Araplar: Batılılaşmanın Mağdurları

Sabit Kemal Bayıldıran

Batılılaşma sürecinde yüzümüzü Batı’ya dönerken, Doğu üzerinden özellikle Arapları ‘öteki’ kıldık. O kadar yer ‘fethederken’, Allah, Allah! sesleriyle ilerleyen Osmanlının jönleri, Arapları birden afyon satıcısı olarak nitelemeye başlamışlardır. Atatürk’ün yazılırken bizzat ilgilendiği, yayınevinin, kapağına ‘Mustafa Kemal Atatürk’ yazarak, kitabın Gazi Paşa’nın ürünüymüş gibi sunduğu, Yurt Bilgisi ve Tarih Öğretmeni Afet’in [İnan] kaleminden çıkan Medeni Bilgiler Türk Milletinin El Kitabı’nda “Din birliğinin de bir milletin oluşumunda etkili olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat biz, bizim gözümüzün önünde Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz” denilerek bin yıl Müslüman olarak yaşamış bir toplumun birlikteliğinde bir inancı yok sayar. İslamiyet için “Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli duygularını, milli heyecanını uyuşturdu” diye yazar.[1] Süreç içinde ‘İslam peygamberi’, ‘Arap peygamberi’ne, Araplar “kavm-i necip’ten ‘bizi sırtımızdan hançerleyen hainler’e dönüşürler.

Hind’in, Cezayir’in ve Tunus’un Müslüman askerleri hiçbir dinî ıstırap duymadan, halifenin memleketlerine taarruz ve ordularına hücum ettiler. Hatta Osmanlıya doğrudan doğruya tabi olan Müslümanlar, bilhassa Araplar hilafete ihanetle düşmanlarının tarafına geçip Osmanlılar aleyhine harbe iştirak ettiler. Bunların başında Peygamber sülalesinden geldiğini iddia eden Mekke Şerifi ve oğulları da vardı.[2] (vurgu benim SKB)

Cumhuriyet, ‘ulusluluk adına’ büyük kültür yaratmış Hint’i ve Arap’ı ötekileştirmektedir, hem de İslamiyet’i kullanarak. Halifeyi ‘kovmuş’ bir devletin söyleminde ‘halifeye ihanet’ ifadesini kullanması çok ilginç. 

Cumhuriyet’in ‘laiklik anlayışı çok ilginç. Osmanlı gibi Sünniliği devletleştirerek kollarının arasına alır, Hristiyanlığı, Aleviliği, Süryaniliği, Ezidiliği dışlayarak ‘öteki’leştirir. Çünkü Cumhuriyet’le ‘laikleşme’ denilen, bir metafizik anlayıştan başka bir metafizik anlayışa, yeni bir ‘din’e geçiş başlar:

Bu sebepledir ki Kemalizm dininin hiç şaşmayan, hiç şaşırmayan orunçlu  ve coşkun tapkanı yapmak, onu bu kutsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca  derinliği ve inceliği ile oydanlamak ister.. tâ ki Kemalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altındaki gençlik böyle olacaktır. Parti bunu amaçlamış, hazırlamıştır.[3]

Türkiye’de sınırlar belirlenirken, Mardin gibi tarih boyunca Arap şehri bilinen yerler yanında günümüzün cumhurbaşkanının eşinin, Hilmi Yavuz gibi büyük şairin memleketi Siirt de bir Arap şehridir, yani Arapların bir zamanlar çoğunlukta oldukları yerlerdir. Çevre köy ve ilçelerden alınan iç göçle Kürtler belli bir yoğunluğa varmışlardır. “Türkiye’de Araplar daha çok Batman, Bitlis, Mardin, Şanlıurfa, Gaziantep, Hatay, Adana, Mersin, Muş, Siirt ve Şırnak gibi illerin merkez ve köylerinde yaşamaktadırlar”[4]

Arap asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, 8.309.540 olarak belirlenmiş (Suriye’den iltihak eden 4 milyon insanı da eklersek 12 milyon eder), Kürtlerden sonra en kalabalık nüfus durumundadır. Türkiye’de dağılım oranı ise % 11.12 olarak gözlemlenmiştir en çok İstanbul, Şanlıurfa, Hatay olarak ilk üç sırada gözükmektedir. Oran olarak % 46,86 ile Hatay olmak üzere % 45,45 oranı ile Şanlıurfa takip etmektedir.[5] Bu sayıların doğruluğu kuşkuludur, çünkü devlet, yaptığı sayımda ‘azınlık’ların bilinmemesine çaba gösterir.  

Şanlıurfa’nın ilçeleri içerisinde Akçakale ve Harran ilçelerinin tamamına yakınını Araplar teşkil eder. Merkez ilçelerden olan Eyyübiye ilçesinin de %65 civarı nüfusu Arap’tır. Diğer iki merkez ilçeler Haliliye ve Karaköprü’de de ciddi Arap nüfus vardır. Ama çoğunluk değildir. Ceylanpınar ilçesinin yarıya yakın nüfusu Arap’tır, Viranşehir’in ise 3 te biri Arap’[6]tır. Araplar diğer ilçelerde çok az nüfusa sahiptir.[7] 

1965 sayımına göre Hatay’da 30.000 Arap Sünni, 148072 Nusayri 5000 Ortodoks bulunmaktaydı. Kesin olmamakla birlikte bugün 400.000 Nusayri,  4000 Arap Ortodoks,  1000 civarında Ermeni yaşamaktadır.[8]

İl yapılırken, Orta Asya’da güzelleriyle ünlü, “Çin ülkesinin Kuzey tarafı”nın adı olan Hita (Hata)’dan[9] bozma Hatay adı buraya, tarihi Antakya adını kamufle etmek için konulmuştur. Türkiye’ye ilhakı öncesi yapılan sayımda ‘bölücülük’ yapılmış, Araplar ‘Sünniler/Aleviler/Hristiyanlar’ diye ayrılarak, Türk nüfusun çoğunluk olduğu imajı yaratılmıştır. Türkleri çoğunluk kılmak için Afganistan’dan gelen Türklere ve baraj nedeniyle Karadeniz’de köyleri su altında kalanlara burada hazır evler verilerek nüfus dengesi değiştirilmeğe çalışılmıştır.

Bir başka ‘bölücülük’ de, Alevi (Nusayri) Araplara “Eti Türk’ü” denmesidir. Devlet, asimilasyon için türlü yolara başvurmaktır, ilginç bir örnek de şudur:

Türk kültürüne bağlı oldukları halde ana dillerini kaybetmiş olan Seyhan (Adana) ve İçel vilâyetlerindeki Nusayrilerin Türkçe bilmeyenlerine ana dili öğretmek ve kız alıp verenlerin cihaz masraflarına yardım eylemek ve bu suretle kaynaşma hareketine önayak olmak maksadı ile, kültür ocaklarının yapacakları zarurî masraflarına yardım için, 2510 sayılı İskân Kânunun 7. Maddesi mucibince, Dahiliye Vekilliği bütçesinin 355. faslına mevzu tahsisattan sarf edilmeyen miktarının Halk Evleri Genel Merkezi’ne makbuz mukâbilinde verilmesi; Dahiliye vekilliğinin 6 Mart 1938 tarih ve 1324/1 sayılı mütâlanamesi üzerine, İcrâ Vekilleri Heyeti’nin 9 Nisan [1]937 [günlü] taplantısında onanmıştır.[10]

Devlet, başkanı vali olan bir ‘sivil’ (!) derneği koyuyor araya, böylece devletin eli görünmemiş olacak.

Araplar arasında Türk düşmanlığı, Türkler arasında Arap düşmanlığını tetikleyen ne olmuştur? Türk düşmanlığında özellikle Lübnan’da açlıktan 200.000 kişinin ölümünün payı büyük olmuş, Arapları Faysal’ı desteklemeye itmiştir:

İtilaf Devletleri, Alman İmparatorluğu’na karşı yürütülen uygulamaya benzer biçimde, bölgedeki siviller üzerinde şiddetli bir etkiye yol açabileceği bilgisiyle ekonomiyi baskılamak amacıyla Doğu Akdeniz‘i ablukaya almışlardı. Bu durum, komşu Suriye‘den gelen mahsullerin Lübnan Dağı‘na girmesini engelleyen Dördüncü Ordu komutanı Cemâl Paşa tarafından daha da kötüleştirildi. Ek olarak, kalan mahsüllerin de göçmen çekirge sürülerinin istilasına uğramasıyla Osmanlı İmparatorluğu‘nun yarı özerk bir alt bölümü ve günümüz Lübnan‘ının öncülü olan Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı nüfusunun yarısının ölümüne yol açan bir kıtlık meydana geldi.[11]

Cebel-i Lübnan Sancağında Açlık

Yörede ipekböceği yetiştirip ipeği tezgâhta dokuyan halk, ürünlerini Avrupa’ya gönderip kazandıklarıyla Suriye’den buğday başta olmak olarak türlü gıda maddeleri almaktaydılar. Deniz, İtilaf Devletleri tarafından ablukaya alınınca ipek gönderilemedi. Suriye tarafından ‘sömürge valisi’ tavırlı Cemal Paşa buğday gelişini engelleyince 400.000 insanın yarışı açlıktan öldü. Cebel-i Lübnan’daki kıtlık, nüfus bazında I. Dünya Savaşı’nın en yüksek ölüm oranına sahip olayı oldu. Cesetlerin sokaklarda yığıldığı ve insanların sokak hayvanlarını yediği bildirilmiştir.  Bazı insanların ise yamyamlığa başvurduğu söyleniyordu. Bu sayı, Çanakkale Muharebesinde kaybedilen askerin dört katına yakındır.

Katolik olan bu Araplara Papa, sahip çıkmak ister. İtilaf Devletleri de bu ‘din kardeşleri’ne sahip çıkmak isterler. Ama yollayacakları gıdanın Osmalılarca el kunulacağı korkusuyla bunu yapamazlar. Yapsalar, elleriyle ‘düşman’a yardım etme durumuyla karşılaşmaktan korkmuşlardır.

Savaştan önce ABD’ye ve Latin Amerika’ya göç eden, Mahcer Şairleri’nden Halil Cibran, bu kırım üzerine halkına “Dead Are My People” (“Ölenler Benim İnsanlarım”) isimli bir şiir adadı.” Bu şiirin Türkçeye çevrildiğini bilmiyorum, onca çeviri içinde rastlamadım buna. Ricam üzerine, Halil Cibran’ın bu ağıtını Enis Akın çevirdi. Bu uzun ağıttan bir bölümü buraya aktaralım:

Gittiler, benim halkım, fakat ben hala buradayım,
Onlara dövünüyorum yalnızlığımda…
Öldüler, arkadaşlarım ve Ölümleriyle onların, hayatım başka bir şey değil büyük
Felaketten.
Yükseltileri ülkemin altında kaldı
Gözyaşları ve kanın, çünkü benim halkım ve
Sevdiceğim gitti ve ben
Halkımın ve sevdiceğimin hayattan ve meyvelerinden
Keyif aldığı zamanlardaki
Gibi yaşıyorum burada, ülkemin tepelerinin
Güneşin ışıkları tarafından kutsandığı ve yutulduğu
Zamanlardaki gibi.

Halkım, açlıktan öldüler benim ve açlıktan
Eriyip gitmeyenler
Kılıçtan geçirildi ve ben
Buradayım, bu uzak toprakta, geziniyorum
Neşeli insanlar arasında, yumuşak
Yataklarda uyuyan ve günlere gülen
Günler onların üzerine gülümserken.

Cibran, ABD’dedir ve halkından kötü haber almaktadır. Halkına elini uzatamadığı için şair acıdan kıvranmaktadır. Halkı açlıktan ölürken, tok olmanın yarattığı vicdan azabı şairin çığlıklar içinde dövünmesine yol açmaktadır. Şair, sadece kendisinin durumuyla karşılaştırmıyor halkının durumunu. Sığındığı ülkenin insanlarının yumuşak döşeklerde uyuması, Lübnan’daki halkın Lübnan’dakilerin acısından habersiz oluşu onda yıkıntı yaratmaktadır. Şair, halkı için bütün dünyanın üzüntü duymasını beklemektedir. Kendisinin ağlaması onu teselli etmiyor. O, bütün insanlığın ağlamasını istemektedir:

Sürgüne gönderilmiş bir oğul ne yapabilir ki
Açlıktan ölen halkı için ve onlara ne faydası var
Dövünmesinin,
Zamanında yerinde olmayan bir şairin?

Vatan toprağımda büyümüş bir
Mısır başağı olsaydım, o aç çocuk
Sökerdi beni ve benim tanelerimle
Ruhundan kaldırırdı Ölümün elini. Eğer vatan
Bahçelerinde olgun bir meyve
Olsaydım, kıtlık içinde ölen kadınlar
Beni toplardı ve yaşamaya devam ederlerdi. Vatanın
Göklerinde uçan bir kuş olsaydım,
Aç biraderim beni avlardı ve
Benim bedenimin etiyle, kendi bedenindeki
Mezarın gölgesini de ortadan kaldırırdı.
Heyhat! Suriye ovalarında
Büyüyen bir mısır başağı değilim, Lübnan
Vadilerinde olgun bir meyve de değil;
Bu benim felaketim ve bu benim
Dilsiz afetim, aşağılanma getiren
Ruhumun kapısına ve gecenin hayaletlerinin
Kapısına… Bu, acı dolu o trajedi
Dilimi sıkıştıran ve
Kollarımı koparan ve kuvvetime
Ve irademe ve devinimime el koyan.
Bu alnıma yakılmış lanet
Allah’ın ve insanın karşısında.

İnançlı ve mistik bir şair olan Cibran, ABD’de olmanın, halkına bir nebze olsun yardım edememenin kahrı içindedir.

Birinci dünya Savaşında yaşanan bu feci durum, Arapların Osmanlıdan kopuşunu hızlandırmıştır.

Türkiye’de, Arap düşmanlığında özellikle İttihatçıların söyleminden çok, Mustafa Kemal’in söylemi belirleyici olmuştur:

Mustafa Kemal Paşa 1918 yılının yaz aylarında Karlsbad’da tedavisi devam ederken İstanbul’dan gelen çağrı üzerine yurda dönmüştür. Padişah VI. Mehmet Vahdettin, 4 Temmuz 1918’de Sultan V. Mehmet Reşat’ın vefatı üzerine tahta geçmişti. Padişah Vahdettin, 5 Ağustos 1918’de yanında iki Alman generali olduğu hâlde Mustafa Kemal Paşa’yı huzuruna davet etmişti. Mustafa Kemal Paşa, Alman generalleri çıktıktan sonra görüşmeyi arzulamışsa da Padişah aksine onların yanında konuşmayı istemişti. Padişah VI. Mehmet Vahdettin, salonda bulunan Alman generallerine Mustafa Kemal Paşa için: “Çok beğendiğim ve güvendiğim bir komutan” dedikten sonra, Mustafa Kemal Paşa’ya: “…Sizi Suriye’ye komutan atadım. Oradaki durum önem kazanmış, oraya gitmeniz gerek, sizden istediğim şudur: O tarafları düşman eline geçirtmeyeceksiniz! Verdiğim görevi başarıyla yapacağınıza inanıyorum. Hemen o kıt’aya hareket etmelisiniz!” iradesini bildirmiş, Alman generallerine bakarak: “…Bu komutan, dediklerimi yapabilir,” demiştir. [12]

“24 Haziran 1917 tarihinde Halep’te Enver Paşa’nın başkanlığında Osmanlı ve Alman komutanlarının katılmasıyla (Mustafa Kemal Paşa dahil) yapılan toplantıda, General Falkenhein’in komutanlığında ‘Yıldırım Ordular Grubu’ (Heeresgruppe Yıldırım) kararlaştırıldı.”[13] Bu grubun 7. Ordu komutanlığına atanan Mustafa Kemal, Nablus Meydan Muharebesi’nde, ordusunu dağılmaktan kurtaramaz ve büyük bir zayiatla geri çekilir. Bu arada bağımsızlık peşine düşen Arapların saldırısının Osmanlı kuvvetlerine büyük zararları olmuştur. Bu nedenledir ki Mustafa Kemal’in “Araplar bizi arkadan hançerlediler” ifadesi resmi ideolojiye yerleşmiştir.

Mustafa Kemal’in Nutuk’a neden 19 Mayıs 1919’da başladığını sorgulamak gerekir…
Kürtler arasından büyük şairler, romancılar yetişmesine rağmen, köklü bir kültürün mirasçısı Türkiyeli Arapların yetiştirdiği büyük sanatçı olmamıştır.

Din farkının, dil farkının gündemden düştüğü bir Türkiye özlemi var içimde.


[1] Afet [İnan], Medenî Bilgiler, Türk Milletinin El Kitabı, günümüz Türkçesine aktaran Neriman Aydın, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 2008, s.46

[2] Aktaran Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-İslam-Sentezine, Çev: Ali Berktay, İletişim Yayınları, İstanbul 2006, s.318

[3] Eski İttihatçı,  CHP ‘saylav’ı Mehmet Şerif Aykut’un Kamalizm (CHP Programının İzahı) / (Muallim Ahmet Halit Kitabevi 1936)’dan aktaran Onur Atalay, Türk’e Tapmak, İletişim Yayınları, 4. B., İstanbul 2019, s.106

[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye_Araplar%C4%B1

[5] https://www.facebook.com/GarzanAsiretibelekisarmimusi/posts/1255077076187 98

[6] https://www.etnikce.com/sanliurfanin-etnik-yapisi-h266.html

[7] https://www.urfanatik.com/haber/14885356/sanliurfanin-yuzde-kaci-turk-kurt-ve-arap

[8] http://www.arapenstitu.com/tr/tarih-calismalari/antakya-tarihi/hatayda-cok-etnili-ortak-yasam-kulturu.html

[9] Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İnkilap ve Aka, İstanbul 1954, ‘Hata’ md.

[10] Cemil Koçak, Tek-Parti Döneminde Muhalif Sesler, İletişim Yayınları, 2. B., İstanbul 2011, s.198. [Bu konuda geniş bilgi, belge ve tartışma için bkz. Hakan Mertcan, Türk Modernleşmesinde Arap Aleviler (Tarih Kimlik Siyaset), 4. B., Adana, Karahan Kitabevi, 2020. (e.n.)]

[11] https://tr.wikipedia.org/wiki/Lübnan_Dağı%27nın_Büyük_Kıtlığı

[12] F. Rıfkı Atay’ın Çankaya’sından aktaran Figen Atabay, “Bı̇rı̇ncı̇ Dünya Savaşı’nda Fı̇lı̇stı̇n-Surı̇ye Cephesı̇’ne İlı̇şkı̇n Belgeler Işığında Genel Bı̇r Değerlendı̇rme”, s. 79, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1183859

[13] https://tr.wikipedia.org/wiki/Yıldırım_Ordular_Grubu

(Ehlen Dergisi’nin 4. sayısında yayımlanmıştır, Mayıs 2024, Yıl:2 Sayı:4)