Afet Hukukundan Felaket Hukukuna

Dr. Av. Fevzi Özlüer

Deprem ülkesiyiz. Erzincan, Adana, Adapazarı, Düzce depremleri hafızamızda capcanlı duruyor. Yıkılan şehirlerin bir an önce kurulması için güçlü sosyal dayanışmalar, yardım ağları, sivil toplumun bağımsız örgütlenmeleri, “kimse yok mu!” sesine ışık oldu. Devlet örgütlenmesi, yurttaşı ekonomik ve sosyal olarak güçlendirmeyi esas aldı. Evi yıkılana destek, kiracıya arsa temini gibi sosyal devlet uygulamaları yaraların hızla sarılmasına yol açmıştı. AFAD’ın işaret ettiği normale geçiş bildiğimiz afet hukukunun esasıydı. Neydi afet? “Toplumun tamamı veya belli kesimleri için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğuran, normal hayatı ve insan faaliyetlerini durduran veya kesintiye uğratan doğa, teknoloji veya insan kaynaklı olaylar”dı. Bu normalliğin aşınması, ortadan kalkması karşısında yeniden normal hayata geçişi temin etmek afet hukukunun konusudur. En temel mevzuatı da 7269 sayılı Kanundur.

Antakya başta olmak üzere pek çok ili etkileyen Şubat 2023 depremleri ardından ise daha önceki kısmi sosyal devlet, toplum ve hukuk ilişkilerinden, uygulanan mevzuattan farklı bir süreç bizi karşıladı. Yardım sistemi merkezi idarenin hakimiyetinde, AFAD bünyesinde tekelleştirildi. Sahada AFAD dışında insani kurtarma, yardım ve yeniden toparlanmaya ilişkin sivil toplumun nefes alacağı alanlar yok denecek kadar azdı. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yerine, tüm yetkilerin olağanüstü hal düzenlemeleriyle Cumhurbaşkanı uhdesinde toplandığı bir kararnameler düzeni kuruldu. Deprem öncesindeki tedbirlere yönelik kentsel dönüşüm mevzuatı, deprem sonrasındaki yeniden imardan doğacak olan sermaye birikimine yönelik el koymalar için kullanıldı. Bilindik anlamda afet hukuku rejiminde bir kırılmayı işaret eden siyasi ve hukuki bir ortam yaratılmıştı. Bu kırılma, farklılaşmayla temel olarak normale geçişi değil; normal dışı düzeni, olağanüstü hali yönetmeye yönelik bir hukuk ortaya çıktı. Buna felaket hukuku demek bu geçişi ifade etmek için elzem. 

Pek çok ili aynı anda etkileyen depreme bağlı felaket hukuku, yıkım bölgelerinin insansızlaştırılmasını gündeme getirdi. Bu tedbirler, idari kararlarla değil; genellikle eylemsizlik veya uzun bir sürece yayılan yenilenme eylemleriyle biçimlendi. Deprem bölgelerinde uzun yıllar sürecek altyapı ve imar süreçleri için insansızlaştırma bir gereklilik olarak sunuldu. Bölgede kalmak zorunda olan insanların elektriğe, temiz suya, kanalizasyona ne zaman kavuşacağına ilişkin açıklayıcı bir bilgilendirme yapılmadı. Yıkılan konutların havaya, suya, toprağa zarar vermeden dönüştürülmesi, molozların insan ve canlı yaşamı üzerindeki etkilerini izleyecek mekanizmalar kurulmadı. Bütün bu süreçlerde, moloz ekonomisinin, yıkımın yarattığı piyasanın kusursuzca işlemesi temin edildi. İnsan ve çevre sağlığının korunması için gerekli olağan hukuk mekanizmaları işlemedi. İdari başvurular yanıtsız kaldı. Toprağı ve suyu kirleten moloz dökümlerine karşı açılan davaların geleceği mahkemelerin hızı altında kaldı. 

Önceki yıllarda yaşadığımız deprem deneyimlerinde, toplumun yaralarının kişiler temelinde olduğu kadar, sosyal ve ekonomik olarak da hızla sarılacağı bir afet hukuku mevzuatına ve yönetim anlayışına bağlı kalınmıştı. Sivil toplumun afetten çıkış süreçlerinde etkili olduğu katılımcı bir yönetim modeli vardı. Özellik 1999 depremi ardından olası afetlere tedbir almak maksadıyla, şehirlerin deprem gibi afetler yaşamadan dönüştürülmesi gündeme gelmişti. Bunun için özel bir Kanun olan 6306 sayılı Dönüşüm Alanları Hakkında Kanun münhasıran depremden sakınmak için yürürlüğe girmişti. Belediyelerin güçlendirilmesi, kentsel dönüşüm yapma, afetlere karşı etkili planlama süreçlerinde örgütsel, yönetsel ve mali süreçleri de kapsamaktaydı. Fakat bu yetkilere ve AFAD’ın 2020 yılında büyük bir deprem yaşanacağını öngörmesine rağmen, yerel ve merkezi yönetimler bu depreme hazırlanmadı. Bu hazırlıksızlık, idare hukuku diliyle, idarenin eylemsizliği, güçsüzlüğünden değildi. Bu eylemsizliğin, yönetenleri hukuki bir sorumluluktan kurtarmadığı, bu durumun tam da devleti tam sorumlu tuttuğu bilinen bir gerçektir. Bu hukuki ve toplumsal maliyetin göze alınmasının siyasal yeni bir konumlanış yarattığı veya siyasal bir geçişe hazırlık olduğu söylenebilir.

Mevcut yıkımı onarmayı, aşmayı hedefleyen afet hukuku düzeninden; yıkımın sonuçlarının öngörülerek, ortaya çıkan afetin olağanüstü hal uygulamalarıyla yönetildiği, afetin geçici değil kalıcı kılındığı, yıkımın kalıcılığına dayalı bu yönetme biçiminin, küresel ölçekte cisimleşen yeni afet yönetme stratejisiyle uyumlu olduğu söylenebilir. 

Yıkıma maruz kalan kişilerin, toplulukların, onları var eden kültürel ve sosyal dayanışmalara ve pratiklere el koyarak, felaketi metalaştırarak elde edilen birikim ve felaket siyasetinin  deprem gibi süreçlerde de açığa çıkmış olması şaşırtıcı olmasa gerek. Küresel iklim değişikliği, orman yangınları, seller, kuraklık bunu yaratan üretim ilişkileri ve siyasal iktidarlardan azade kılınarak, olağanüstü koşulların içinden bir kader gibi geçtiğimiz varsayımı üretiliyor. Böylece  küresel ekolojik, ekonomik ve siyasal “krizler” olağanüstü hali ve olağanüstü halleri meşrulaştıran iktidarların söylem cephaneliğini üretiyor. Tam da bu bağlamda alt yapısı çökmüş, suyu, kanalizasyonu, elektriği olmayan bir yerde insanların en temel yaşam çizgisine kadar çekilmesini işlerin iyi yönetilmediğiyle açıklamaya çalışanların bu gerçeği yeterince okuyamadığını düşündürüyor. Dünya ölçeğinde de hakimiyetini ilan eden, felaketleri yeniden üreten ekonomi ve siyasetin bulandığı birikim rejimini, buna uygun işleyen felaket hukukuyla anlamak mümkün. 

Antakya’da bütün bu süreç, insanların can güvenliği temelinde bir yaşam çizgisine çekildiği, hayatta kalmayla sınırlı siyasal ilişkiler gelişmeye başladı. Afet koşullarında devletin ödevinin insanları iyileştirmek, onları güçlendirmek, ekonomik ve sosyal koşullarını beslemekten, bu ödevin insanların hayatta kalmasını sağlayan bir pratiğe evrilmesi yeni bir siyasal ve hukuki ilişkinin sürdüğünü gösteriyor. 

Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle Depreme Müdahale

Yaşanılan büyük depremin ardından toplam 11 ili kapsayacak ve sonra kapsamı genişletilecek bir olağanüstü hal ilan edildi. Daha sonra olağanüstü hal ilan edilen illerin kapsamına depremden ikinci derecede etkilenen şehirler de eklendi. Bu şehirleri kapsayacak biçimde çevre ve şehircilik alanlarını düzenleyen özel kanunların uygulamasını askıya alacak düzenlemeler getirildi. Bu düzenlemeler özellikle imar ve planlama süreçlerini etkiliyordu. Bu kapsamda imar planlarının başta olmak şehirle ilgili kamusal nitelik taşıyan, şehirlilerin yaşamını doğrudan etkileyen süreçlere katılım yolları ortadan kaldırılmıştı. Şehirlerin deprem sonrasında yeniden imarında ve ihyasında şehirde yaşayanlar, yeni dokuyu satın alarak ve bireysel haklarını kullanarak yer alabileceklerdi. Kentlerin sivil toplumunun, muhtarlıklarının, mahalle örgütlenmelerinin belirleyici olmadığı, sosyal ve ekonomik haklarla ilgili karar mekanizmasının tekelleştirildiği, TOKİ’ye devredildiği bir planlama süreci söz konusu oldu. Bu planlama anlayışına itiraz eden üniversiteler ve akademisyenler anaakım medya eşliğinde afaroz edildi. Bu planlama ve olağanüstü hal uygulamalarıyla şehrin hukukunun yeniden tanımlanması, Nisan ayında olağanüstü hal kararnamelerinin Kanun haline getirilmesiyle arşa ulaştı. Olağanüstü hal kararnameleri Anayasa Mahkemesi tarafından yapılan yargısal denetimlere göre de etki ve sonuçlarını olağanüstü hal içinde ortaya çıkartacak düzenlemelerdir. Oysa, OHAL bittiğinde imar planı ve şehircilik hukuku etkileri devam edecektir. Bu durumda, yapılan düzenlemeler, OHAL sürecinin etki ve sonuçlarının devam etmesi anlamına gelir.

Müştereklere ve Haklara El Koyan Birikim

OHAL ile umulan amaç, OHAL sürecinin süreklileştirilmesi haline getirilmiştir. OHAL kapsamında verilen yetkilerden birisi de, deprem sonrasında ihtiyaç duyulan konut stoğuna yönelik kamu veya özel mülklere el koymayı kapsıyordu. Bu yetki OHAL sonrasında, TOKİ eliyle kurulacak kentler, hastaneler vb. yapılar için sıkça kullanılmaya başlandı. Bir kamulaştırma kararı alınmaksızın doğrudan OHAL kanununa dayalı olarak uygulamalara geçildi. Böylece vatandaşların dava açarak katılım haklarını en az kullanabilecekleri bir süreç yaratıldı. İdari bir işlem, bir kamulaştırma ilanı olmadığından vatandaş neye dava açacağını bilmekte güçlük çekti. Dikmece’de köyün zeytinliklerine tam da böyle el konulmaya başlandı. Dikmeceliler, önce boş zeytinliklere el konulacağını düşündü. Sonra tüm köyü içine alan devasa bir süreçle karşı karşıya kaldıklarını fark ettiler. Kamulaştırma kararı olmaksızın telefonlarına gelen bir SMS ile tapu kayıtlarının düşürülmeye başlandığını ve hesaplarına el koyma bedellerinin yatırıldığını öğrendiler. Parayı çekenler de oldu. Çekmeyenler de. Ama artık, köyün müşterek alanlarına el konulması, yeni bir şehirleşme içine girilmesi ve bu sürecin nasıl şekilleneceğinden daha çok, hesaplara yatan para gündem oldu. Devlet, köy yaşamını finansallaştırarak, köylülerin müşterekleriyle bağlarını çözecek güçlü bir araç ortaya koydu. Böyle bir durumda, köyün ortak hayatı, Arap Alevi yaşam biçimine yönelmiş tehditler, ticari ilişkilerin finansal ilişkilere dönüşmesi gibi sorunlarla paranın yarattığı cazibeli ortam arasına Antakya’nın mülk sahipleri sıkıştırıldı. Köylerin para ilişkileri yanı sıra devlet zoru ile çözülüşü için asgari 5 yıllık süre yeterli olacaktır. Bu durumda, neden afet hukukun değil de felaket hukukunun gündeme geldiği daha iyi anlaşılıyor. Felaket hukuku, bireysel haklara sıkışmış ve özel mülküyle başbaşa bırakılmış bireyleri kısa süre içinde borçlandırarak ve mali ilişkiler ağı içinde tutarak, sosyal ve ekonomik haklarına el koyar. TOKİ’nin yaptığı el koymalar görünmez kılınır. Kentin kiri, tozu, molozu unutturulur. Böylece hem çevresel ve sosyal maliyetler yaşayanların üzerine yıkılır, hem de müştereklere el koyacak siyasal bir rıza mekanizması ortaya çıkar. Antakya’da şu aralar işletilmek istenen mekanizma budur.

Benzer bir uygulama riskli alan ilan edilen Antakya Tarihi Kent Merkezi’nde de yaşandı. Kent merkezinde yıkılan yapıların yeniden etaplanarak yapılması için sit alanlarına yönelik çıkartılan kentsel yenileme mevzuatı yerine, öncelikle tarihi kent merkezinde mülkiyet değişikliğini esas alan riskli alan ilanı gerçekleştirildi. Böylece kent merkezinde mülk değişikliğini mümkün kılan riskli alan uygulamasına başlandı. Ardından da tarihi dokuya, kentsel sit bölgesindeki yapılara dozerlerle müdahale edildi. Bu müdahale kentin sivil toplumu ve yaşayanları tarafından püskürtülemedi. Yıkım sıradanlaştı. Kısmen yerinde korunacak üç beş yapı dışında, sit alanının yeni bir Diyarbakır Sur dokusu olarak imal edileceği ufukta belirdi. Daha önemlisi ise kentsel sit alanında ve kırsalda Antakya’yı Antakya yapan kültürel, sosyal ve ekonomik bağlara, ortaklaşma biçimlerine el konulması. Ortaklaşmayı ve yeniden kuruluşu kadim Antakya temelinde mümkün kılacak tarihsel, toplumsal ve kültürel bağların çözülmesi yeni bir TOKİ kentinin küresel ölçekte satın alacak yeni Antakyalılık halini üretecektir. Abu Dabi’yi ekolojik kent olarak satan kültür endüstrisi, benzer biçimde yeni Roma kenti Antakya’yı dünya kenti olarak çoktan pazarlamaya başladı. Ancak bu yeni kentte, kentin eski sakinleri yaşamıyor ve etkili bir mücadele yaratılamazsa, maalesef yaşayamayacaktır da!  

(Ehlen Dergisi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır.)