sıvı sabun dağıtan gönüllülerin elini öpmeye çalışacak kadar çaresiz bırakıldı. Sağlıklı barınma koşulları sunulmadığı için onlarca insan serada kurulan sobalarda ısınmaya çalışırken zehirlendi.
O sırada, bütün bunların üzerine haklı olarak ‘devlet yok’ diyerek yetkili kurumları ve kişileri eleştirenler, iktidar tarafından hedef alınıyor ve ‘not ediyoruz’ diye tehdit ediliyordu.
Örneğin Antakya, Samandağ ve Defne’de su ihtiyacı, yardımseverlerin, derneklerin ve bazı belediyelerin bağışlarıyla sağlanırken, televizyon ekranlarında deprem bölgesinde esamesi okunmayacak olan milyarlarca liralık bağış şovu yapılıyordu.
Depremin 83. günü sosyal medyada hala ‘Hatay’da su yok’ tagleri ile insanlar su ihtiyacı ile ilgili taleplerini ve seslerini duyurmaya çalışırken, iktidarın küçük ortağı ‘depremin izleri silindi’ açıklamasını yapıyordu.
Deprem felaketinin üzerine izledikleri politikalarla insanların ses vere vere ölmelerine neden olanlar ve halkı çaresiz bırakanlar ‘not ediyoruz’ deyiversinler, biz de hesabını sormak üzere tanıklıklarımızı not ettik. Hesap soruluncaya kadar ve bir sonraki nesiller ihmalkarlık, liyakatsizlik, düşmanlık vs. her ne sebeple olursa olsun bir daha enkazlar altında kalmasın diye tanıklıklarımızı duvarlara, yazılara, dergilere, kitaplara, sosyal medya gönderilerine ve en önemlisi hafızalarımıza kazıyacağız.
Deprem haberini alır almaz Ankara’dan yola çıkmış ve öğleden sonra Antakya’ya varmıştım. İlk uğradığım sokaklar Armutlu sokaklarıydı. O sırada, depremden 9 gün sonra enkazından canlı insanların çıkarılacağı yıkık bir bina yanıyordu, yanındaki enkazın önünde 3-5 insan bekleşiyor ve yıkıntılar arasından ise trafik akmaya devam ediyordu. Enkazların çoğu sahipsizdi. Enkazın altında birilerinin olduğu fikri insanın aklına bile gelmiyor, böyle bir şeye ihtimal verilemiyordu ilk anda. İnsanın gerçeklik algısını sarsacak kadar dehşet verici manzaralar vardı.
Samandağ’da da durum farksızdı. Samandağ’ın merkez mahalleleri gibi, Kuşalanı’ndan başlayarak Fevvar köprüsüne kadar kent girişi de harabeye dönmüştü. Depremin üzerinden 12 saat geçmiş olmasına rağmen Samandağ’da da ne bir yetkili ne de arama kurtarma ekibi vardı.
Yağan yağmur altında ellerindeki küçük çekiçle koca beton bloklarına çaresizce vuran ve enkaz köşelerinde ateş yakmış ısınmaya çalışırken yandaki enkazın altında kalan aile fertlerine ulaşmanın yollarını arayan perişan Samandağlılar dışında ne bir yetkili, ne bir sorumlu, ne bir bekçi ne de normalde 3-5 kişi bir araya gelince biber gazlarıyla tepelerinde beliren güvenlikçiler vardı.
Depremin 16. saatinde Samandağ hükümet konağı yanındaki enkazda bir iş makinesi, hiç profesyonel olmayan bir şekilde ve muhtemelen enkaz altındaki canlara zarar verecek şekilde enkaz yığınına müdahale ediyordu. Antakya ve Samandağ’da ilk 24 saatte tanık olunan ama enkaza tamamen amatörce müdahale eden ilk ‘iş makinesi ile kurtarma çalışması’ muhtemelen buydu. Bu sırada sosyal medyaya yüzlerce ihbar ve yardım çağrısı yağmaya devam ediyordu.
7 şubat günü depremin 26. saatinde, sabah vakitlerinde Samandağ kent girişinde bir yandan profesyonel arama kurtarma ekiplerini bekleyen insanlara bir yandan da devriye gezen jandarma aracını durdurup öfkeyle ‘nerede bu devlet’ diye feryat eden insanlara şahit oldum. Herkesin enkaz altında ses veren bir akrabası ve tanıdığı vardı. İkinci günde de arama kurtarma ekipleri yok, değişen bir şey yoktu. Enkaz altından sesler ve telefonlara mesajlar geliyordu. Sadece kent girişindeki birkaç binanın enkazında onlarca insan vardı. Kent içindeki mahalleler ise çok daha kötü durumdaydı.
8 şubat günü depremin 56. saatinde, enkaz altındaki yakınlarını kurtarmak üzere Samandağ kent girişinde iş makineleri bekleyen insanlar, Bornova Belediyesinin gönderdiği iş makinesini kendi enkazına götürmek için maalesef birbirleriyle kavga ediyordu. En nihayetinde iş makinesini getiren operatör ile iletişim kurup kendi enkazına götürmeye ikna eden biri komşusuna “Khayte, benim işim sadece 10 dakika, ardından sana yollayacağım” diye ağlıyordu. Bu sırada kent içindeki enkazlara henüz ne iş makinesi ne de arama kurtarma ekipleri varmıştı.
Sonraki günlerde, etkili olanları daha çok gönüllü olan arama kurtarma ekiplerinin yoğunlaşması ile birçok insan enkaz altında çıkarılmaya başlandı fakat ilk günlerde canlı olduğu tespit edilen birçoğu artık cansız olarak çıkarılıyordu.
Barınma ve Seralar
Samandağ ve Antakya merkezlerinin yıkılmasıyla insanların ciddi bir kısmı kırsal alanlara ve mahallelere sığındı. Köy ve kırsal mahallelerinin nüfusu arttı. Hatay’dan ülkenin diğer şehirlerine, ülke içlerine göç olduğu kadar kent merkezlerinden kırsaldaki mahallelere ve köylere de ciddi göç oldu. Enkaza dönen kent merkezlerinin aksine bahçeleri ile daha yaşanabilir alanlar sunan kırsal bölgeler, köyler ve seralar; kent merkezinden çıkmak zorunda kalan insanların ciddi bir kısmının sığınağı oldu. Yine de deprem bölgesinde kalan birçoğumuzun deneyimlediği gibi, seralarda sobanın dibinde bile ısındığını hissedemiyordu insanlar. Üstelik seraya kurulacak soba bulmak başlı başına bir sorun olduğu gibi kışın ortasında hızlıca kurulmak zorunda olan sobalardan dolayı birçok insan zehirlendi.
Isıtılamayan ve aslında halkın önemli bir geçim kaynağı olan seralarda, hala onlarca insan bir arada kalıyor. Havaların ısınmasıyla birlikte iki büyük sorun açığa çıkıyor: Barınma için kullanılıyor olmalarından dolayı seralarda üretim yapılmıyor ve geçim kaynağı olmayan aileler zor durumda kalıyor. Bir diğer sorun da havaların ısınmasıyla birlikte seralardaki sıcaklığın 45-50 dereceleri bulması. Bu haliyle seralar gün içerisinde barınma alanı olmaktan çıkıyor. Bu sırada Kızılay, acilen halka dağıtılması gereken çadırları satıyor, Samandağ spor salonunda çadır istifleyen AFAD’ın yardım kutuları ise AKP’li bakanların seçim kampanyası için sokakları turlayan minibüslerinden seçmene dağıtılıyor.
Gezi Direnişi’nin Kalesi Armutlu ve Yeniden İnşa
Enkazların kaldırılmasıyla açık bir sahaya dönüşen Armutlu’da ne terzi Ahmet amcamızın dükkânı ne de Ahmet Atakan’ın düşürülerek katledildiği bina artık yerinde değil. Abdullah Cömert’in biber gazı kapsülüyle katledildiği sokağın köşesi ve o duvarlar da artık yok, sokak ise enkazın kaldırılmasıyla birlikte açık bir sahanın ortasında, bölgeyi bilmeyenler için anlamsız bir alana benzemeye başladı.
Armutlu sadece Antakya için değil tüm Türkiye için Gezi Direnişi’nin en önemli sahalarından ve sembollerinden biri. Antakyalılar için ise direnişin ve ötekileştirilmeye karşı isyanın merkezi. Dayanışma Gönüllüsü müzisyenler, tam da bu hafızayı canlı tutmak için Armutlu’dan başlayan bir yürüyüş etkinliği düzenledi. Bu yürüyüşte, bu caddede direnirken katledilen Abdullah Cömert ve Ahmet Atakan anıldı ve katledildikleri noktalarda anıldı. Müzisyenle ve yürüyüşlerine eşlik eden Antakyalılar, Arapça ve Türkçe dilinde öfke ve isyan türküleri söyledi.
Direnişin kalesi Armutlu için mülk sahiplerine yeniden inşa izni çıktığı söylenirken, eski Antakya olarak bilinen tarihi Antakya sokaklarının olduğu bölge dahil 307 hektarlık bir alan, 5 Nisan günü Resmi Gazete’de Cumhurbaşkanı imzası ile yayımlanan karar ile riskli alan ilan edildi. Kentin yüzde 70’i yıkılmış iken Antakya’yı Antakya yapan bölgeye öncelik veren karar ve şeffaf olmayan süreç, gazeteci Bahadır Özgür’ün de vurguladığı gibi Antakya’da özel bir hakimiyet kurulmaya çalışıldığını gösteriyor.
Bölgenin yeniden inşası için bakanlığın alelacele ihale verdiği şirket, planlama süreci için ünlü bir mimarlık şirketini görevlendirdi. Bu mimarlık şirketi İstanbul’da planlama sürecine dair sunum yaptı. Antakya’nın tarihi sokaklarının ve alanlarının yeniden inşası, Antakya’nın dışında bir kentte ve Antakya halkının katılımı sağlanmadan tartışılıyor.
Böylesine tehlikeli bir sürecin karşısında ancak halkın örgütlü ve bir arada duruşu, kentin geleceği üzerine kurulan planların önüne geçebilir.
Molozlar, Kayıplar ve Sahipsizler
Antakya’da depremin ilk gününden bugüne kadar, yukarıda üzerinde durulduğu gibi birçok konudaki ihmalkarlık ve düşmanca politika, bugün enkazların kaldırılma ihalelerini alan açgözlülerin yağması ile birleşince geleceğimizi tehdit eden molozlarla karşı karşıya kaldı.
Kayıplarının acısını yaşayamamış, su dahil birçok temel ihtiyacını karşılayamamış, belirsizlik ve çaresizlik içerisindeki halk, çadırlarından çıkarak Samandağ merkezinde, Yeşilköy’de ve daha birçok yerde moloz taşıyan kamyonların önünü kesen halk, insanların sağlığını ve doğayı ciddi şekilde tehdit edecek sonuçlar yaratan bu faaliyetlerin durdurulmasını talep ediyor.
Uzmanların ve mühendislerin tüm uyarılarına rağmen normalleşme adı altında hızlıca, plansız ve programsız şekilde enkaz kaldırma faaliyetleri devam ediyor. Uzmanlar, dernekler, tabipler odası, diğer meslek odaları ve mühendisler, enkazların barındırdığı toksik madde ve materyalin belirli bir plan ve program ile ayrıştırılması gerektiğini savunuyor ve yetkililere çağrıda bulunurken faaliyetlerin devam ettirilmesi akla başka soruları getiriyor.
Sağlık uzmanları da gelişigüzel yığılan molozların, önümüzdeki 20 ila 30 yıllık süreçte özellikle çocuklar başta olmak üzere insanları kanser vb. hastalıklarla karşı karşıya bırakabilecek materyallere sahip olduğunu belirtiyor.
Alanda faaliyet gösteren çevre aktivistlerine göre Antakya ve Samandağ’da toplamda 22 moloz döküm merkezi var. Bu merkezlerin 3’ü resmi bile değil. Bu döküm merkezlerinde tam anlamıyla bir ayrıştırma işlemi de gerçekleştirilmiyor. Ayrıştırılan tek madde var o da demir. AFAD logolu kamyonlar da enkazdan çıkan demiri taşıyor. Senelerce sürmesi gereken enkaz kaldırma ve ayrıştırma işlemi, yağma hırsıyla gözü dönmüş şirketler ve buna izin veren yetkililer tarafından alelacele gerçekleştiriliyor.
Bu moloz yığınları sadece içerdikleri toksik maddeler nedeniyle değil, maalesef arama kurtarma çalışmalarının yetersizliğinden dolayı bulunamayan ve enkaz altından çıkarılamayan insan bedeni parçalarından dolayı da insan sağlığını tehdit ediyor. İnsanlar kayıplarını ararken, manzara işte bu kadar dehşet verici. Tüm uyarılara rağmen durdurulmayan enkaz kaldırma faaliyetlerinin yarattığı moloz yığınlarından, kayıpların parça parça bedenleri ortaya çıkıyor.
Kayıplar olduğu kadar bu depremin hiç konuşulmayan sahipsizleri de vardı. Karaçay’da yıkılan bir binada, haftalar sonra 6 Suriyeli tarım işçisinin sahipsiz cansız bedenleri çıkarıldı. Tarihi Kurtuluş caddesinde ise depremin 83.gününde, Suriyeli 2 yaşında bir bebek ile ninesinin cansız bedenleri çıkarıldı.
Yüz binlerce Suriyelinin yaşadığı Hatay’da, ülkenin geri kalanında olduğu gibi düzensiz göçle birlikte ve entegrasyon politikalarının olmamasından kaynaklı mülteci sorunları elbette var ama bunun daha da tehlikeli olanı, mülteci düşmanlığının arttığı bu dönemde oy toplama hedefiyle ırkçı dalgaya binerek halkı kışkırtan politikacılardır. Düzensiz göç, demografik tehlikeler ve tehditler barındırsa da bununla mücadele yöntemi, halkın öfkesini iktidar ve yetkili kurum ve kişiler yerine gariban mültecilere yönelten, muhalif saflarda görülen faşist politikacıların önerdiği çözümler asla değildir.
Suriye’de Deprem
Deprem Türkiye’nin güney bölgesini vurduğu gibi sınırın ötesinde Suriye’nin Lazkiye, Halep, İdlip, Hama ve Tartus kentlerini de vurdu. Uzun süren savaşın getirdiği yıkımın üzerine Suriye, son birkaç yıldır ABD’nin ‘Sezar’ ismini verdiği yaptırımlarla boğuşuyor. Suriye’de gıdadan yakıta, enerjiden günlük hayattaki en temel ihtiyaçlara kadar her alanda kriz hali var. ABD, ‘Sezar’ yaptırımları ile en az savaş kadar yıkıcı sonuçlara sahip olan bu politika ile Suriye ile siyasi, ekonomik, ticari vs. ilişkisi kurmak isteyen herkese sopa gösteriyor. Bu yaptırımlar nedeniyle Suriye, savaşla harabeye dönmüş kentlerini yenileyemiyor, vatanlarına dönmek isteyen mültecilere yeni evler inşa edemiyor, başta elektrik ve su ile ilişkili olmak üzere normalleşmenin önünde büyük engel olan önemli altyapı problemlerini çözemiyor.
Bunun üzerine zaten yardıma muhtaç olan Suriye’yi vuran deprem, savaşın da uğramadığı birçok bölgeyi enkaza çevirdi. Türkiye’de, ülkede var olan imkanlar iktidarın izlediği politikalardan dolayı deprem bölgesine seferber edilemezken, Suriye’de ise bu imkanlardan bahsetmek bile mümkün değildi. Yaptırımlar yüzünden yakıt krizi yaşayan Suriye’de gönüllüler, enkaz alanlarına ulaşım sağlayabilmek için araçlarına yakıt bile alamıyordu; ne sağlık alanında ne de diğer sektörlerde araç gereçlerini yenileyemeyen Suriye’nin profesyonel arama kurtarma ekipleri, modernleştirilemeyen ve günümüz koşullarında, görece daha eski olan arama kurtarma araçları nedeniyle enkaz altından kurtarılabilecek insanları kurtaramadı.
Yaptırımlar ve ‘Sezar’ sopası yüzünden Şam ile ilişkilerinin normalleştiremeyen ülkeler, ABD’den icazet alana kadar Suriye’ye gıda yardımını bile gönderemedi. Suriye’nin kuzey kentlerinde insanlar günlerce aç ve barınaksız bir şekilde yaşamak durumda kaldı. Deprem bölgesinde faaliyet gösteren uluslararası kuruluşlara göre Suriye’de depremin ardından 5 milyon civarında insan evsiz kaldı.
Bütün bunların üzerine, bölgede uluslararası kanunları yok sayan ve bir haydut gibi sağa sola saldıran bir işgal devleti olan İsrail, milyonlarca evsiz insana yardım ulaştırabilen tek merkez olan uluslararası Halep havaalanına saldırarak, havaalanının yeniden hizmet dışı kalmasına neden oldu.
Maalesef Antakya’da da karşılık bulan mülteci düşmanlığı üzerine kurulu politikalar çok yaygın. Bu politikalar reddedilirken, düzensiz göçün getirdiği sorunları sadece mültecilerin üzerine yükleyenlere karşı, mültecilerin neden memleketlerine dönemediği ve Suriye’nin neden normalleşemediği anlatılmalı.