Dünyada ve Türkiye’de Bir Kez Daha Enflasyon

Selim Çakmaklı
Rutgers Üniversitesi Camden Kampüsü İktisat Bölümü Üyesi

Bazı dönemlerde durgunluk, ekonomik küçülme ve kriz yaşansa dahi kapitalist ekonomiler büyümeye meyillidir. Büyüyen bir ekonomide bireysel sermayedarlar rekabet etmek, bir başka deyişle hayatta kalabilmek için çeşitli stratejiler geliştirmek ve daha fazla sermaye biriktirmek zorundadır. Her sermayedar daha fazla ürün satmak, yeni ürün ve teknolojiler geliştirmek, yeni pazarlara açılmak, piyasa payını genişletmek ve emek maliyetlerini azaltmak baskısıyla karşı karşıyadır. Kuskusuz, tatmini imkânsız birikim açlığıyla hareket eden sermayedarların imdadına koşan ve uyguladığı iktisat politikalarıyla sermaye birikimindeki tıkanıkları açan kurumlarda kapitalist sistemin vazgeçilmez unsurlarıdır. Devletler gerek merkez bankalarının uyguladığı para politikasıyla gerek hükümetlerin uyguladığı maliye politikalarıyla sermayedarın ihtiyaç duyduğu sermaye birikim ortamının yaratılmasına yardımcı olurlar. Ancak, sermaye birikimi kesintisiz ve pürüzsüz bir süreç değildir, aksine kesintili ve çalkantılı bir süreçtir. Bu sürecin en önemli belirleyeni kar oranlarında yaşanan dalgalanmalardır. Kar oranları sistemin limitlerini belirler ve sistem limitlerine ulaştığında belirli sorunlar belirmeye başlar. Bu sorunlardan biri enflasyondur. Enflasyon sistemdeki bazı tıkanıklıkları aşmanın aracına da dönüşebilir. 

Bu yazıdaki amacımız enflasyona ilişkin teorik açıklamaları en basit biçimiyle özetlemek, bu teorilerin ne anlama geldiğini tartışmak ve bu teorilere dayanarak formüle edilen politikaları eleştirel biçimde gözden geçirmek. Bunu yaparken dünyada ve Türkiye ekonomisindeki enflasyonist gelişmelere ve bu gelişmelerin sonuçlarını da incelemek amacındayız.  

Enflasyon fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artış demektir. Mal ve hizmetlerin fiyatının genel olarak sürekli yükseldiği dönemler enflasyonist dönemlerdir. Tersi bir durum ise deflasyon, yani fiyatlar genel düzeyinde yaşanan bir düşme demektir. 

Ortodoks iktisat yazınında enflasyona dair iki temel yaklaşımsöz konusudur. Bunlardan birincisi talep enflasyonudur. Bu yaklaşıma göre piyasada çok fazla para vardır ve söz konusu aşırı para sınırlı miktardaki mal ve hizmeti satın almaya yöneldiğinde fiyatlar yükselecektir. Bir başka anlatımla, ekonomideki toplam talep toplam arzdan fazladır ve bu talep fazlalığı fiyatların artmasının nedenidir. İkinci yaklaşım ise maliyet enflasyonudur. Bu yaklaşıma göre enflasyonun nedeni üretim maliyetlerindeki artıştır. Kötü hava koşulları, petrol ve diğer enerji fiyatlarındaki ani artışlar, kovid-19 pandemisisürecindeki küresel meta zincirlerindeki aksamalar ve ücretlerdeki beklenmedik artışların maliyet enflasyonuna yol açtığı ileri sürülür. 

Ortodoks yaklaşımın enflasyon tanımlama yöntemi anti-enflasyonist politikalara dair ip uçlarını içerisinde barındırıyor. Örneğin, enflasyonun talep itişli olduğu düşünülüyorsa, akla en yatkın çözüm kısa dönemde talebin dizginlenmesi ve uzun dönemde arzın artırılması olacaktır. Peki bu çözüm nasıl hayata geçirilecektir? Merkez bankası talebi daraltmak için politika faiz oranını arttıracaktır. Faiz artışı tüketim harcamalarını ve yatırımları azaltacak ve böylece ekonominin soğuması (yavaşlaması) sağlanacaktır. Bu yolla önce enflasyon beklentileri daha sonra da enflasyonun kendisi dizginlenmeye çalışılacaktır. 24 Ağustos 2023’te Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) faiz oranlarını yükseltirken benzer gerekçelere başvurdu; “Para Politikası Kurulu (Kurul) politika faizi olan bir hafta vadeli repo ihale faiz oranının yüzde 17,5ten yüzde 25 düzeyine yükseltilmesine karar vermiştir… Politika faizi, enflasyonun ana eğilimini geriletecek ve enflasyonu orta vadede yüzde 5 hedefine ulaştıracak parasal ve finansal koşulları sağlayacak şekilde belirlenecektir.”Faizleri arttırarak enflasyonla mücadele politikasının, güncel tabirle rasyonel politikalar uygulamanın yan etkisi artan işsizlik oranı olacaktır. Bu işte bir terslik olsa gerek! 

Enflasyondan en fazla zarar gören kesim işçi sınıfıdır; enflasyon dönemlerinin en büyük kaybedeni işçilerdir. Peki enflasyonu düşürmenin de maliyetine katlanmak zorunda kalacak kesim neden işçi sınıfı olmak zorunda? Çünkü enflasyon yaratan politikalar gibi enflasyonu azaltmak için tasarlanan politikalar da gücü elinde bulunduranların yani kapitalist sistemin sahiplerinin (kapitalistlerin) çıkarına göre dizayn edilir. Ancak, Ortodoks iktisatçılar TV programlarında, sosyal medyada ve gazetelerde “rasyonel politikalar” diyerek işçi sınıfı aleyhine sermayedarlar lehine uygulanan politikalara bilimsel bir kılıf uydurmaya çalışırlar. 

Yakın tarihte uygulanan bazı iktisat politikalarını hatırlayalım. 2019 yılının son aylarında Çin’de yayılmaya başlayan kovid-19 virüsü kısa zamanda tüm dünyaya iktisadi faaliyetlerin durmasına yol açan bir pandemiye dönüştü ve yavaşlamakta olan ekonomilerin krize sürüklenmesine neden oldu. Milyonlarca çalışan belirsiz bir süre için eve gönderildi. Bu yazının kapsamına sığmaz ama şunu hemen not edelim: “Asli (essential) işçiler” yani hastane çalışanları, gıda sektöründe çalışanlar ile dağıtım sektöründe çalışanlar yeterli tedbir alınmadan çalışmaya devam ettirildi ki eve gönderilen kitleler temel tüketim ihtiyaçlarını sürdürebilsin ve toplumsal istikrar bozulmasın. Üretimin birçok alanda aniden durması, Ortodoks iktisat terminolojisiyle söylersek, tam bir arz soku yarattı; yani Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla (GSYIH), yani ülkelerdeki toplam üretim, aniden azaldı. Krize tepki olarak başta ABD merkez bankası FED (Federal Reserve) olmak üzere pek çok merkez bankası ve tabii TCMB de faiz indirimine gitti. Böylece şirketlere ucuz parayla borçlanma ve borçlandıkları paraları hisse senedi piyasalarında yüksek kazanca çevirme şansı verildi. 

Örneğin Borsa İstanbul 100 endeksi 1 Ocak 2021’de 1521 iken 1 Eylül 2023’te endeks 8141’e yükseldi. Benzer şekilde ABD DJIA endeksi krizle birlikte ciddi biçimde geriledi ve 20 Mart 2020’de 19123’e kadar indi. Ancak, ABD merkez bankası FED’in piyasaya çok yüksek miktarda para şırınga etmesiyle endeks yükselişe geçti ve 31 Aralık 2021’de 36338’e değerine ulaştı. Bir başka deyişle, merkez bankalarının kriz sonrasında para arzını arttırması ve bu paranın hisse senedi piyasasına akması (bu piyasalardaki varlıkların yüzde 90’nını elinde bulunduran) kapitalistlerin servetinin daha da artmasına, bunun sonucunda da toplumdaki eşitsizliklerin daha önce görülmemiş bir seviyeye ulaşmasına yol açtı. Ortada irrasyonel ya da hatalı bir politika uygulaması yoktu, uygulanan politikalar sermayenin pandemi dönemindeki ihtiyaçlarına cevap veren bir politikalar demetiydi. Nasıl ki o zaman bu politikalar kapitalist sınıfın işine geliyordu ise şimdi de tersi politikalar kapitalist sınıfın sermaye birikimine servet transferi üzerinden hizmet ediyor demektir.

Ortodoks iktisadın enflasyona dair ikinci yaklaşımı maliyet enflasyonudur. Maliyet itişli enflasyonun ana nedeni üretimde kullanılan girdilerin fiyatlarında yaşanan artıştır. Maliyet enflasyonu Türkiye gibi ithal girdi ve hammaddeye bağlı ekonomilerde döviz kurundaki dalgalanmalarla da yakında ilişkilidir. Türkiye’de döviz kurundan enflasyona geçişkenlikçok yüksektir. Döviz kurunun yükselmesi, yani TL’nin değer kaybetmesi ithalat girdilerin maliyetini yükseltir. Bu durumda firmaların iki seçeneği vardır; birincisi maliyet artışını sineye çekmek, yani karını azaltarak fiyatları sabit tutmak. Ancak bu seçenek firmaların doğasıyla çelişir. Maliyeti sineye çeken firma daha az karla çalışmak durumunda kalabilir. Dolayısıyla, firmalar ikinci seçenek olarak, döviz kurundan kaynaklı maliyeti fiyatlara yansıtabilirler. Ancak bu seçenek de sanıldığı gibi kalıcı bir çözüm yaratmaz. Nedeni hem yurtiçi hem ihracat pazarlarındaki acımasız rekabettir. Fiyatlardaki artış firmanın rekabet gücüne zarar verir. Bu durumda ücretlerin enflasyonun altında belirlenmesi, yani enflasyonun yükünün işçi sınıfının üzerine yıkılması yoluna gidilir. Örneğin, uluslararası piyasalarda yıllardır ucuz emek maliyetleri üzerinden rekabet eden ihracatçılar, asgari ücretin 300-400 dolar aralığını aşmaması için çaba gösterdi. Böylece emek maliyetleri kontrol altına alındı ama döviz kurundaki artışa bağlı olarak fiyatlardaki genel artışlar asgari ücretlinin alım gücünü hızlıca eritmeye başladı. Kısaca, enflasyon sermaye birikim dinamiklerinin tıkandığı her dönemde sermayedarın imdadına koşar; sermayedarın mallarının fiyatı artar ama işçinin eline gecen paranın alım gücü (reel ücreti) erir. 

Ortodoks iktisat yaklaşımı enflasyonu bir politika hatasının (aşırı para basma veya seçim sürecinde aşırı kamu harcaması yapma gibi) veya bir dışsal şokun (kovid-19 pandemisi veya Ukrayna-Rusya savaşı gibi dışsal şoklar) sonucu olarak ele almakta; ancak söz konusu politika hatalarının veya dışsal şokların ardında gizlenen sınıfsal çıkarlara odaklanmamaktadır. Dolayısıyla Ortodoks iktisatçıların tedrisatından geçen kitleler ne enflasyonist politikaların ne de enflasyonu düşürmek için uygulanan politikaların sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda formüle edilip uygulandığını ve enflasyonun geliri işçi sınıfından sermayedar sınıfına aktaran bir araç olduğunu kavramış oluyor.