İNSAN YARINI BUGÜNDEN BİLMELİ

İsmail Zubari

Aklın ve bilimin yolunu seçmeyen toplumlar yoksulluk, sefalet, adaletsizlik ve çeşitli felaketleri dayanılmaz ölçüde yaşamaya mahkûmdur. O topluluklarda mutlu olmak adeta suç kabul edilir. Tarih bunu her daim önümüze getirir. Görmek isteyenler zaten zifiri karanlıkta da olsa bir çıkış yolu bulur. İstemeyenler ise aydınlık günlerde bile karanlığa boğulur. 

6 Şubat günü yaşanan deprem felaketinde bunu bir kez daha gördük. Her ne kadar Maraş merkezli bile olsa Hatay’ı ve özellikle Antakya ve çevresindeki ilçeleri daha fazla etkiledi. Okuduğum ve bildiğim kadarıyla bunun iki sebebi vardı. Birincisi zaten her yetişkinin bildiği fay hatlarının varlığı. İkincisi ise iki depremin artarda yaşanması ve deprem ivmesinin artarak Antakya’yı vurması. 

Bu iki konuya kısaca değineceğim ama beni asıl etkileyen bazen üzen, bazen de umut aşılayan insan davranışı üzerine gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. 

Tarihte defalarca yıkılan bölgemizde şehirlerin aktif fay hatları üzerinde kurulu olması yüzünden kayıplar her zaman fazla olmuştur. Benim yaşadığım Samandağ’da (ki aslında Süveydiye) ilk çağlarda kurulan Seleucia Pieria’nın terk edilmesine sebep olan şiddetli depremlerin sık aralıklarla yaşanmasıydı. O zamanki şartlarda stratejik konumu nedeniyle önce başkent olarak kurulmuş daha sonra ticari bir liman kenti mahiyetinde yaklaşık 850 sene ayakta kalmıştır. Bu süre zarfında görkemli bir yaşam süren Seleucia Pieria M.S. 526 ve 528 yıllarında yaşadığı depremler sonucu yerle bir olarak terk edilmiştir. Bu depremlerin dokuz şiddetinde olduğu konusunda uzmanlar görüş belirtmektedir. Aslında daha önceleri de depremler yaşanmış ama Selevkiyalılar şehirlerini yeniden ayağa kaldırmasını bilmişler. Bu depremlerde Antakya, Seleucia, Arsuz, İskenderun ve çevresinde yüzbinlerce kayıp verilmiştir. O zamanlardaki dünya nüfusu göz önüne alındığında bu sayılar olağanüstü bir rakama denk gelmektedir. 

6 Şubat depreminde dile getirilen ivme şiddeti ise nedir? Onu da bunun eğitimini alan arkadaşlarıma sordum. Kısaca deprem enerjisinin ulaştığı hız diyebiliriz. Bu, ivmenin üniversitelerde bölgemiz için tahmin edilenin yaklaşık iki katına ulaşması.

Bütün bu gerçekler ışığında şunu gördüm. Devlet, tüm kurumlarıyla birlikte böyle bir olaya hazırlıklı değildi. İlk birkaç gün zaten devlet diye bir mekanizma yoktu. İnsanlar enkaz altında can çekişirken dışarıdakiler ne yapacaklarını bilmeden şaşkın ve çaresizce bekliyorlardı. Üstelik öyle bir hava durumu vardı ki yer kükreyerek şehirleri sallarken, gök ise gürleyerek bardaktan boşanırcasına yağmur gönderiyordu. Hayatta kalıp tarımla uğraşanlar ise o günün gecesinde seralarında dona karşı sobaları yakmak zorunda kaldılar. O nasıl bir gündü? Sadece yaşayanlar bilir! Peki, yakın tarihte bile depremlerle defalarca sarsılan bir ülkede kurumların hazırlıklı olmaması ne anlama geliyor? Ya kadercilik anlayışıyla yaklaşıp atalete teslim olmak veya liyakat sisteminin yerine yandaş devşirmek. Bir diğer tanımı Nepotizm. Daha önceki depremlerde kısmen de olsa müdahalelerde hızla hareket edilmiş, askeri birlikler anında devreye sokulmuş ve sivil organizasyonlar önemli çalışmalar yapmıştı. Ancak 6 Şubat depreminde gördük ki daha önceki deneyimlerden hiçbir şekilde ders alınmamıştı. Tam aksine “asrın felaketi” denilerek başarısızlığın bahanesi yaratılmaya çalışılmıştır. Hâlbuki dünyada bundan çok daha büyük depremler yaşanmış ve çok daha az kayıplar verilmişti. 

Demek ki siyasi iktidar kurumları yandaşlarla doldururken liyakati dikkate almamış, alınanlar sadece oy deposu mantığıyla hareket edilmişti. Atalet ve kadercilik felaketin boyutunu katlamıştır. 

Bunun yanında yerel yönetimlerde de hiçbir hazırlığın yapılmamış olduğunu gördük. Öyle ki bırakın kurtarma çalışmalarını aylar geçtikten sonra bile barınma ve temel ihtiyaçların karşılanması halledilmemişti. Eğer bazı büyükşehir belediyeleri ve sivil toplum kuruluşları olmasaydı depremden sonra en büyük felaket gıda krizi olabilirdi. Depremden iki gün sonra çadır ve gıda satışı yapan başta Kızılay olmak üzere AFAD’ın organize olmayışı bir kaos yaratmıştı. Ancak haftalar sonra düzen sağlanmaya başlanmıştır. Bu arada ağır hasarlı binalar dahil olmak üzere evine giremeyen halkın evleri yağmalanmıştır. Bu konudaki iddialar hala aydınlatılabilmiş değildir. Şimdiye kadar kaç kişi yakalanmış ve bunların uyrukları nedir? 

Depremin acılarını sarmaya çalışan insanlar bir süre geçtikten sonra yeni bir sorunla karşı karşıya geldiler. İlk günlerde bulabildikleri her sığınağı kullanan insanlar daha sonra çadır bulma umuduyla günlerini geçirdiler. Fakat bekledikleri çadırlar bir türlü gelmiyordu. Depremden iki ay sonra bile çadır bulamayan binlerce aile vardı. Aylar geçtikçe düzen rayına oturmaya, kurumlar nispeten daha organize olmaya başladı. Tabi ki bu sürede gelen yardımların sayısı ve mahiyeti azalmaya başlamıştı. Bu sefer insanlar kendilerine en azından birkaç sene yetecek portatif evler inşa etme derdine düştüler. Devletin vadettiği hak sahipliği ve yerinde dönüşüm uygulamaları halkın arzuladığı hızda çalışmıyordu. Muazzam ölçüde inşaat ustası ve işçi sorunu vardı. Halk prefabrik yapıların pratikte hızlı kurulmasını keşfetmişti ancak bunları yapacak kaynakçı ve diğer müştemilatların ustasını bulmak sorun olmuştu. 

İşte tam bu dönemde kendilerini uyanık sanan ve felaketi fırsata çevirmek isteyen kendini bilmezler ortaya çıktı. Toplumsal dayanışmanın en hayati önemde olduğu bir zamanda evleri yıkılan, canlarını kaybeden toplumun ayakta kalmasını sağlayacak dayanışma kültürü bencil ve acımasız kişiler yüzünden rencide olmuştur. Yüz liralık işe bin lira isteyen ve bunu iyilik olarak sunmaya çalışan bu kemirgenler birçok insana hayal kırıklığı ve umutsuzluk aşılamıştır. 

Bununla birlikte hiç tanımadığımız nice insanın deprem bölgelerine ulaşıp yaraları sarmaya çalışması bu üzüntümüzü hafifleten en büyük kaynak olmuştur. Hatay dışında kurulu dernekler ve diğer örgütler canla başla çalışarak halkın ihtiyaçlarını gidermeye, bozulan psikolojisini düzeltmeye çaba sarf etmiştir. 

Felaketler iki tür insanın gerçek yüzünü ortaya sermiştir. İyiler nerede olursa olsunlar her daim imdada yetişmek için bir yol buluyordu. Kötüler ise felaketin yarattığı boşluktan faydalanıp mağdur halka bir darbe de kendileri vuruyordu. 

Her şey karmaşık ve girift ilişkiler içinde yaşanırken kaldırılan molozların insan sağlığı dikkate alınmadan vahşice kaldırılması, çıkan molozların sırf şehre yakın diye en olmayacak yere dökülmesi ayrı bir sorun olarak karşımıza çıktı. Yılın büyük bölümünde hakim batı rüzgarlarına açık, deniz kenarının dibinde, Milleyha Kuş Cennetinin yanında ve Samandağ stadyumunun bitişiğindeki bir alana dökülmesi yönetici kesimin gerçeklikten ne kadar kopuk olduğunu göstermesi açısından ibret vericiydi. Tüm itirazlara rağmen ilçenin batısında bir moloz dağı oluşturuldu. Daha sonra ayrıştırma çalışmalarıyla birlikte ilçemizi resmen toza boğdular. Ki bu molozlar arasında asbest tozunun varlığı bilindiği halde. 

Her koşul ve durumda insanlar bir şekilde yaşamanın yolunu bulur. Bu süreçte isimsiz kahramanların rolü büyüktür. Ancak hayat bize bir şeyin gerekliliğini mutlak surette öğretmiştir: Örgütlü olmak. Örgütlü bir toplumu hiçbir güç yenemez, sömüremez, mağdur edemez. En büyük felaketlerde bile yeniden ayağa kalmanın sihirli anahtarıdır örgütlenmek. 

Umuyorum ki bu sefer daha bilinçli bir şekilde örgütlenmenin ne kadar gerekli olduğu hususunda toplumun aydınlık insanları öncü rolü oynar. Tarihten ders alınırsa yarını bugünden görme şansımız doğar.