Doç. Dr. Kemal Ağbaht
Bölüm 2 (Daha önce Ehlen Dergisi websitesinden yayımlanan 1. Bölüm için tıklayınız.)
7 Şubat 2023, Depremin 2. Günü
Hava aydınlanınca yine babamın hobi evine geçtik. Hobi evinin olduğu küçük bahçede yapılmış olan tuvalette, yağmur suyundan doldurduğumuz bidonlarla lavabo ihtiyacımızı karşıladık. Bahçede bulunan masa ve koltuklar ıslanmasın diye kış aylarında üzerlerini örttüğümüz naylonun içinde biriken ve büyük bir kovayı dolduran, yenidünya ağacından dökülen yaprakların da karıştığı yağmur suyu, ganimet bulmuş gibi hissetmemize vesile olmuştu. Doğal afette bile doğal güzellik bulmanın mümkün olduğunu hatırlatırcasına bir hisle yoğrulmuş düşünceydi bu. Ateş etrafında hep beraber oturup, sohbet ediyorduk. Tam o sırada komşu mahalleden biri 5 kefen almaya geldi. Hasan Amca, manifaturacı olduğundan yıllardır, ölüm olaylarında sabah erken saatlerde kefen almaya gelenler olurdu, ama böyle topluca alımlara alışkın değildi. Az sonra yine başka biri 4 kefen almaya geldi. Kısa bir süre sonra tüm kefenler bitti, acı haberler art arda gelmeye devam ediyordu. Çok sayıda kişiden haber alınamıyordu. Hastanedeki mesai arkadaşlarımıza ulaşamıyorduk. Nöbetçi doktor arkadaşımız hastanede bazı hastaların kaybedildiğini, tahliye etmede sorunlar yaşandığını WhatsApp grubundan iletiyordu. Hastane merdivenleri çökmüştü. Vinçle üst katlardaki hastalar tahliye edilmeye çalışılıyordu, ama maalesef kayıplar da vardı. Tam bir çaresizlik ve kargaşa hayatımızı kaplamıştı. Yaşananlar, daha önce okuduğumuz ‘kıyamet’ tarifine çok benziyordu. Çok sayıda yakınımızdan, arkadaşımızdan haber alamıyorduk. Hastanede birlikte çalışmaktan keyif aldığım bazı mesai arkadaşlarıma ne mesajla ne de telefonla ulaşamamıştım.
İkinci gün yağmur yerini güneşe bırakmıştı. Güneş ısıtmasa da, etrafı gözetleyip yardım için girişilebilir bir ortam oluşturmuştu. Baba evinin 50 metre ötesinde Lazkiye Caddesi üzerinde bulunan çok sayıda apartman yerle bir olmuştu, oradan geçen E-5 uluslararası karayolunun bir kısmını trafiğe kapatmıştı. Enkazlar arasında mahsur kalanlardan yardım çığlıkları duyuluyordu, o halde yardım etme imkanımız yoktu, amatörce yapılabilecek bir iş değildi. Ancak amatörce bu görüntüleri fotoğraflayıp ulaşabildiğim yerlerden yardım istedim. Fakat, telefon hatları çekmiyordu. Bu fotoğraflar ancak birkaç saat sonra gönderdiğim gruplara ulaşabildi. Bu arada, o bölgede komşular ve mahalle sakinleri dışında kimse yoktu. Ne kurtarma ekipleri, ne ambulans, ne itfaiye, ne de herhangi bir başka devlet görevlisi. Burası Hatay merkezin en yoğun yerleşim yerlerinden biriydi ve gelişmiş olarak kabul ediliyordu. Oradan Defne Uğur Mumcu Meydanı’na vardığımızda İstanbul ve Antalya Büyükşehir Belediye yardım araçları dışında hiç kimse yardıma henüz ulaşamamıştı. Zira, yıllar önce otoyol yapıldığında Belen çıkışına kadar planlanmıştı; yolun biraz daha uzatılarak acil durum planı düşünülmemiş veya acil durumlar dikkate alınmamıştı. Hal böyle iken, beklendiği üzere Belen’de panik neticesi yol tıkanmıştı. Bir arkadaşımın tarifiyle Belen, kum saatinin en dar noktasına tekabül ediyordu. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla, 8 saatte İstanbul’dan İskenderun’a ulaşan yardım araçları, bir 8 saat sonra bile İskenderun’dan Antakya’ya ulaşamamıştı. Maalesef Antakya’yı komşu illere bağlayan tek yol burası idi. Serinyol-Madenli arası yapılması planlanan ve Antakya’yı Arsuz’a doğrudan bağlayacak olan yolun temeli henüz çok kısa bir süre önce atılmış, faaliyete geçmesi daha zaman alacaktı. Aslında, belki de Türkiye’nin diğer illerinde yapılmış olan tünellerin bir benzerinin Topboğazı-İskenderun’da uygun bir yer arasına yapılması, Hatay’ın stratejik ve büyükşehir olması nedeniyle gerekli gibi görünüyordu. Havaalanı her biraz şiddetli doğa olayında işlev yapamaz hale geliyordu, yine öyle olmuştu.
Durumun ciddiyetini gördükten ve bunları öğrendikten sonra, çocukların anksiyetelerini de göz önüne alarak baba evine geri döndük. Evden kurtarabildiğimiz yiyeceklerle büyük aile olarak karnımızı doyurduk, paylaşmanın önemini bir kez daha hatırlamış olduk.
Oradan tekrar Harbiye’ye geçtik, su sorunu baş göstermişti, yardımlar oraya henüz ulaşmaya başlamamıştı. Kayınbiraderim Hüseyin ile birlikte Esenbulak’ta bulunan HASYAD binasının yanındaki doğal kaynak suyundan bidonlara su doldurup eve taşımak üzere Hüseyin’in ticari arabasına doldurduk. Bu doğal su, paha biçilemez bir kaynak olmuştu. Oradan da, su tasarrufu yapmak için tek kullanımlık tabak, araç gereç almak üzere bir deponun bodrum katına geçtik. Tam o sırada şiddetli bir sarsıntı oldu ve kendimizi dışarı attık. Bu sırada, mesai arkadaşlarımdan KBB uzmanı sevgili Yusuf aradı ve yıkık evlerinden sağ çıkabildiğini söyledi. Güzel bir haber almıştım. Sarsıntı geçince hızlıca alacaklarımızı alıp eve dönüş yoluna koyulduk. Her yer kapalı idi. Market, kasap, fırın, temel ihtiyacımızı karşılayabileceğimiz hiçbir yer çalışmıyordu. Çoğu hasar görmüş, yıkılmış veya içi yağmalanarak boşaltılmıştı. Eve vardığımızda, kayınpederin kız kardeşi çok değerli Nede Hala, eşi Mehmet enişte ve genç avukat kızları Nihal’in aynı evde enkaz altında kaldıklarını, kurtarılmayı beklediklerini öğrendik. 4 gün önce Nihal, Meryem Abla’sını bizim evde ziyaret etmiş ve çocukluk anılarını ona anlatmıştı. Yine kayınvalidenin kız kardeşi Sakine Teyze, eşi Yusuf enişte enkaz altında kalmış ve kurtarılmayı bekliyordu (maalesef sonrasında hepsini sonsuzluğa uğurladık). Onların üniversite sınavına hazırlanan torunları Yusuf da o gece Armutlu Mahallesi’nde bir arkadaşında kalmış, enkazdan sürünerek çıkmasına karşın, dışarı çıktıktan sonra komşu apartmandan düşen büyük molozlar nedeniyle maalesef oracıkta can vermişti.

Herkes panikti, depremler devam ediyor, çocuklar korkuyordu. Yalnız bırakılacak durumda değillerdi ne bizim çocuklar, ne de onların akran kuzenleri (kayınbirader Hüseyin’in çocukları). Bu sebeple, dönüşümlü olarak enkazların yanına gidiliyor, fakat, yolların enkazlardan dolayı kapalı olması nedeniyle bu durum, saatler alıyordu. Tek açık olan yol çevreyolu idi ve o yolda da her köprüde önemli çökmeler oluşmuştu, bu yüzden de deprem sonrasında bu köprü ayakları birkaç arabaya mezar olmuştu. Dışarıda çocuklarla çalı-çırpı toplayıp ateş yakıyor ve etrafında ısınıyorduk. Olayın şokuyla olan biteni anlamaya, kırılan kanatlarımızı, hayatta kalmış olmanın ağırlığıyla ve birlikte vakit geçirerek onarmaya çalışıyorduk. Çocuklar için biraz da Survivor gibiydi. Yokluk ve zorluk içinde hayatta kalmayı, bizden birkaç yüzyıl önce yaşamış insanların hayat tarzını bizzat deneyimliyorduk. Hava kararınca zifiri karanlık çöküyor, deprem korkusuna güvenlik endişesi eşlik ediyordu. Geceyi arabada 5 kişi, ara ara klimayı açarak ve zaman zaman sallanarak, havanın aydınlanmasını bekliyorduk. Telefon akşam saatlerinde kısa bir süre iletişime imkan veriyor, o sürede acil ve önemli mesajlarımızı iletiyorduk, genelde şehir dışından arkadaşlarımız bizi merak ettiklerini belirten mesajlar gönderiyordu. Bir de bilimsel dergilere hakemlikle ilgili davetler/yazışmalar, bana olağan hayatın da bir yerlerde devam ettiğini hatırlatıyordu. Endokrinoloji camiasının dünyadaki en büyük topluluğu olan ve üyesi bulunduğum Endocrine Society adına, ‘üyelik ve program çeşitliliği bürosu’ şefi hayatta olup olmadığımı, camia adına geçmiş olsun dileklerini, Türkiye ve Suriye’yi vuran böyle büyük bir afetin tüm toplumu etkileyebileceğini, zor günlerden geçtiğimizi ve yanımızda olduklarını ifade eden bir mesaj iletmişlerdi. Sosyal medyayı hiç kullanamıyordum. Kısa bir süre sonra tekrar şebeke devre dışı kalıyordu.
(Ehlen Dergisi’nde yayınlanmıştır. Yıl: 2024, Sayı: 4)
——-
Deprem Felaketi: Antakya’da Yaşayan Bir Hekimin Günlükleri
Bölüm 3
Depremden sonraki 3-8 günlerde ve sonraki ziyaretlerde Antakya’da yaşadıklarım:
Üçüncü gün (Çarşamba) sabahı tekrar baba evine geçtiğimizde hepimizin evsiz kaldığını, Sümerler Mahallesi’nde yaşayan anne-babam, amcalarım ve babaannem, ayrıca kardeşlerim ve kuzenlerimin bu şartlarda hayata devam etmelerinin çok zor olduğunu, bir süreliğine şehir dışına çıkmanın uygun olduğunu ifade ettiler. Ve o gün herkesle vedalaştık, herkes ayrı ayrı şehirlere (Ankara, Bursa, Isparta, Denizli, Konya) gitti. Tarifi çok zor ve yaşadığım en derin duygulardan biri olduğunu belirtmeliyim. Ömrümüzün geçtiği, bizi biz yapan, kişiliğimizin oluşmasında büyük payı olan, çok hatırası olançok kıymetli memleketimizden uzak kalmak çok zor, ama zorunlu idi. Kim bilir bir daha bir araya gelebilecek miydik, o eski güzel günleri bir daha görmemiz mümkün olacak mıydı?Ticaretle ve zanaatla uğraşan yakınlarımızın şu ana kadar verdikleri emekler ve bunların neticesindeki birikimler çok kısa bir sürede yok olmuştu. Bir şekilde, en azından temel ihtiyaçların karşılanabilmesi için bir yerden yeniden başlamak gerekecekti ve bunun için gerekli olanaklar, iyi bir ihtimalle yakın bir süre için Antakya’da mümkün olmayacaktı. Üstelikdeprem uzmanları yine çok şiddetli bir depremin daha Antakya özelinde daha da şiddetli yıkıma sebep olabileceğini belirtiyordu, ne de olsa tarihte Antakya’nın yıkıcı depremleri meşhurdu, zira birkaç fay hattı üzerinde bulunuyordu.
En sevdiklerimiz, yakınlarımızla vedalaşmış, onlar şehir dışına çıkmış, biz çekirdek aile olarak enkaz durumunda olan Antakya’da kalmıştık, henüz enkaz altında bulunan başka yakınlarımız vardı. Eşim Meryem’le birlikte tekrar etrafı dolaşmaya çıktığımızda bu kez, arama kurtarma ekiplerinden bazı kişilerin intikal ettiğini gördük, ancak malzeme sıkıntıları vardı. Herkese sessiz olmalarını, içeriden gelen sese göre, kurtarmaya öncelik vereceklerini belirttiler. ‘Kimse var mı?’ ‘Beni duyuyor musun?’ gibi sorulara yanıt arayıp arama-kurtarma çalışmalarını yönlendirmeye çalışıyorlardı. Termal kameraları yoktu. Ayrıca, arabada kriko varsa işlerine yarayabileceğini belirttiler. Kriko, yıkıntıları kaldırıp arama-kurtarma çalışmaları için alan açmaya yardımcı olabiliyormuş. Kurtarma ekiplerine neden geç kaldıklarını sorduğumuzda şehirde yıkımın çok fazla olduğunu, şehre girişten itibaren gördükleri yıkık binalara müdahale etmek zorunda olduklarını belirttiler. Maalesef, depremin üzerinden geçen ilk 72 saat dolmak üzereydi ve hala enkaz altında binlerce ve hatta on binlerce arkadaşımız, yakınımız, canımız vardı.
Biz bir süre daha orada kaldık, Perşembe günü Nede Hala, eşi Mehmet Enişte ve kızları genç avukat Nihal’in cansız bedenlerine ulaşılabildi, cenazelerini aldık, onları kefensiz olarak ve topluca Gültepe Mahallesi’ndeki mezarlığa defnettik. Orada bazı ailelerin mezarlıkta yatıp kalktığına, mezar açmak için kepçe operatöründen sıra almak gerektiğine, cenaze namazı kılacak ve kıldıracak yeterli sayıda kişinin bulunamadığına, şehir dışından yardıma gelen din görevlilerinin bu görevi üstlenmeye çalıştığına tanıklık ettik.Sakine teyze ve eşi Yusuf Enişte’nin cenazelerine ancak 10 gün sonra ulaşılabildi.
Depremin üzerinden 8 gün geçmişti, bu süre zarfında ne duş alabiliyor, ne yatakta uzanabiliyorduk. Tuvalet ihtiyacımızı da çok hızlı bir şekilde, sarsıntılara yakalanmadan evin içindeki lavaboda karşılayıp dağ yamacındaki kaynak suyundan doldurduğumuz plastik büyük bidondaki suyla temizleniyor ve hemen kendimizi evin dışına atıyorduk. Çocuklar yorulmuş, korkmuş, beslenme, barınma, giyinme, boşaltma, dinlenme, vücut ısısını düzenleme, tehlikelere karşı önlem alma gibi fiziksel temel ihtiyaçların karşılanma zorluğu beraberinde zihinsel huzursuzluk da getirmişti. Bunun üzerine Hacettepe Üniversitesi’nden arkadaşlarımdan birinin desteği ile Mersin Erdemli’de boş bulunan yazlık bir küçük daireye geçtik. Pazar öğleden sonra oraya vardık, arkadaşlarım bizim için elektrikle çalışan iki adet rezistans ısıtıcı almışlardı. Bunlarla ısınmaya çalıştık. Daireye ilk girdiğimizde Eflatun musluğu açtığında ‘Baba, burada musluktan su akıyor, ne güzel bir yer’ demişti. Çok katlı binalardan oluşan bu sitenin ortak oyun sahasını çocuklar kullandı, depremden sonra buraya gelen çok sayıda aile ve çocuklar vardı, onlarla oyun oynadılar, çocukluklarını hatırlamaya çalıştılar. 14 gün kadar burada rehabilitasyon süreci geçirdikten sonra Tarsus’a geçtik, çocuklar okula başladı, ben de bir hastanede çalışmaya başladım. Ancak, burası bizim için uzun dönem yaşanacak bir yer gibi görünmüyordu. Hastane ile yapmış olduğum sözleşme gereği iki aylık deneme süresi dolmadan, ücret alacaklarımdan da feragat ederek hastane ile yollarımı ayırma kararı aldım. Mayıs ayının sonunda İskenderun’a geri döndüm. Çocuklar ve eşim de okul kapandığında yanıma İskenderun’a taşındılar.
Gerek Erdemli, gerek Tarsus, gerekse de İskenderun’daki günlerimizde sık sık hafta sonları Antakya’ya gidiyor, gelişmeleri takip etmeye çalışıyorduk.
Bunlardan birinde, Haziran sonlarına doğru denk gelen Kurban Bayramı’nı Antakya’da geçirmek üzere memlekete gelmiştim. Bu dönüşte şunu fark ettim, son birkaç gelişte şehir içinden değil, hep çevreyolunu kullanarak Harbiye’ye devam etmişiz. O gün zaman da varken, bir farklılık yapayım istedim. Sümerler Mahallesi’ndeki aile apartmanı, yapılan itiraz ile yeniden değerlendirilmiş ve resmi olarak ‘orta hasarlı’dan ‘az hasarlı’ya dönmüştü. Ayrıca yapılan analizler sonucu ‘güvenle oturulabilir, acil olmayarak güçlendirme yapılması gerekir’ son durumu üzerine, -bayram vesilesiyle de- bu 4 katlı binada oturan babamlar, babaannem, amcamlar ve kuzenlerimin şehir dışından dönüp eve yerleştiğini hatırlayınca arabayı şehir merkezi tarafına yönelttim. Ömrümün önemli bir döneminin geçtiği, son 9 yılı da şehirde yerleşik olarak geçirdiğim yerleri tanımak o kadar zor oldu ki; bir şehir adeta yok olmuş gibiydi. Köşe başındaki tanıtıcı levhalar, yol tarif edici mihenk noktaları, tabelalar, sağlık kuruluşları, şatafatlı mağazalar, büyük büyük ilan ve reklam afişleri, lüks çok katlı binalar, damak tadımızın sunum yerleri olan Kuzeytepe Mahallesi’nde gurme restaurantlar, GüzelburçMahallesi’ndeki lüks Ottoman Palace, birkaç yıllık ve büyüklüğü ile nam salan, içinde hastaların, hasta yakınlarının ve çalışanların kaybolduğu Hatay Eğitim Araştırma Hastanesi binası, benim de çalıştığım, sağlık alanında şehre önemli hizmetleri olan Defne Hastanesi, yine önemli bir sağlık merkezi olan Akademi Hastanesi, içinde Hatay’daki -üniversite dışındaki- tek Nükleer Tıp merkezini de bulunduran eski SSK hastanesi, Antakya Devlet Hastanesi maalesef artık tarihin sayfaları arasında yerini almış görünüyor. Öyle ki, Odabaşı, Güzelburç, Kuzeytepe, Küçükdalyan, Cumhuriyet, Esentepe, Emek, Çekmece, Affan, Dörtayak, Kışlasaray, Armutlu, Elektrik, Turunçlu, Akdeniz, Sümerler Mahallesi gibi çok sayıda mahalle ya haritadan silindi ya da ciddi hasarlar aldı. Bizim nesil, Asi Nehri’nin bu asiliğine ilk kez şahitlik ediyordu; sanki şunu söylemeye çalışıyor gibiydi, ‘200 metre yakınıma kadar binaları yaklaştırmayın, orası benim ve sizin dinlenme alanınız, orayı sadece yeşil renklerle donatın.’
Bir film şeridi gibi hayatımın deprem öncesindeki evresi gözümün önüne geldi. Çalıştığım hastaneye 300 metre mesafede olan ve öğle arası bazen uğrayıp hem kardeşlerimle hasret giderdiğim, hem de beraber yemek yediğimiz Akademi Hastanesi karşısındaki kardeşlerimin işyeri, sonrasında yeri değişen işyeri, kuzenlerimin cuma akşamları iş çıkışı uğrayıp sohbet ettiğimiz mağazaları, giyim alışverişini yaptığımız mağazalar, çocuklara hediye ve oyuncak aldığımız oyuncakçı dükkanı, kısa pantolonlu bir çocuk iken çeşmelerinden su doldurduğum Meydan Mahallesi ve oradaki Meydan Camii, babamın terzi dükkanında okul dışı zamanlarda yardıma gelip mesleği öğrenmeye çalıştığım çarşıdaki dükkanlar, şehre ayrı bir hava katan ve ahengin, mozaik kültürün simgesi Saray Caddesi, kahvesi, dondurması için ve keyifli dakikalar geçirmek üzere ailece ziyaret ettiğimiz Atatürk Caddesi, lise çağında ders kitaplarımızı aldığımız kırtasiyenin olduğu Cumhuriyet Caddesi, lise yıllarında bazen arşınladığımız Gündüz Caddesi, Uğur Mumcu Caddesi, samimiyetin ve hoşgörünün simgesi daracık eski Antakya sokakları sadece hafızalarda canlanabilir, gerçek gözle görülmeye değer durumda değiller artık. Öncesinde bu sokaklardan geçerken dağ manzarası görmek mümkün değildi, sokaklar sağlı sollu çeşitli binalarla yükselirdi. Şimdi ise enkazlar kaldırıldıktan sonra ‘insana, doğanın sadece bir parçası olduğunu ısrarla hatırlatmak istercesine tebessüm eden’ ve Hz. İsa’nın bunların yamacına evlerinizi kurun diye Antakya’da yaşayanlara öğütlediği rivayet edilen yemyeşil dağlar artık bambaşka bir misyon üstlenmiş, enkazların yarattığı görüntü kirliliğini maskelemeye çalışıyordu.
Sonra önünden geçerken, meslek hayatımın son 8,5 yılını geçirdiğim Defne Hastanesi’ndeki anılar da canlandı gözümde. Büyük özveri ile akarsuyun kaya parçasını istikrarla aşındırması gibi kurduğum sistem bir anda tarih olmuştu. Bu sistemle Hatay’da Endokrinoloji alanında verdiğimiz hizmetler aklıma geldi. Hacettepe ve Ankara Üniversitesi’ndeki çok değerli hocalarımızdan aldığımız eğitim, bilim ve hizmet anlayışı ile tıkır tıkır işleyen ve önemli bir kamu hizmeti sağladığı, depremden sonra daha iyi, anlaşılan bir poliklinik kurmuş olduğumu akla getirdi. Gebelik şekeri ve hipotiroidi nedeniyle yakın takip ettiğim, hastanemizin eski personeli sevgili Gaye ve 2 küçük sevimli çocuğu ile; eski başhemşiremiz olan ve çocuklarımızı hastaneye yatırdığımızda kendi çocukları imiş gibi ilgilenen sevgili Sakine Hemşire, çocukları ve ailesi ile; acil durumlarda ultrasonografi konusunda tüm yoğunluğuna rağmen çalışkanlığıyla destek veren Radyoloji uzmanımız sevgili İbrahim; Hacettepe ekolünü çok net bir şekilde klinik uygulamalarına yansıtan ve birlikte hasta takip etmekten gurur duyduğum Cerrahi Onkoloji doçentimiz sevgili Sabahattin Abi, babamın safra kesesi ameliyatını yapan ve babamın hep övgüyle bahsettiği Necdet Abi, sanatsever arkadaşımız Dermatoloji uzmanı Ebru, depremden 2-3 ay önce çalışma odama gelip eşinin sağlık sorunu ile ilgili danışıp sohbet eden Radyasyon Onkolojisi uzmanı Ahmet Hoca, işini titizlikle yapmaya çalışan yoğun bakım sorumlusu sevgili Mehmet, her gün sabah karşılaştığımda selam veren personeller Pelin, Nazmiye, Çağatay, Dilem, ve adını hatırlamadığım çok sayıda yardımcı sağlık elemanı maalesef artık hayatta değil. Onlar artık hiçbir bayramı kutlamayacak, fakat biz onları hatırlayacağız. Belki de, yaşananlardan ders aldığımızda ve insan türü kendine yakışır davranmayı başardığında gerçek bayramları kutlayabileceğiz.
Biraz daha ilerleyince düzenli yaptığımız spor aktiviteleri aklıma geldi. Antakya Atatürk Parkı’nın meşhur 1 km‘lik yürüyüş parkuru sabahları spor yapanlarla tıklım tıklım dolu olurdu. Şimdilerde ise evsiz kalanların çadır evleri durumuna dönmüş durumda. Tenis oynamaya gittiğimiz Saraykent tenis kortları da artık aktif değil. Zaten bu sporu yapacak ortam da kalmadı maalesef. Bunlar bir tarafa sağlık için yürüyüş yapılabilecek bir yer bile kalmamış görünüyor; her taraf enkaz, ya da kaldırılmayı bekleyen hasarlı binalar. Son kertede Antakya’nın %80’inin yıkılması gerektiği ve aradan geçen 5 aya yakın zaman diliminde ancak bu binaların üçte birinin enkazının kaldırıldığı belirtiliyor. Bu da sağlık açısından tehlike arz edebilecek bir çevre kirliliği yaratmış. Sadece yerel yönetimlerin bunun üstesinden gelmesi mümkün görünmüyor. Diğer büyükşehir belediyelerinin ve merkezi yönetimin de Hatay merkez ilçeler özelinde özel bir destek vermesi hayati önemde galiba.
(SON)
Ehlen Dergisi’nde yayınlanmıştır. Yıl: 2024, Sayı: 5








