Home Kültür YARALI KENTTE ÜÇ KADIN

YARALI KENTTE ÜÇ KADIN

Fotoğraf: Süleyman Aşkar

Müslüm Kabadayı

            Eskiden şehrin merkezindeydim, Asi Nehri’ne çok yakındım. Yan tarafımdaki kamyon garajı da bir tarafı kiremitli çatının altında uzanırdı. Şehirliler kadar köylüler de fokur fokur kaynardı içimde. Çocuklarını okula, askere uğurlayanlar mı dersiniz; çalışmak için başka şehirlere, hatta ülkelere gidenler mi… dolup taşardım. İlçelere, köylere giden minibüsler de değişik yerlerimden harekete geçerlerdi. Lazkiye ve Halep’e yolcu taşıyan taksicilerin ballandırarak anlattıkları anılarını yazan bir kalem ne zaman çıkacak diye merak ve huşu içinde nasıl beklediğimi, anlatmam mümkün mü… “Reyhaniye Reyhaniye!” diye Reyhanlı’ya gidecek yolcuları çağıran iri cüssesi, esmer teni, kalın kaşlarının altındaki iri gözleriyle herkesin dikkatini üzerine çeken kadın, belleğimden hiç silinmedi.  Kimler, neler gelip geçmedi ki benim içimden…

Ha, unutmadan söyleyeyim, sadece insanları yolculamazdım uzaklara; teneke teneke tuzlu yoğurtlar, bidon bidon zeytinyağları, kutu kutu salçalar, torba torba zahterler, kasa kasa mandalina ve portakallar da içimden geçip bagajlarda yola çıkardı.  Başka şehirde okuyan Hataylı öğrencilere boşuna “koliyle beslenen, koloni halinde yaşayanlar” denmediğini, en iyi ben bilirim.

            Beni yirmi yıl önce Kızıldağ tarafına taşıdılar. Merkezden uzak olduğum için önceleri şehirlerarası yolcular dışında bana uğrayan pek olmuyordu. Son yıllarda mantar gibi çıkan yüksek binalarla, pıtrak gibi çoğalan alışveriş merkezleriyle şehir hızla benden tarafa da büyüdü. Adliye binası, okullar çevre yoluna taşındı. Yolcu profilim de değişmeye başladı tabi. Suriye’den savaş ve başka nedenlerle gelenlerin de kahrını çekiyorum on yıldır. Nelerle karşılaşmadım, kimlerle kaynaşmadım, çoğu kere de çatışmadım ki… Hani içimi deşseler, her taşımdan, beton duvarlarımdan ve kubbemden nice hayatlar fışkırır. İnsan, hayvan, bitki ve eşya öykülerinin örgüleri içinize işler Göbeklitepe’dekiler gibi. Ha, “Niye Atçana’dakilerin suyu mu çıktı?” diyeceksiniz; onlar benim toprağımda zaten…

Kadim kentim Antakya, kurulduğundan beri verimli toprakları ve üretken insanlarıyla depremlerin, savaşların yıkımlarından küllerinden doğan Anka kuşu gibi kurtuldu. Bin bir nedenle topraklarına, Uzunçarşı’sına, meltemle serinleyen daracık sokaklarına gelenleri Akdeniz sıcaklığıyla karşıladı. Her dönemde yeni gelenler, kentimin kadim kardeşlik kültürüyle ortaklaştılar. Altı Şubat, son yıkım, öncekilerden çok farklı bir dönemde binaların çoğunu, yaşam kaynaklarını yerle bir etti; üretken insanları aramızdan aldı, kurtulanları da başka kentlere savurdu. Günlerce “Devlet nerede?” diye bağıranların, enkazlarda kurtarılmayı bekleyenlerin, yağmur altında ve dondurucu soğukta kaderine terk edilenlerin feryatlarını, isyanlarını iliklerime kadar hissettim. Altı Şubat yıkımının, daha önceki depremlerden farklı bir dönemde gerçekleştiğinden söz etmemin nedenine gelince… Yıkımın büyüklüğüne yol açan suç(lu)lar bir yana, evlerin ve işyerleri kadar acıların da acımasızca yağmalandığı bir dönemden söz ediyorum. Doğunun kraliçesi kentim, ilk kez böyle bir yağmayla karşılaşıyor. Taş ocaklarıyla dağlarının bağrı deliniyor, beton santrallarıyla yaşama zehir saçılıyor.      

            Çürümenin doğanın ve toplumun atardamarlarında görüldüğü bir dönemde, üç konuğum var kubbemin altında. Bekleme salonunda birbirinden habersiz oturuyorlar. Şu otobüs yazıhanelerinin tam karşısındaki bankta oturan ve önünde iki valizi olan başı açık ve kısa kollu, şık elbiseli kadın Ankara’lıymış. Burada çalışan bir uzman çavuşla evliymiş. Gözlerinden okuduğuma göre, büyük umutlarla gelmiş Asi’nin kıyılarına. Kentimin doğasına, insanına, kültürüne hayran olmuş. Eşine, buradan ev alıp yerleşmeyi önermiş. Kocasının ailesi baskın gelmiş. Onu elinden almışlar. O da, “Yüreği bende kalmayanla ne işim olabilir,” demiş. Başkente dönmek için iki valizine doldurmuş eşyalarını, soluğu bende almış.

            Telefonla konuşan siyah giysili kadın mı? İçlerinde biraz yaşlı olan o. Urfalı olduğunu söylüyor. Kırpık gözlerinden duvarlarıma fışkıran bakışlarından anladığım kadarıyla eşitlenemeyen tüm kadınların isyanını damarında taşıyor. Dokuz çocuk dünyaya getirdikten sonra kocası onun üzerine kuma getiriyor. O da bir gün kocasından habersiz bir ev tutuyor ve çocuklarıyla oraya taşınıyor. Çocuklarının elinden iş geldiği için onlar, evin geçimini sağlamaya çalışıyorlar. Söyle(n)diğine göre bugün Urfa’ya gidip oradaki yakınlarıyla görüşecekmiş. İsot ve başka ihtiyaçlarını alıp gelecekmiş. İçindeki acı volkanını nerede, kime, nasıl boşaltacağını bilememenin tedirginliğiyle oturduğu yerden kalkıp ortalıkta dolanıyor.

            Elindeki telefona bakan, siyah pantolon giyen kadın mı? O en gençleri. Böyle dediğime bakmayın. Beş çocuk annesiymiş. Suriye’liymiş. Eşi ve çocuklarıyla İskenderun’da yaşarken, kocasının şiddeti bedenini hamura çevirmiş. Dayanamayınca polise başvurmuş. Bir hafta kadar sığınma evinde kalmış. Kendini yeterince ifade edemediğinden, Büyük İskender adına kurulan ve çok renkli yaşamına alıştığı liman kentinden ayrılmaya karar vermiş. Akrabaları Erzurum’a yerleştiklerinden, onların yanına gitmek için bekleme salonuma damlamış. O da geleceğinin belirsizliğini nasıl aydınlığa kavuşturacağını düşünen beyninin karmaşıklığıyla otobüsün kalkış saatini bekliyordu. Banka oturduğundan beri kubbeme bakan sürmeli gözlerinden anlıyorum ki, işgal edilen topraklarında canını son anda kurtarıp geldiği kadim kentimde yağmurdan kaçıp doluya tutulmuş gibi hissediyordu kendisini. 

            En çok kadınların ve çocukların halleri duvarlarıma, tavanıma, tabanıma, kapıma ve camlarıma nakşolur. Bu nakışlarda aşk olur, eşk olur. Kavuşmalar kadar ayrılıklar da nakışlarıma renk verir. Renklerin her tonu, tonlarca lafın özüdür. Üç kadının bugünkü nakşıma verip gittikleri renk, ana acıma denk… Alt Şubat öncesi, onlar gibi nice acılarla yoğrulmuş kadına yuva olup acılarını dindirecek ocaklarımı tüttürürdüm. Her dem yeşil zeytin ve defne yapraklarımla, onların yağlarıyla yaşama sevinçle sarılmalarını sağlardım. Çiçekli bahçelerim, beyaz altınlı tarlalarım, ceylanlı dağlarım, demir çelikli fabrikalarım, çok dilli şarkılarımla burkulmuş yüreklerine su serperdim. Yağma ve yıkım dönemimdeyse… 

Depremden bu yana, doğanın sancısını anlayamayanların yüreklere sardıkları acılarla üç kadının nakışlarımdaki acılarının aynı damardan beslendiğini fark ettim. Kir… 

            Bir şeyi daha fark ettim. Bu kir, son olarak bende temizlenecektir.

Exit mobile version