Edward Said’i Hatırlamak

 Mustafa Kemal Ersöz 

Sanırım ilk defa doksanlı yılların ortalarına doğru Parliament Sinema Kulübü’nün sunduğu Pazar Gecesi Filmleri kuşağında izlediğimden bu yana Geleceğe Dönüş filmini çok seviyorum. Öyle filmlere dair gelişkin bir gustom olduğundan ya da filmlere dair görüşleri olan bir sinefil olduğumdan değil daha basit bir nedenle hayatım boyunca beni takip ettiğini fark ettiğim çocukça bir fantezime tekabül ettiği için bugüne değin seriyi defalarca izlememe rağmen hep severek izlemeye devam ettim. 

 O günlerden bugüne kadar geçen on yıllar boyunca ne zaman hayatımda açmazlara düşsem, yaşam gailesi karşısında, yetişkin sorumlulukları karşısında yorgun düşüp tökezlesem mütemadiyen hep iki binli yılların başına geri dönebilmeyi hayal ederim.  O yıllara geri dönüp yanlış giden bir şeyleri ya da kişisel tarihimi sihirli bir dokunuşla düzeltmek için değil daha ziyade sonsuza değin o yıllarda yaşayıp kalabilmek için hep bu fantastik hayale kaçarım. Çünkü sanırım âşık olduğum herkese ve her şeye o yıllarda âşık oldum. 

 O yıllardan bu yana geçen çeyrek asır ilk gençliğin yaşama ve dünyaya iştiyak dolu Big-banginin ardından aynı aşkların yörüngelerine oturan kimilerine dudak uçuklatıcı gelebilecek çok tehlikeli maceralar, baş döndürücü serüvenler, büyük çuvallamalar, akıl almaz fiyaskolar, uzun süren yargılanmalar ve kimi kayda değmez başarılarla aynı döngüde kendini farklı biçimlerde tekrar edip duran yıllardan ibaret geçip gitti.

Edward Said’le de işte o ilk gençlik yıllarımda tanıştım. Tamamen rastlantısal ama belki de yazgısal olarak tanıştık onunla ve bu kesinlikle bir ilk görüşte aşk değildi. Tanışmamız oldukça meşakkatli ve bir o kadar gel-gitli oldu. Ondan sıkılmamayı öğrenmem gerekti. Kendimde ve zihnimde ona hacimler açmam gerekti ve belki de en zoru onun uğruna değişmem gerekti. Ancak el-nihayetinde tesadüfen başlayan bu ilişki uğruna mücadele edilmiş hatta gerçek bir savaş verilmiş dayanakları olan sahici bir aşka dönüştü.

Edward Said’le tanıştığımda ehli-sünnet’ten amelde Hanefi itikatta Mâtürîdi bir tarikatın yurdunda yatılı öğrenci olarak yaşıyordum. Kuran-ı Kerim’den, Risale-i Nur’dan başkaca kitap bilmiyordum. Günlerim daha fazla soru bankası, deneme sınavı, yaprak test çözmeye teşvik edilmekle geçiyordu. Günlerim özellikle sabah ve teheccüd namazlarımı aksatmamak, tesbihatlarımı ve istiare uykularımı ihmal etmemek, kametsiz ve cemaatsiz namaz kılmaktan sakınman konusunda telkinler almakla geçiyordu. Her şey de gayet yolunda görünüyordu. Namazlarımı muntazaman eda ediyor. Sınavlarımda vasat üstü sayılabilecek muvaffakiyetler gösteriyordum.  Gayet uyumluydum aksini işaret eden hiçbir emare yoktu. Umut bağlanan, hakkında gelecek hayalleri kurulan dört başı mamur bir şakirttim. Öyle ki kısa sayılabilecek bir sürede kat sorumluluğuna oradan da imam öğrenciliğe terfi ettirilmiştim. Ama hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Şeytanım büyük olsa gerek içimden bir ses beni dışarıya çağırıyordu. Dışarıyı merak ediyordum. Bir şeyler, tüm bu şeyler bana yetmiyordu. Ateş beni çağırıyordu.

Zamanla her gün yaptığımın aksine okuldan yahut Saray caddesinin başındaki dershaneden çıkar çıkmaz yurda dönmek yerine Saray caddesinde tek başıma gezinmeye başladım. Kiliseler görüyordum.  Hristiyan isimli kuyumcu, gümüşçü tabelaları, ocak başı meyhaneleri, birahaneler, içki içen insanlar bunların hepsi bende bugün dahi tarifi bir hayli güç bir keşif duygusu uyandırıyordu.  Her geçen gün gezintilerimin süresi uzuyordu. Mesul abilerimin zinhar uzak durmamı tembihledikleri sol parti ve derneklerinin köhne işhanlarına asılı tabelalarına bakıyordum. İçimde kışkırtıcı bir merak uyanıyordu.  En çok da her gün biraz uzağında durup vitrinine bakındığım kitapevini merak ediyordum.  Giderek artan merakıma yenik düşerek bütün hayatımı kökünden değiştirecek o şeyi yaptım. Bir gün tüm cesaretimi toplayıp Yener Kitapevinin kapısından içeri girdim. Saatlerce kitapların arasında gezindim. Ve bunu takip eden vakitlerde neredeyse her gün yapmaya devam ettim. O güne değin hiçbir namazımda, tesbihadımda duyamadığım huşu ve sükûneti kitapların arasında gezinmekte bulmuştum. Kitapların kapaklarına bakıyor, arka kapak yazılarını, önsözlerini okuyordum. Hatta bazı ince kitapları orada ayak üzeri okuyup bitiriyordum.

Oradan ilk satın aldığım şey Mor ve Ötesi’nin Dünya Yalan Söylüyor kasetiydi. Daha sonra ise bugün bile hala hiç bilmediğim bir nedenle Ciwan Haco’nun Nisabine Rengin kasetini aldım. Kaldığım yurtta Yedi Karanfil, Yeniçağ, Yusuf İslam ve Dursun Ali Erzincanlı dışında herhangi bir müzik dinlemek yasak olduğundan yeni kasetlerimi şiltemin altında saklıyordum. Bir şeyleri gizlemeyi, kendimi gizlemeyi orada böylece öğrendim.  Her yalnız kaldığımda walkmanime yeni kasetlerimi takıp tekrar tekrar dinliyordum ama hiçbir şey anlamıyordum. Mor ve ötesi çok gürültülüydü ve şarkı sözleri benim için fazla alegorikti. Ciwan Haco ise zaten bilinmeyen bir dilin bariyerlerine takılıyordu.

Oradan ilk satın aldığım kitap ise Edward Said’in Şarkiyatçılık adlı kitabıydı. Her yatsı namazının ardından şiltemin altından gizli meraklarımı çıkarıp, onlarla haşır neşir oluyordum ama ne var ki kitaptan da hiçbir şey anlayamıyordum. Anlayabileceğimden umudu kestiğimde yine Said’in bugün ismini anımsayamadığım Irak işgaline dair ABD medyasının tavrını ifşa eden bir broşürünü satın aldım.  Bu defa bu küçük broşürü anlayabiliyordum. Anladıkça da bu defa anlayamadığım başka sorular, sorunlar açığa çıkıyordu. ABD neydi? Irak neresiydi? Saddam kimdi? Başbakanımız iyi biriydi ama neden Irak’ın işgaline katılmak istiyordu?  Dünya yalan mı söylüyordu? Dünya neden yalan söylüyordu?

Gittikçe çoğalan birbirinin peşine dizilen birbirine dolanan soruların ardından bir gün evden kaçtım ve bir daha hiçbir eve geri dönemedim!

İşte hayatımın bir başka yol ağzında kendimi bir kez daha evden kaçmış, yersiz-yurtsuz hissettiğim bu günlerde azılı suç ortağım ve sevgili gıyabi yol arkadaşım Edward Said’i yeniden hatırlıyorum ve ondan bahsetmek istiyorum ancak artık siz de biliyorsunuz ki herkese değil.

EDWAREdward Said Hakkında Bir Mektup

Çok sevgili genç Mustafa Kemal,

Umarım ilk mektubum sana ulaşabilmiş ve olup-bitenin tüm saçmalığına ve tuhaflığına rağmen mektubu okuyabilmişsindir. Bu ürküntü veren irtibatın tekrarlanmasının sende ne gibi hisler uyandırdığını tahmin edemiyor olsam da bu ikinci mektubu yine de yazmak istiyorum. Bu ikinci mektubum da ilkinde olduğu gibi seninle tanıştırmak istediğim bir arkadaşım hakkında olacak. Dilerim okuyabilirsin.

 Bu mektupta seninle tanıştırmak istediğim arkadaşımın ismi Edward Said. Bu ismin sana biraz tuhaf gelebileceğini ön görebiliyorum zira ben de ilk işittiğimde biraz yadsımıştım.  Ama inan bana arkadaşım isminden çok daha ilgi çekici biridir.  Onun eserlerini ve kişiliğini analiz etme cesaretini gösteren herhangi biri şüphesiz ki onun kişiliğinin çok yönlülüğüne ve ilgi alanlarının genişliğine hayran kalacaktır. O aynı zamanda hem bir karşılaştırmalı edebiyat kuramcısı hem bir politik fikir insanı hem anti-emperyalist bir aktivist, bir hümanist ve yaşamının her anında iktidarlarla cebelleşen amansız bir Parrhesiastestı.  Sana onun hakkında yazmaya kalkışmak ise başlı başına heyecan verici ve bir o kadar da cesaret kırıcı. 

 Onun hakkında bahsetmeye nereden başlayacağımı bilemiyorum ama sanırım şuradan başlayabiliriz. Örneğin uzmanlık alanı olan karşılaştırmalı edebiyat, Said’in hikayesi ve kimlik yaklaşımlarını anlayabilmek için bize önemli bir alan/enstrüman sunabilir ama bu tek başına yeterli de olmayabilir çünkü bir Filistinli olarak kendi kimliği, onun eserlerinin yönü ve içeriğinde belirleyici olmuştu. O, kendini kalıcı olarak yerinden koparmış olan biriydi ama yine de memleketi olan Filistin onun belleğinin çekirdeğidir diyebilirim.  Bu bellek toplumsal ve kişisel trajedinin, kişisel deneyim ve kişisel düşüncenin şaşırtıcı bir terkibiydi. “Öteki“nin bir parçası olan çekirdek. Bunun sana şu an için kafa karıştırıcı geldiğini biliyorum ama inan bana bir süre sonra bu sana çok tanıdık gelecek.

Arkadaşım, 1935’te Birleşik Krallık idaresindeki Kudüs’te varsıl, Filistinli Protestan bir ailenin oğlu olarak doğdu.  Siyonist İsrail devletinin kurulmasından sonra ülkesinden göçmek zorunda kalan ailesiyle beraber Kahire’ye iltica etti. Burada güçlü bir Anglo-Sakson eğitimi aldı ve daha sonra bir kez daha göç etmek zorunda kaldığı Amerika Birleşik Devletleri’nde lisans derecesini Princeton’dan, lisansüstü ve doktora derecelerini Harvard’dan aldı. Daha sonra vefatına kadar Columbia Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Kıyaslamalı Dünya Edebiyatı profesörü olarak çalıştı. Tunus’taki sürgün Filistin Parlamentosu’nda on dört yıl görev yapan arkadaşım radikal bir entelektüel, sürgün, marjinal, yabancı ve öteki olarak hep provokatif ve elbette sarsıcı fikirler dile getirdi. Pek çok açıdan ilham verici ama diğer yandan da oldukça tezat görünüyor öyle değil mi?

Ama tezatlarına ve parçalanmış gibi görünen kimlik ve benliğine rağmen hiç şüphe duymamalısın ki o, mühim bir bilim insanı, parlak bir zihin, insan onuru adına mücadele eden fedakâr bir düşün savaşçısıydı. Çağının en büyük entelektüel ve kamusal aktivistlerinden biriydi. Çağdaşı çok az eleştirmen yahut akademisyen düşünce ve öğretime ilişkin onun kadar büyük bir etki bırakabilmiştir.  Bana kalacak olursa muhtemelen geçen yüzyılın ikinci yarısının en büyük entelektüelinden biridir.

 Tüm bu sitayiş dolu takdimime ardından sana da çok tanıdık gelecek ve belki de arkadaşlığınız sebebi olabilecek ama kimleri için menfi bulunabilecek görüşlerimi de seninle paylaşmak isterim.  Bana soracak olursan çocukluk ve gençlik yılları hakkında yazdıklarında bazen seçici ve bu nedenle de yanıltıcı olduğuna dair şüpheler duymadım değil. Onu okurken hususiyetle otobiyografik eserlerinde bazan kendine acıma eğiliminde olduğunu zaman zaman hissettim. Bunların ne denli menfi şeyler olduğuna dair hep şüphe içinde de oldum. Onunla tanıştığında belki sen bu hususta bir yargıya varabilirsin ama kesin yargılar özellikle de insanlar hakkında kesin yargılar konusunda temkinli olmanı salık veririm.

İşte arkadaşım hep böyle tartışmalı, ayrıştırıcı ve en az o kadar etkileyici bir şahsiyetti. Ancak bu etkileyicilikte elbette yukarıda saydığım hasletlerinin yanı sıra temsil ettikleri, eserleri ve yaşamı da önemli bir rol oynadı. Batı entelektüel kültürünün, akademi, siyaset ve medya alanlarındaki neredeyse tüm dönüm noktalarında o da ordaydı.  Misal 1970’lerde ve 1980’lerde sosyoloji ve antropoloji alanlarında gerçekleşen dramatik değişikliklerde oradaydı. Teori devriminin, akademik solun yükselişinin ve sömürge sonrası kuramın filizlendiği süreçte o tüm bu alanların en parlak öncülerinden biri olmayı başardı. Hatta edebi teorinin yükselişinde de merkezi bir figür oldu. İlk eleştirel makaleleri, yukarıda bahsettiğim dönüşüm zamanlarında haklarında en güncel ve ateşli tartışmaların yürütüldüğü kimseler olan Barthes, Levi-Strauss, Saussure ve Jakobson ile dolup taşmaktaydı. 1970’lerin başında ilk makalelerini Foucault üzerine yazdı. İlk büyük kitabı, Başlangıçlar (1975), onu Amerika’nın önde gelen edebiyat kuramcılarından biri yaptı. Bu onun için muhteşem bir başlangıçtı. Her şeyi, özellikle de teori devriminin kanonik isimlerini Marx, Nietzsche ve Freud, Saussure, Fransız yapısalcıları ve post-yapısalcıları okumuştu. Henüz 70’li yıllarda 80’li yıllardaki edebi eleştiriye hâkim olacak fikirlere hali hazırda sahipti ve bu fikirler 1978 yılında yayınlanan benim anlayabilmemin yıllarımı aldığı ünlü eseri Şarkiyatçılığın temellerini attı.

 Batı üniversiteleri Marksizm’in ve yeni solun son kalesi haline geldiğinde, o, zaten herkesin önündeydi. 1980’li yılların başında Columbia’da çalışırken, Gramsci, Lukacs ve Raymond Williams hakkında dersler veriyordu. Batılı Marksist teorinin tamamını okumuş ve ihtiyaç halinde hemen alıntı yapacak hale gelmişti. Fakat tüm bunlar ona yetmedi sen de hep böyle yap olur mu?  Asla kendinden, halihazır durumundan memnun olma, asla olduğun yerle yetinme!  O öyle yaptı. 1980’lerin ortalarında, bir Filistinli olarak hem teorik ilgisini hem de kişisel deneyimlerini birleştirebilecek yeni bir üslup, bir dil aramaya koyuldu.  Bunun için kendine Fanon, Rushdie, Marquez gibi yeni gıyabi akranlar, arkadaşlar edindi.   Benim de büyük hayranlık duyduğum bu mühim şahsiyetlerle senin de mutlaka tanışabilmeni isterim. Hususiyetle de Fanon ile tanışmanı muhakkak ama muhakkak isterim.

 Konumuza geri dönecek olursak hülasa neredeyse otuz yıl boyunca, entelektüel trendler nereye doğru yönelse arkadaşım zaten oradaydı. Moda olduğu için orada değildi. Aksine halkının trajedisi ve kendisinin kişisel deneyimleriyle bütünleştirebileceği yeni, özgün fikirler bulmak için hep bir arayış içinde olduğundan oradaydı. Fikirlerin geçersizleştiğini, işlevsizleştiğini anladığında asla o inançlara Ortodoks bir imanla saplanmadı hep daha iyisi için yoluna devam etti. 

 Ama çağının şahidi ve faili olan bu tavrı sadece düşünsel ve akademik bağlamlarla sınırlı değildi. Hatta onun için siyasi bağlam daha da önemliydi. Her şeyden önce, o, Batı liberallerini ve sol aydınlarını ayrıştıran Filistin ve siyonizm konusunda şimşekleri üzerine çeken bir paratoner olabilme cesaretini göstermişti. Sömürgeciliğin mirası ve Batı ile Batı olmayan arasındaki ilişkileri geniş bir temaya oturtarak çözümlemeye çalıştı. Filistin sorunu ve siyonist işgali dar bir bölgesel sorun çerçevesinden çıkarıp onu Batının sömürgecilik tarihinin içine yerleştirdi. Çünkü ona göre ve hakikatte de siyonist İsrail, Portekiz sömürgeciliğidir, Zimbabwe’de beyaz yönetimidir ve Güney Afrika’da apartheid rejimidir. Ve tüm bunları ayrıcalıklı konumunu riske etme pahasına, akademik ve entelektüel camiadan tecrit edilme riskine rağmen batının medya zirvelerinde Le Monde, New York Times, Time, BBC’de yalın bir akıcılıkla, cesaretle ve büyük bir kabiliyetle anlattı.  

Bir kuramcı ve polemikçi olarak hayatının büyük bölümünü Filistin davasını ve daha sonra ise her yerdeki sömürge halkları savunmaya adadı. Böylelikle ötekilerin sesi oldu. Yeryüzünün lanetlileri’nin temsilcisi oldu öyle ki tıpkı şu an benim yaptığım gibi hayatına ve eserlerine yapılan en anlamlı övgüler ABD ve İngiltere’nin karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinden değil, Filistin’deki, Kürdistan’daki, Irak’taki ve benzer kaderleri yaşayan sömürgeleştirilmiş yahut doğrudan işgal edilmiş ülkelerdeki genç aydınlardan geldi.

Arkadaşım, büyük bir entelektüel hırsa sahip cesur bir düşünürdü. Oryantalizm, Kültür ve Emperyalizm gibi kapsamlı, çetrefil ve büyük meseleler üzerine çalışmıştı: Batı’nın yüzyıllar boyunca Doğuyu nasıl düşündüğü, Dante’den T.E. Lawrance’a, edebiyattan, antropolojiye, filolojiye ve seyahat yazılarına,16. yüzyıl İrlanda’sından, Avustralya’daki Magwitch’e, Jane Austen’den Kuzey Afrika’daki Camus’ya uzanan geniş bir yelpazede açıklamaya girişti. Tarih ve edebiyat, müzik ve felsefe gibi farklı disiplinleri birleştirmeye en azından aralarındaki sınırları geçişken kılmaya çalıştı. 

Ona göre iktidar sadece askeri, siyasi veya ekonomik güç değildi. Bilgi ile iktidar arasındaki ilişki onun eserlerinin kalbinde yatmaktadır. Entelektüel huzursuzluğunun büyük bir kısmını emperyalizm veyahut iktidarın kültürel güç ile nasıl bağlantılandığını araştırmak ve açıklamak oluşturdu.

Tüm bu cesur ve iddialı görüşlerini pek çok bakımdan edepli ve insancıl bir sesle, tonla dillendirdi. O, köktendinciliğe her zaman karşı çıktı ve laiklik onun için her zaman önemli bir konu oldu. Bize dünyayı indirgenemez şekilde karışık, heterojen ve çelişkili görmenin muhteşem bir ifadesini bıraktı.

Ondan önce çok az kimse oryantalizm, sömürgecilik, Filistin sorunu, emperyalizm ve kültür meseleleri hakkında böylesine yetkin ve iddialıca yazabildi.  Ondan sonra artık çok az kişi Batıda Doğuyu eskisi gibi düşünmeye ve yazmaya devam edebilir.

 Nihayet arkadaşım etkileyici bir teorisyen, uyarıcı bir öğretmen, elinden gelenin en iyisini yapan bir makale yazarı, Filistinlilerin küresel çapta yılmaz bir avukatı ve belki de hepsinden önemlisi dünyaya, tarihe ve topluma karşı sorumluluk duyan, sorumluluk alan, “tanklara karşı taş atan”, iktidar sahiplerine karşı kendini güçsüzün yanında konumlandıran, güçlüye karşı hakikati söyleyen hakiki bir entelektüeldi. 

Umarım sen de vakti geldiğinde arkadaşımla tanışabilir ve onu benim kadar sevebilirsin.

Bir gün evden kaçacak cesareti kendinde bulursan, arkadaşımın iyi bir yol arkadaşı olduğuna emin olabilirsin. Onu da yanına almayı ihmal etme ve bir de Behrengi’yi de!

Ve her tökezlediğinde şunu hep hatırla: “Ve lel âhıratu hayrun leke minel ûlâ.’’ (Ve senin için sonu başından daha iyi olacaktır)

Şimdilik hoşça kal sevgili genç dostum.

Gelecekte görüşürüz.

                                                                                                                                         İskenderun/Haziran 2025